Eğer öğretmen tümüyle aydınlanmış değilse, o zaman kaçınılmaz olarak, anlayışı mutlak olmadığından sözlerinde cehalet olacaktır. Tümüyle uyanmamış, aydınlanmamış bir öğretmen yalnızca zaman zaman, zihninin gerçek doğası ile temas ettiğinde doğru şeylerden bahsedebilir; ancak her zaman doğru şeyleri anlatamaz. Edinilmiş ve öğrenilmiş bilgelikle, doğru şeyleri anlatabilse bile, karşısındaki zihin, yani öğrencinin zihni aydınlanmamış olduğu için yanlış anlaşılma olasılığı çok yüksektir.
Bununla birlikte bazı temel şeyleri anladığımız zaman doğru anlamak ya da yanlış anlamak arasında bir ayrım kalmayacaktır. İlk ve öncelikli olarak anlamamız gereken şey şudur: Yaşamda acı var. Bu, anlaşılması gereken en önemli şey. Bunu anladığımızı varsayıyoruz ancak anlamıyoruz. Acı dolu hikayemiz, bütün acılarımız ve sorunlarımız bu hakikati anlamamaktan kaynaklanıyor zaten. Yaşamdaki herhangi bir şeyin kalıcı tatmin getirmediğini, kaçınılmaz olarak stres yarattığını, sebep-sonuç ilişkisinde mutlaka acıya neden olduğunu anladığımız zaman yalnızca meditasyon uygulamamız ve çabalarımız değil, aynı zamanda yaşamımız da baştan sona değişiyor. Yaşamlarımızın ve kişisel hikayelerimizin, ki biz buna “ben” diyoruz, en acıklı yanı acı çektiğimizin farkında olmamamız!
Aydınlanmanın ya da uyanışın dört aşamasından ilkine giren ve bir “akışa giren” olmuş öğrenci ile henüz akışa girmemiş öğrenci arasındaki en temel fark budur: Aydınlanmanın herhangi bir aşamasındaki insan yaşamda tatmin olmadığını, stres olduğunu, acı olduğunu ve ben adını verdiği hikayenin ya da tanımın da bu acıdan özgür olmadığını bilir. Bu gerçeği tam olarak fark ettiği için de içgüdüsel olarak doğru yolu bulur. Eğer size şu anda elbiselerinizin alev aldığını söylesem ve siz de bunu fark etseniz ne yaparsınız? Size bu konuda ne yapılacağının öğretilmesini mi beklersiniz yoksa bir an önce ateşi söndürmenin bir yolunu mu bulursunuz?
Budha’nın öğretisine yakınlık duyan bir kral Budha’yı ziyarete gelir ve Budha kendisine, “Nereden geliyorsunuz yüce kral?” diye sorar. Kral, “Her zamanki yönetim işlerinden saygıdeğer Efendim,” der. Budha bunun üzerine, “Değerli bir adamınız yanınıza gelse ve size Doğu’dan üzerinize doğru dağ büyüklüğünde bir fırtınanın, önündeki her şeyi paramparça ederek geldiğini söylese ne yapardınız?” diye sorar.
Kral, “Hemen tüm halkımı alıp kaçardım,” der.
“Peki ya, Batı’dan, Kuzey’den ve Güney’den de güvenilir adamlarınız gelse ve size her yönden, bir dağ büyüklüğünde birer fırtınanın size doğru geldiğini, önlerinden hiçbir şeyin kaçamadığını ve her şeyi paramparça ettiklerini söyleselerdi, o zaman ne yapardınız yüce Kral?”
“Kendimi bir an önce Dharma’ya (Hakikate ulaştıran Yol’a, Tao’ya) adamaktan başka yapacak bir şey olmazdı saygıdeğer Efendim.”
“O zaman,” der Budha, “Size diyorum ki yüce Kral, ölüm, önündeki her şeyi yok ederek her yönden size doğru ilerliyor ve ondan kaçabileceğiniz hiçbir yer yok.”
Bunun üzerine Kral, son işlerini halleder, sorumluluklarını güvenilir adamlarına devreder ve saçını kesip bir Bikhu olur.
İşte bu ilk anlayış. Bu anlayış her şeyi mümkün kılabilir. Bu nedenle sürekli olarak gözlemlemeyiz, ne zaman tatmin vaadiyle karşı karşıya kalsak gözlemlemeliyiz.
