Giriş

Evrenin Dini çok iddialı bir başlık… Anlatacaklarımı, anlatabileceklerimi lütfen, benim bu güne kadar öğrenebildiklerim olarak değerlendirin. Daha çoğunu, daha iyisini bilen muhakkak vardır, ve keşke onlar da paylaşsalar, ben de onlardan daha fazlasını öğrenebilsem…

Evrenin dini derken, sadece dünyada geçerli olmayan, ama dünya da evrenin bir parçası olduğu için, dünyada da geçerli olan bir dinden bahsediyorum. Evrenin her yerinde geçerli olan temel kurallar ve kabullerden bahsediyorum. Bunları nereden bildiğimi bilmiyorum. Ne bir melek, ne bir kanal, ne de vahiyler… Sadece öğrendiklerimden sonrasında yaptığım derin tefekkürler ve meditasyonlar sonrasında zihnimde zuhur eden ilhamlar… Bu ilhamlar üzerinde yaptığım uzun ve derin düşünmeler sonunda ulaştığım fikirler…. Bu fikirler üzerinde yaptığım araştırmalar sonucunda gelişen, ve elbette tartışılabilir, kusurlara açık önermeler….

Yani aslında anlatacaklarım benim için gerçek, ya da “hakikat”. Başkaları bambaşka bir şekilde düşünüp, inanabilirler. Kimse beni inançlarımı ve düşüncelerimi savunmaya zorlayamayacağı gibi, ben de kimsenin inancını yargılayamam. Zaten anlatmaya çalışacağım din önerisi de, tamamen bunun üzerine kurulu. Hangi dinden olursak de, ya da hiçbir dine ait olmasak da değişmeyecek temel kurallar bunlar. Bu temel üzerine, her türlü din ya da inancın mabedi inşa edilebilir. Yani, bu kuralları temel kabul ettikten sonra, bunlara ilave edilebilecek her türlü bireysel, ya da kitlesel inanç da en az benimkiler kadar aziz. O yüzden, ne kimsenin inancına bir söz söylüyorum, ne de kendi inancımı empoze ediyorum. Herkes istediğine inansın, istediği yolda ilerlesin. Birileri benim söylediklerimi duyar, düşünür, ya da benimserse, görevimi yapmış olurum. Bu bir tek kişi olsa da, hatta hiç kimse olmasa da, önemli değil. Benim görevim bunu anlatmak. Sonrası açıklayacağım gibi, yine ortak kararlarımızla gerçekleşecek…
Bugüne kadar az yazmadım, ama beni en çok heyecanlandıran yazım bu. Klavyede parmaklarım çok kararsız. Yazacaklarımı bilmediğim için değil, onları çok iyi biliyorum, ama yazıp yazmama kararsızlığıyla, kendimle mücadeleyle geçirdiğim çok uzun bir dönem var. Ve bu dönemin sonunda, bir konferans vermem istendiğinde, başlık olarak aklımda birden evrenin dini sözcükleri zuhur edince, artık kendime direnmeyi bıraktım. Bu yazıları hızlı ve üzerinde uğraşmadan, klavyeden aktığı gibi yazacağım, daha sonra düzeltme ve ilaveler yapabilirim.