*****
Gençken, iş bulmak ve anlamlı bir ilişki kurmak için uğraşıyor ve bunları elde etmek için acı çekiyorum. Arzularım bana, bunların ikisini elde edersem mutlu olacağımı söylüyor. Bir işim oluyor çok çalıştığım için ya da yeterince kazanmadığım için mutsuz oluyorum. İlişkimde sorunlar oluyor ve mutsuz oluyorum. Bir başka insanla daha mutlu olacağımı düşünüyorum. Arzularım bana şu an birlikte olduğum kişiyi bırakıp şu kişiyle birlikte olursam daha mutlu olacağımı söylüyor. O kişiyle birlikte oluyorum.
Arzularım yeniden devreye giriyor ve bana çocuğum olursa mutlu olacağımı söylüyor. Çocuğum oluyor ve arzularım bana çocuğum büyüdüğünde ve kendi başının çaresine baktığında mutlu olacağımı söylüyor. Çocuğum kendi başının çaresine bakıyor ve arzularım bana emekli olursam mutlu olacağımı söylüyor. Kendimi emekli olduğumda da mutsuz buluyorum. Arzularım bana kendimi manevi bir yola adarsam mutlu olacağımı söylüyor. Kendimi manevi bir yola, camiye ya da kiliseye adıyorum ama gene mutsuz olduğumu fark ediyorum. Arzularım bana bu dünyanın geçici olduğunu, öldükten sonra cennette mutlu olabileceğimi söylüyor. Ölüyorum ve kendimi mutsuz buluyorum. Arzularım bana eğer bir beden oluşturur ve bu sayede duyularımı tatmin edersem mutlu olacağımı söylüyor. Ardından tüm tatminsizlik, acı ve stres çarkı yeniden dönmeye başlıyor.
Her mutluluk, tatmin ve huzur vaadini uyanık bir şekilde gözlemlemeliyiz. Arzuların bize nasıl acıdan kurtuluş ve tatmin vadettiklerini ancak nasıl acıya ve tatminsizliğe sebep olduklarını görmeliyiz. Uyanık olun. Bunu anlamadan, bu mutlak anlayışa ulaşmadan yaptığımız eylemlerin tümü kusurlu oluyor ve acı ile sonlanıyor. İster meditasyon, ister günlük yaşam olsun, bu kusurlu anlayış sadece kusurlu sonuçlar getiriyor.
*****
Meditasyona otururken yaptığımız en ciddi hata, daha en başından, meditasyona otururken tatmin arıyor olmamız. Meditasyonun ardından, meditasyonumuzu iyi bir meditasyon ya da kötü bir meditasyon diye değerlendirmemiz bu sığ ve kusurlu anlayışı açıklıyor. Bu sabah otel odasında meditasyondan kalktığımda, eşim yanıma gelip, “meditasyonun nasıl geçti ?” diye sordu. Ona, “Eğer sıradan, sığ zihnimle yanıtlarsam, berbattı,” dedim. “Düşünceler durmadı, sırtım ağrıdı, bacaklarım uyuştu, bir sinek durmadan münasebetsiz şekilde kanımı emdi.”
Eşim, “Öyle mi?” dedi. “Meditasyonda çok huzurlu görünüyordun?”
“Evet çünkü zihnimin gerçek doğası bütün bu olup biteni müdahale etmeden izliyordu. Onun bakış açısından, ki bu zihin ikici-düalist olmadığı için aslında bunu söyleyemeyiz ama, muhteşem bir meditasyondu. Meditasyon sırasında kendimi taraf tutan, sığ zihnimle özdeşleştirmediğim için, yorumlayan zihnin gerçek ben olmadığımı bildiğim için iyi bir meditasyondu.”
Ben bir Arhat, tümüyle uyanmış, aydınlanmış bir varlık değilim, o nedenle sadece bu kadar anlatabiliyorum. Gücüm ne yazık ki daha net anlatmaya yetmiyor.
*****
Şunu anladığımız zaman işler kolaylaşacak: Örneğin altını ele alalım. Fiyatı sürekli değişir; bir gün yükselir ertesi gün düşer. Bir gün gramı 70 liradır, bir gün gramı 90 liradır. Altının fiyatı değişir ama fiyatındaki değişim altının özünü, gerçekte olduğu şeyi değiştirmez. Altının özü fiyatından bağımsızdır. Altının gerçek değeri, onun fiyatıyla belirlenmez. Altının özü, onun fiyatı ne olursa olsun hep aynıdır. Fiyat yalnızca bir düşüncedir. Talepten doğan bir düşünce. Dolayısıyla da değişkendir. Bir gün altını çok değerli kabul edersek fiyatı artar, ertesi gün başka bir şeyi değerli kabul edersek fiyatı azalır. Altının gerçeği, Hakikati, özü ise altının kendisidir.
Düşünceler, gerçeği yorumlamaktan, ona fiyat biçmekten başka bir şey yapmazlar. Bir gerçeğe bakar ve o eğer satın almak isteği bir gerçekse ona yüksek bir fiyat biçer, eğer satın almak istemediği bir gerçekse ona düşük fiyat biçer. Gerçeği, bu almak istediğim, bu satmak istediğim, bu elde etmek istediğim, bu kurtulmak istediğim gerçek diye nitelendiririz. Bu gerçek iyi, bu gerçek kötü deriz. Bir gerçeğe iyi dediğimizde, oradaki “iyi” o gerçeğin hakiki değerini değil “fiyatını” belirler; kötü dediğimizde de öyle. Bizler ne yazık ki fiyat ile değeri birbirine karıştırırız. Bu sebeple de fiyatı değer zannedip, hatalı bedeller öderiz! Zihin sürekli olarak kendi yorumlarını ve düşüncelerini gerçeğin yerine ve önüne koyar. Bir deneyimi gerçekte olduğu haliyle değil, ona biçtiği fiyatla algılar ve yorumlar ve bedellerini de bu hayali fiyata göre öder.
Oysa zihnin gerçek doğası değişmez; tıpkı altın gibidir. İnsanın gerçek zihni ya da zihnin gerçek doğası yansızdır, tercihlerden arınmıştır, mutlaktır ve bu sayede olguları, görmek istediği gibi değil, gerçekte olduğu haliyle görür. Düşünceler ise taraflıdır. Bu nedenle de meditasyon sırasında ya da günlük hayatta, düşüncelerimizin sebep olduğu yargılar hatalıdır ve kısıtlayıcıdır.
*****
Budha herhangi bir acı durumunda hakikati anlayan insana tek bir ok saplandığını ama hakikati anlamayan insana iki ok saplandığını söyler. İlk ok, olan olay tarafından saplanırken ikinci ok bizim tarafımızdan, düşüncelerimiz ve yorumlarımızla saplanır. İlk ok genellikle bize zarar vermez; ancak ikinci ok daima hayati bir organa saplanır ve bize asıl zarar veren de bu ikinci oktur. İkinci ok bizim içsel konuşmamızdır, gerçeğe fiyat biçmemiz ve onun gerçek değerini anlamayıp kusurlu bedel ödememizdir. Eğitilmemiş insana daima iki ok saplanır, eğitilmiş bir insana ise yalnızca bir tane.
İnsan zihninin çalışma biçimi kusurludur. Örneğin sırt ağrısı, bel ağrısı, karın ağrısı gibi herhangi bir fiziksel acı olduğu zaman hemen buna paralel bir duygusal ve zihinsel acı yaratırız. İkinci oka ek olarak, bazen üçüncü oku da saplarız kendimize. Acıyı yorumlamaya girişiriz: “Şundan kaynaklanıyor bu acı ve şu şekilde sonuçlanacak. Bu acıya şu olay, şu kişi, şu kader sebep oldu. Zavallı ben. Kahrolası kötü insanlar, kötü olaylar… Bu acının sonucunda şöyle olacak, kaderim böyle olacak… Bundan hemen kurtulmalıyım. Tanrım kurtulamıyorum! Ah, canım her geçen saniye daha da yanıyor.” Mesele böyle olduğunda, yorumlarım bu şekilde sürüp gittiğinde acı artar ve sorun içinden çıkılmaz bir hal alır.
Eğitilmiş bir zihin ise acıyı gerçekte olduğu haliyle görür ve buna başka bir acı yapıştırmaz. Bunu istiyorum ya da bunu istemiyorum demez. Acı vardır; o kadar. Bu acı fiziksel bir acıdır. Düşünceler ve duygulara gerek yoktur.