Dünyaya harika bir ailenin parçası olmak dışında, hangi nedenle geldiğimi hepimiz gibi çok sorguladım. Eşim bana “kendi kendine öğrenme birincisi” der. Sanırım beni en iyi tarif eden lakaplarımdan biri bu. Çok küçük yaşlardan beri, gizli ve gizemli olanı merak ettim. Yine çok küçük yaşlardan beri, hem dinler ve felsefeyi, hem de ezoterik ve batıni öğretileri, hem teorik, hem pratik düzeyde inceledim. Pratik çalışmalardan ve sağladıkları açılımlardan çok faydalandım. Daha yolum olmasına rağmen, zihnimi arındırdım, ruhumu eğittim, ezbersiz olmaya doğru gidiyorum. Bu yolda bana çok şey öğretenler de oldu. Ama ne bir guru, ne bir şeyh, ya da ne bir hoca, beni şekillendirmedi. Bu yüzden, zaten öğrenmeye devam eden, hatalar yapmış ve yapacak biri olarak, ben de asla böyle bir pozisyonda olmak istemiyorum. Başkalarına göre daha çok soruya cevap verebilmek, kimseyi bütün sorulara cevap verebilecek bir konuma getirmez. Bu yüzden söyleyeceğim, bildiklerimin yettiği kadar sorulara yanıt vereceğim, ama bilmediklerimi öğrenmek için çaba göstermeye de devam edeceğim. Çünkü söyleyebileceklerim temel kurallar olsa da, her zaman çok daha fazlası var, öğrenme yolculuğunun sonu yok. Ve insan olarak yaşadıkça, hiçbir zaman “her şeyi” öğrenemeyeceğiz. Çünkü sınırlı ve sınırlandırılmış zihinlerimiz var. Ne kadar çaba gösterirsek gösterelim, zihnimizi arındırsak da, hatta durdurabilsek de, hayatımız sürdükçe hiçbir zaman insan zihninin sınırlarından kurtulamayacağız. Ama algıladıklarımız, fark ettiklerimiz hep artacak. Benim katkım ulaşabildiğim bilgilerin, bunu seçebilecek olan bazılarına yol ışığı olabilmesi…
Eğer burada paylaşılanları aklınız veya kalbiniz kabul ederse, ve katılırsanız, sizlerden tek dileğim, katıldığınız bölümleri ilgisini çekebileceğini düşündüğünüz kişilere de ulaştırmanız. Hakikat yolculuğu başlasın…
Yerel ve Güncelin Sınırı
Din nedir, önce bunu açıklığa kavuşturalım. Din “takipçileri tarafından güncel ve yerel hukuktan ve ahlaktan daha üstün tutulan bir yaşam kuralları bütünü”. Daha birçok tanım var. Ama bu tanımlar bütün dinleri kapsamıyor, genellikle örgütlü ve tek tanrılı dinlere odaklılar. Bazı dinlerde Tanrı yok, bazılarında birçok tanrı var. Bazı dinler ibadet önermiyor, bazıları bütün hayatı ibadete, diyanete dayandırıyor. Bu yüzden diğer tanımlamalar yerine dinin bir yaşam kuralları bütünü olduğunu, ve bunun ahlaktan ve hukuktan temel farkının, güncelliği ve yerelliği aşması olduğunu vurgulayan tanım en genel olanı.
Bugün çok eski dinlerin mensubu olup, çok mutlu yaşayan birçok insan da var, bu dinlerin yorum farklılıklarıyla çeşitlenmiş mezheplerine, daha da yeni yorumlarına inananlar da var, inanıp da dinlerinin kurallarını uygulamayanlar da var, hiçbir dine inanmayanlar da… Bu nedenle dinin güncelliği ve yerelliği aşması dışında, aslında ahlak ve hukuk gibi bir kurallar bütünü olması tanımı yeterli.
Bizim bildiğimiz, ve bilmediğimiz dinler, hep geçmişten geliyor. Bildiğimiz zaman kavramı nedeniyle bu son derece normal. Bir din geçmişte ortaya çıkacak ki, sonrasında takipçileri kurallarını yaşatsın. Ama bildiğimiz tarih sınırlı. Yazının 6000 yıllık geçmişi, şimdilik, bizi daha önceki dinleri öğrenmekten alıkoyuyor. Yani aslında bahsettiğimiz sadece 6000 yıllık bir geçmiş.
Yerellik konusu daha da ilginç. Bugün en çok sayıda takipçisi olan bütün dinler Asya kökenli. Tek tanrılı ve bugün hâkim olan dinler sadece Ortadoğu kökenli. Yerel kökenlerine rağmen bu dinler bugün dünya nüfusunun yarısından fazlasını etkiliyorlar. Ama aslında, bildiğimiz kadarıyla bütün dinler dünya kökenli. Yani, eğer evrenin başka köşelerinden öğretilmiş olma ihtimali olsa da, tümünün dünya üzerinde ortaya çıktığı bir gerçek.