*****
Enerji aydınlanmanın en tipik özelliğidir. Sizleri, Theravadacı yolla birlikte, Taocu aydınlanma yolları olan Miao Tong ve Wu Dao ile çalıştırmamın en önemli sebeplerinden bir tanesi de bu. Enerji yoksa aydınlanma yolunda yürümek olanaksızdır. Enerji yoksa aydınlanmaya yürüyemeyiz. Ölüm döşeğinde olan bir insan bile, eğer eğitilmişse, enerjisini kullanıp zihnini ve bilincini keskin ve uyanık tutabilir. Budha defalarca ölüm döşeğinde, hastalığın pençesinde olan insanlara öğretiyi aktarırken aynı şeyleri söyler: “Bedeninin halsiz ve acı içinde olduğunu biliyorum ama şimdi bilincini ve enerjini topla, zihnini uyanık ve keskin tut ve söyleyeceklerimi dinle.” Enerjinin doğru kullanımına en iyi örneklerden bir tanesi bildiğiniz gibi Dipama’dır. Ölüm eşiğinde tansiyonla, bedeni enkaz halindeyken bile, meditasyon salonuna ulaştıran merdivenleri sürünerek çıkar, meditasyon minderinde oturmayı bile başaramaz ve iki büklüm durur; fakat bilinci keskin ve uyanıktır. Bu keskinlik ve uyanıklık, enerjinin doğru kullanımı sayesinde, gerçek doğasına uyanır ve aydınlanmanın üçüncü aşamasına ulaşır. Dipama, fiziksel ve karmik bir acının üzerine duygusal ve zihinsel bir acı bindirmez. Kendine ikinci oku saplamaz.
Fiziksel ya da duygusal bir acıyı tarafsız bir şekilde izlerseniz bir sorun olmayacak ve acı sizi engellemeyecek, acı canınızı acıtmayacaktır. Oysa acıya düşünce yapıştırırsanız, “Bu benim acım, bu acı benim, bu acı benim tarafımdan ya da şunun tarafından yaratılıyor, bu acının bir yaratıcısı var… vs,” derseniz acı sizi rahatsız etmeye başlar.
*****
Her tür acı ve her tür haz ile ilgili doğru yaklaşım şudur:
Bir: Acı anormal değildir; beklenmedik değildir. Acı, stres ve tatminsizlik yaşamın özünde bulunur. Sebebi duyusal tatmin, mutluluk ve haz arayışıdır. Acının kaynağında duyuların tatmin edilmesi arzusu vardır. Bu nedenle acıdan kurtulma arzusunun kendisi de acı yaratır. Acıya, şu ya da bu şekilde tutunmak acıyı yaratmaktır. Eğer acıdan kurtulmayı arzularsam, acı varolmayı sürdürecektir. Acıdan kurtulmamayı arzularsam acı yine varolmayı sürdürecektir. Acı ile ilgili herhangi bir arzu duymak yerine acıyı gözlemlemeliyim. Bu da acıdan kaçmak yerine dönüp acının kaynağına ilerlemek anlamına gelir. Taocu aydınlanma yolunda buna, korkunun üzerine gülümseyerek yürümek denir.
İki: Acıyı gözlemlemeye başladığımda şunu fark ederim: olguların özü geçicilik ve değişimdir. Acı da geçici ve değişkendir. Acı da her şey gibi artabilir ya da azalabilir ama aynı kalamaz. Dolayısıyla eğer acı aynı kalıyorsa bu zihinsel bir yorumdur, değişiyorsa doğal bir süreçtir. Herhangi bir şeyin geçmesi ya da değişmesi kaçınılmazdır.
Üç: Bu acının bir özü, bir kaynağı, bir yaratıcısı yok. Bir sebebe sahip değil. Koşulların bir araya gelmesi ile oluştu ve koşulların değişmesiyle yok olacak. Eğer kendi başına bir özü olsaydı, tek bir sebebe sahip olsaydı, tüm koşullardan bağımsız olsaydı, o zaman bir şeyle beslenip varlığını sürdürmesi gerekirdi. Kendi başına bir özü olsaydı bile var olmak için bir besine ihtiyaç duyacağından yine de kendi başına var olmayı sürdüremeyecekti. Hiçbir şey kendi başına var olamaz. Her şey var olabilmek için pek çok şeye, besine, ilgiye, uygun koşullara vs ihtiyaç duyar. Var olan hiçbir şey tek başına değildir. Bu acı da tek başına var olamaz. Sayısız koşulun bir araya gelmesiyle oluşur. Yine var olan her şey değişmek zorunda olduğu için bu acıyı yaratan koşullar da değişecektir. Dolayısıyla da değişen koşullar bu acıyı da değiştirecektir. Bu acı da var olan her şey gibi sabit ve değişmez bir öze sahip değildir. Eğer acı değişmiyorsa bunun tek sebebi benim isteklerimdir.