Buna rağmen, bir çok dinin takipçileri, kendi dinlerinin dünyanın, geleceğin, ve evrenin tek dini oldukları konusunda çok kesin kabullere sahipler. İşte bu noktada bir sorun yaşıyoruz. Elbette herkes istediğine inanır, ama kendi inancının diğerlerinden daha üstün, hatta evrensel olduğunu iddia etmek, evrenin zaman ve uzay sonsuzluğu içinde, insanoğlunun eğlenceli had bilmezliğini gösteren bir diğer özellik. (Bu yazı nedeniyle ben de aynı davranışın içinde miyim, henüz buna karar veremedim…)
Eğer kendi dinlerinin evrensel olduğunu düşünenler, diğer dinlerden olanlara kötü davranırlarsa, onları kendi dinlerinin kurallarına göre yargılar, yaşam tarzlarına müdahale ederlerse, hatta öldürürlerse, hatta bunları yapmaz ama sadece düşünürlerse, bu aslında, sadece son derece yerel, ve son derece güncel olduklarının delili oluyor. Evrensel bir öğretinin, sadece bugün ve dünyada bizden farklı olanları değil, evrenin her yerindeki farklılıkları da kapsaması, ve her zaman ve her yerde geçerli olması gerekir. Oysa takipçilerinin evrensel olduğundan emin oldukları dinler, geçmişteki bir coğrafyanın değerleriyle, gelecek ve evren için geçerli olduklarını iddia ediyorlar.
Evrensellik zaman ve mekân sınırlarından bağımsız olmak, olabilmektir. Aslında büyük olasılıkla daha başka bağımsızlıklar da gerektirir, ama bunlar bizim algı boyutumuzu aşıyor. Bir bilginin, öğretinin ya da dinin evrensel olabilmesi, ancak zaman ve mekânı her şart ve koşulda aşabilmesiyle mümkün. Bugün hâkim olan dinler geçmişten geldikleri ve yerel oldukları için, modern insanın ihtiyaçlarına cevap vermiyorlar.
Oysa aslında yayılmaya başladıklarında bütün dinler çok daha evrenseldir. Dinin yayılma aşamasında, hoşgörü, basitlik ve şefkat hâkimdir. Bütün dinlerde böyle olmuştur. Fakat daha sonra kurumsallaşma aşamasında, dinin takipçileri, aslında basit, hoşgörülü ve müşfik olan öğretiyi, sert kurallara, hiyerarşiye, reddiyelere boğmuşlar, dinin takipçileri arasındaki dayanışmayı arttırabilmek için, bizden olanlar-olmayanlar ayrışmasını teşvik ve empoze etmişler, ve din, ilk halinden çok daha hoşgörüsüz, karmaşık, ve çatık kaşlı bir şekle dönüşmüştür. Aynı katılaşma, dinin farklı yorumlarına dayanan mezheplerde de görülmüştür.
Bu yüzden bir dini evrensellikten uzaklaştıran, aslında kurumsallaşma aşamasıdır. Bu aşamada kurallar ve kabuller yerel ve o zamana ait değerler üzerinden kurulur, ancak bu değerler gelenekselleştikleri için, başka yer ve zamanlarda da geçerli olmaları beklenir.
Aynı kurumsallaşma aşamasında, diğer dinlerle rekabet, hatta mücadele de söz konusudur. Bu mücadele tarihteki en kanlı savaşlara neden olmuş, tek Tanrı inancını paylaşanlar, birbirlerine büyük zulümlerde bulunmuşlardır. Rekabet, birbirlerini tarihten silme arzusu, aslında dinin ortaya çıktığı yörelerdeki yerellikten, bu kez yaşatıldıkları yerlerdeki yerel değerler üzerinden bir mücadeleye de dönüşmüştür. Örneğin Haçlı savaşları başarıya ulaşsaydı, Hristiyanlığın Roma’da Mitra inancına yaptığı gibi, bugün İslamiyet, o dönemde kabul edilen marjinal bir inanç olarak kabul edilebilirdi. Ya da eğer İslamiyet, İspanya’dan ve Avusturya’dan daha derin Avrupa’ya ilerleyebilseydi, ya da Hitler bütün Musevileri katletseydi, ya da Pakistan kurulmasaydı, ya da Protestan-Katolik savaşlarında taraflardan biri tamamen kazansaydı…
Bir dinin evrensel olabilmesi için, dini olsun olmasın, bütün insanlar ve insanlık, ve hatta evren için de geçerli olabilmesi gerekiyor. Bugün hâkim olan dinler, geçmişin ve doğdukları coğrafyanın güncel ve yerel değerleri üzerine kurulmuş oldukları, ve din tanımında yaptığım gibi, güncel hukuk ve ahlakla çeliştiklerinde, bir çok sorun ortaya çıktığı için, ne yazık ki evrensel değiller.