Dolayısıyla, herhangi bir acıya, acı doğaldır ve arzulardan doğar, değişkendir ve geçecektir, kendi başına varolamaz, varolmak için koşullara ihtiyaç doğar şeklinde baktığımda, bedenime sadece bir tek ok saplanır. Bu ok, hayati bir organa saplanmaz ve kolayca iyileşir. Bir soruna sebep olmaz. Bu şekilde düşündüğümde ikinci ok asla saplanmaz. Bu anlayışla her şey yoluna girer.
****
Meditasyon yaparken bir sürü şey olabilir: düşünceler, bedenimdeki kaşıntılar, acılar vs. Gerçek zihnim bütün bu olan biteni tarafsız bir sakinlikle izler. Bu sayede bir sorun olmaz ve meditasyonum gittikçe derinleşir. Bölen, ayıran, taraf tutan, yorum yapan zihin işe burnunu soktuğundaysa, burnum kaşındı, dışarından çok gürültü geldi, sıcaktı, yanımdaki arkadaşım durmadan kıpırdandı, sırtım ağrıdı, düşüncelerim durmadı, berbat bir meditasyondu diye yargıda bulunur. Hemen ardından bu meditasyon hatalı, bu öğreti hatalı, bu öğretmen kötü, bu mekan uygun değil gibi yorumlara girişir. Ortada bir sorun varsa sorun daima dışarıdadır diye düşünürüm. Taraf olan ve yorum yapan zihin sorunu daima kendi haricinde her yerde arar. Oysa her durumda aslında sorun kendisindedir; daha doğrusu sorun kendisidir.
Tarafsız zihin ya da zihnin gerçek doğası ise olan bitene taraf olmaz. Taraf tutan zihin durmadan fiyat biçer ve kendi biçtiği fiyatlara uygun bedeller öderken, tarafsız zihin gerçek değeri izler; gerçek değeri kullanır.
*****
Her şeyin geçici olduğunu anlamamız gerekiyor. Eğer her şeyin geçici olduğunu anlarsak olgulara fiyatlar biçip durmayı bırakırız. Her sabah uyandığımızda yaşamın hızla geçtiğini fark etmeliyiz. Yaşam denilen şey çok ender bulunan bir şey. Bu fırsatı boşa harcamamak lazım. Yaşam çok ender elde edilen bir şey ama yaşamın içinde aydınlanmanın, uyanmanın gerekli ve mümkün olduğunu anlamak daha da ender olan bir şey. Bu nedenle aydınlanmaya ulaşmak için, soylu bir arzu duymalı, savaşçılara özgü bir kararlılık geliştirmeli ve Taocu bir ölümsüze özgü enerjiyi kullanmalıyız. Buradaki arzu, soyludur. Arzulardan kurtulmayı hedeflediği için acı yaratmaz. Tam anlayıştan, duyusal tatmin arayışının, tatmine yönelik arzuların acıya sebep olduğu kavramaktan gelir. Tam ve eksiksiz bir kararlılık bu arzuya yön verir. Enerji ise bu yolda yürümemizi sağlar.
Bizi aydınlanmaya ulaştıracak olan soylu arzu ya da motivasyon, bir şey elde etmeye yönelik olan bir arzu değildir. Tam tersine bırakmaya yönelik bir arzudur. Budha sutralarda şöyle anlatır:
“Henüz bir Budha değil de yalnızca uyanıp aydınlanmayı arayan bir bodhisatvayken içimde şöyle bir anlayış doğdu: Kendim ve yaşamım geçiciydi. Bu geçicilikten kurtulmak için kalıcı bir şeylere tutunmam gerekiyordu. Geçicilikten kurtulmak için kalıcı bir şeylere tutunmaya kalktığımda gördüm ki tutunduğum her şey de geçiciydi. Geçici bir şeylere tutunarak kalıcı olamayacağımı kavradığımda, kalıcı olanı keşfetmek için yola çıkmaya karar verdim. Annem (analığı olan teyzesi) ve babam gözyaşları döküp bağırlarını dövseler de, gitmemem için yalvarsalar da onların da geçici olduklarını bilerek saçlarımı kestim ve varlıklı bir hayattan evsiz barksız yaşamak üzere ayrıldım. Zevklerin kalıcı olmadığı anladığım için, kendimi çileciliğe adadım. Çileciliğin yalnızca bedenimi yok edeceğini ama kalıcı olanı anlamamı sağlamayacağını gördükten sonra orta yolu keşfettim. Böylece kendimi acının da hazzın da kollarına bırakmadan orta yolda yürümeye başladım. Sonunda bir ağacın altına oturdum ve aklıma çocukluğumda yaşadığım bir meditasyon deneyimi geldi. Bu meditasyonun aradığım uyanışa giden yol olabileceğini fark ettim. Böylece, zihnimi tüm arzulardan ve beklentilerden arındırarak bir ağacın altına oturdum. Zihnim arzulardan arındığında kendini hazzın içinde buldu. Bu hazzın da geçici olduğunu fark ettiğimde ona tutunmayı bıraktım ve böylece haz ortadan kalktığında oluşan mutlulukla meditasyonumun ikinci seviyesine ulaştım. Bu mutluluğun da geçici olduğunu, ona da tutunamayacağımı fark ettiğimde, mutluluğa tutunmayı bıraktım ve bu bırakmanın sonucunda halinden memnun olma doğdu. Böylece meditasyonumun üçüncü seviyesine ulaştım. Halinden memnun olmanın da geçici olduğunu fark ettiğimde, ona tutunmayı bıraktım ve kendimi tam konsantrasyonda buldum. Böylece meditasyonumun dördüncü seviyesine ulaştım. Bunun da geçici olduğunu fark ettiğimde sırasıyla bedenim genleşti ve sınırlarından kurtuldu ve beşinci seviyeye ulaştım. Bunun da geçici olduğunu fark ettiğimde, ona da tutunmayı bıraktım ve zihnim genleşti ve varoluşun sınırlarına ulaştı. Böylece altıncı seviyeye ulaştım. Buraya da tutunmadığımda kendimi varoluşun ötesinde “yokluk” alanında buldum ve meditasyonumun yedinci seviyesine ulaştım. Yokluğun da geçici olduğunu fark ettiğimde, ona da tutunmayı bıraktım ve doğal olarak “ne yokluk ne varlık” boyutuna geçip, meditasyonumun sekizinci aşamasına ulaştım. Bu aşamaya ulaştığımda, bütün bunlara ulaşan “ben”e de tutunamayacağımı, onun da geçici olduğunu anladım. Ben’e tutunmayı bıraktığımda kendimi Nirvana’da buldum.”
Gördüğünüz gibi Yol ve yola ulaştıran tüm araçlar, meditasyon olsun, erdem çalışmaları olsun tek bir amaca hizmet ediyor: BIRAKMAK ve TUTUNMAMAK. O nedenle ne meditasyon sırasında ne de yaşamda, acıya da hazza da başarıya da başarısızlığa da, övgüye de yergiye de, şöhrete de gözden düşmeye de tutunmamalıyız. Bunun için:
– Hiçbir şeyin kendi başına var olmadığını,
– Her şeyin değişmek zorunda olduğunu,
– Hiçbir şeyin kalıcı tatmin getirmediğini anlamak zorundayız.
*****
Tarih kadar eski bir saplantımız, bir hatamız var: iyi olan şeyi kötü olan şeye tercih etmek. Her şeye daha en başından bunu istiyorum, bunu reddediyorum diye bakarız. Bu duygusal ya da zihinsel acı için olduğu kadar fiziksel acı için de geçerlidir. Mükemmel ve kalıcı bir duruma ulaşmak için çabalar durur ve kendi elimizle acı yaratmayı sürdürürüz. O nedenle ideal bir durum yaratıp onu korumaya çalışmanın kendisinin acı olduğunu fark ederek, ideal olmayan bir durumdan yakınmayı bırakmalıyız. Bir durumu yaratıp korumaya çalışmak da, bir durumdan kurtulmaya çalışmak da acı vericidir.
Meditasyonda kötü şeyler deneyimliyor olsanız da iyi şeyler deneyimliyor olsanız da bunlar geçici. Bunları sadece gözlemlemeli ama bir parçası olmamalısınız. Dolayısıyla şunu anlamak gerekiyor: TUTUNACAK HİÇBİR ŞEY YOK. Ne ona ne de buna… Meditasyonda ona ya da buna tutunuyorsanız, günlük hayatta da kazanca ve kayba tutunuyorsunuz demektir. Övgüye ve yergiye tutunuyorsunuz demektir. Onaylanmaya ve onaylanmamaya tutunuyorsunuz demektir. Acıya ve hazza tutunuyorsunuz demektir.
Birisi tarafından övüldüğünüz zaman bilin ki bu geçici, bunda tutunulacak bir şey yok, bu sizi kalıcı hale getirmeyecek. Birisi tarafından yerildiğinizde bilin ki bu siz değilsiniz, bu yergi sizi yaratmayacak, bu yergi sizi tanımlamayacak, bu yargı sizi kalıcı yapmayacak.
Övgüyü göz ardı etmek yergiyi göz ardı etmekten daha kolaydır. İnsanlar iyi olanı kabul eder ama kötü olanı kabul etmek istemezler. Oysa iyi olanın da kötü olanın da değişmek zorunda olduğunu, geçici olduğunu, bunlara tutunamayacağımızı kavramalıyız.
Gündelik hayatta bu basit gerçeği fark edersek o zaman tüm eylemlerimiz şibumi olur. Gösterişsizliğe ve kendiliğindenliğe, tutunmamaya, beklentisizliğe adım atabiliriz. Peşinden koşulacak bir şey yok. Peşinden koşulacak her şey acı. Deneyim peşinde koşan spiritüel çapkınlardan olmayın. O öğretiden o öğretiye, o deneyimden o deneyime koşan kişilerden olmayın. Hiçbir deneyimin, hiçbir ruh halinin kalıcı olmadığını, bağımsız bir karakteri olmadığını ve kalıcı tatmin sağlamayacağını unutmayın. Deneyimin kendini ne kadar güzel olursa olsun geçecek, ne kadar kötü olursa olsun geçecek.
Dolayısıyla da, meditasyon sırasında zihnimizde ve bedenimizde ya da çevremizde ne olursa olsun, biliyoruz ki tutunacak bir şey yok. Biliyoruz ki bunların tümü geçici. İyi meditasyon ya da kötü meditasyon diye karşıt iki durum yok. Yalnızca meditasyon var. İyi ve kötü yalnızca bize hatalı bedeller ödeten birer fiyat; o kadar. Bizler ise meditasyon sırasında fiyatlara tutunmayıp değere odaklanıyoruz.
Spiritüel çapkınların sürekli olarak yaptıkları şeydir bu: acıya değer biçmek ve onu yoktan var etmeye çalışmak. Sorgulamaları hep hatalı yerlerdedir. Bedenlerine bir ok saplanmıştır ve onlar şu soruları sorurlar: Bu ok neden yapılmış, okun yapıldığı odun hangi ağaçtan gelmiş, bu ağaç nerede yetişmiş, ağacı kim kesmiş, bu ağaçtan oku kim yontmuş, hangi stilde yontmuş, okun metali nereden çıkarılmış, kim tarafından çıkarılmış, nerede dökülmüş, kim şekillendirmiş, yay hangi stilde yapılmış, nerede yapılmış, kim tarafından yapılmış, ne zaman yapılmış… Oysa yapılması gereken bir tek şey vardır: oku çıkarmak.
*****
Bu sabah erken saatte uyanıp meditasyona oturdum. Eşimi uyandırmamak için, otelde oğlumun odasına geçtim. Onun uykusu daha ağır. Sabah uyandığında, yatağının üzerinde beni meditasyonda buldu. Daha sonra yemek yerken, “Baba niçin tatilde bile meditasyon yapıyorsun?” diye sordu. Çoğumuz böyle düşünüyoruz. Meditasyonun gerçekte ne olduğunu anlamadığımız için onu sıkıcı, yorucu, çaba gerektiren bir iş zannediyoruz.
Bunu anladığımız zaman enerjisiz olmanın da bir düşünce olduğunu anlarız. Enerjisiz olmak bir düşünce ve bir seçimdir yalnızca. Varsayımsal bir iyiyi varsayımsal bir kötüye tercih etmektir. Orada öylece, enerjisiz bir şekilde oturmak ya da yatmak yalnızca bir seçimdir; bir düşüncedir. Yatarsam, meditasyona oturmaktan daha mutlu olacağım varsayımıdır. Oysa bunun bir düşünce, bir varsayım olduğunu anladığında ve kalkıp meditasyona oturduğunda, her koşul altında gözlemleme becerinin, zihnin gerçek doğasının orada var olduğunu anlıyorsun. Zihnin gerçek doğası uyanıktır, asla uyumaz. Bu sebeple ölümsüzdür. Doğmamıştır ve ölmeyecektir. Zihnin gerçek doğasına ulaşmak ölümsüzlüğe ulaşmak, bölen, ayıran, taraf tutan zihin ile özdeşleşmek ise ölümlü olmaktır.
Günlük hayatta, aman dur ben şimdi şu alkışın tadını çıkarayım yarın uyanık kalmaya çalışırım; ya da aman ben şimdi şu hazza kendimi bırakayım yarın hazzın geçici olduğu konusunda uyanık olayım diyemeyiz. Alkışlandığımız zaman bu durumun yavaş yavaş sonlandığını, geçici olduğunu, biteceğini ve bu alkışın bizi tanımlamadığını, gerçek değerimiz olmadığını yalnızca fiyatımız olduğunu anlamalıyız. Belki bu alkış bana gerçek değerimin bu olduğunu hissettiriyor olabilir ama kesinlikle bu benim gerçek değerim değil, yalnızca tercih edilmemden doğan fiyatım.
Aydınlanma yolunda yürümeye çalışan insanlar aydınlanmaktan ölesiye korkuyorlar. Bu yüzden uyanıp aydınlanamıyorlar. Fiyatlarını değerleri sandıkları ve uyanmanın fiyatlarını alaşağı edeceğini bildiklerinden korkuya kapılıyorlar. Yok olacaklarını, hayatlarını artık eskisi gibi sürdüremeyeceklerini düşünüyorlar. Bu şekilde düşünerek de kendi kendilerini baltalıyorlar. Aynı şekilde meditasyonunuzda, gürültüden patırtıdan, sıcaktan, düşüncelerden, ağrılardan yakınmak gerçekte yaşamın acı olduğunu ve kendinizin de acı çektiğinizi unutmak anlamına geliyor. Acı çekmekten kurtulmaya çalışmanın acının kaynağı olduğunu unutuyor ve bu unutma ile aydınlanmaya, uyanmaya çalışıyorsunuz. Bu çok acı. Çok üzücü. Uyanmaya çalışırken, acıyı sonlandırmaya çalışırken acı yaratmak bu.
Acı var; o kadar. Hepimiz acı çekiyoruz. Yapacağımız şey tarafsız gözle bu acıyı gözlemlemek ve acıya sebep olan anlayışı beslemeyi bırakıp acıyı sonlandırmak.
*****
Meditasyona oturduğumuzda tek bir şey önemli: tam uyanıklıkta olmak. Doğru mu yapıyorum yanlış mı yapıyorum tarzı sorgulamaların bir önemi yok. Önemli olan tek şey şu: farkında mısın yoksa değil misin?
Eğer farkında değilsen, ölümlüsün; çünkü yalnızca koşullar uygun olduğunda var olacak ve koşullar değiştiğinde ölecek bir ego yaratıyorsun. Eğer farkındaysan o zaman zihnin bütün inşa çalışmaları sonlanıyor. Farkındalık, uyanıklık orada olduğunda, fiyatlar bir kenara bırakılıyor ve geriye yalnızca altın kalıyor. Aynı şekilde, düşünceler. Tercihler bir kenara bırakıldığında, bir şeye tutunulmadığında geriye yalnızca farkındalık kalıyor. Farkında olan bir fiyat, farkındalık ise bir değer. Fiyatla birlikte, farkında olan da ortadan kalkıyor. İşte bu, tutunmamak; bu, hakikate uyanmak. Farkında olan yok, hiçbir zaman var olmadı, var olan tek şey farkındalık ve o da doğmadı ve yok olmayacak. O, ölümsüz.