Bir diğer önemli nokta, dinlerin bilimin henüz açıklayamadığı konularda, insanın zihnini meşgul eden gizemlerde, kesin açıklamalar getirmesinin beklenmesi. Evrenin kendi kendine mi oluştuğu, ya da planlı bir tasarım olup olmadığı, tasarımsa bu tasarımı kimin yaptığı, nasıl ve neden yaptığı gibi aslında, tarihin, fiziğin, özetle bilimin konuları olan alanlarda, bir din açıklamalar yapar ve çoğu zaman olduğu gibi, bilimle çelişirse, o zaman o dinin güvenilirliği kalmıyor. Ve her zaman ve her yerde doğru bilgiler vermeyi de içeren evrensel doğruluk kriteri yine yara alıyor.
Aynı şekilde, ölüm ve sonrası, ruhlar, evrendeki bedenli ve bedensiz hayat gibi konularda da, dinlerin daha çok yerel kabullerinden ortaya çıkan ve tartışılması bile uygun bulunmayan yasaları olduğunu görüyoruz. Ama bütün referansların dünyadaki verilere dayandığı açıklamalar, özellikle ölümden sonrası için anlatılanlar, insanların korkularını beslese de, genellikle çok inanılır bulunmuyor.
Yine bu bağlamda, dinlerin gelecekle ilgili kehanetleri de var. Bazıları yaşanan deneyimlerin bazılarının, diğer bazıları tümünün, önceden planlanmış olduğunu, ölümden sonra, ya da bir kıyamet gününde dinin kurallarını yaşama oranına göre sınıflandırılacağımızı, bundan kaçış olmadığını söylüyorlar. Elbette eğer her şey planlıysa, neden yaşadığımız sorusu bir yana, bütün öğretiyi yine dünya üzerine kurarlarken, evrensellikten uzaklaşıyorlar.
Bir dinin, tarih, fizik, astronomi gibi bilimlerde, ya da ölüm ve sonrası gibi bilinmez alanlarda, o bilimlerden daha fazla bilgisi olduğu iddiası, kesinlikle mümkün olsa da, bu bile o dini evrensel yapmaya yetmez. Üstelik bir dinin evrensel olabilmesi için, sadece dünyayı değil, bütün evreni açıklayabiliyor olması gerekir.
Son olarak, mevcut dinlerin ibadet, ayin ve törenleri de, aslında doğdukları zaman ve mekânın normlarına göre geliştirilmiş olduğundan, evrenin her yerindeki farklı yaratılışları bırakalım, dünyadaki koşullara bile uygun olmuyor. İklim başta olmak üzere, bitki ve hayvan âlemi de hem mekânsal hem zamansal olarak bu kadar farklılaşırken, geçmişin ve dinin doğduğu coğrafyanın, bütün evrende uygulanabilecek tören ve ibadetleri içerdiği, evrenin sonsuzluğu düşünüldüğünde pek mümkün değil.
Bugünkü hâkim dinler, yine de evrensel olduklarını iddia ediyorlar. Oysa evrenin her yerini ve her zamanı bırakalım, dünyanın her yeri ve her zamanını bile kapsamıyorlar.
O zaman yeni bir önerinin tam zamanı…
Temel Kural
Tanrı kesinlikle var. Ve bildiğimizden çok farklı.
Uzakta bir yerde, bizden ayrı, farklı, sevgi ve ışığın merkezi, bizi zaman zaman sevgiyle cezalandıran, ya da son derece dünyevi ödüllere boğan bir yargıç değil.
Tanrı hepimizin bileşkesi. İradelerimizin, seçimlerimizin, kendimizi değiştirme gücümüzün bileşkesi.
Kendisini tanımak istemiş, ve sonsuz dönüş potansiyelini kutuplulukta karşılaşacak şekilde yeniden yaratmış. Kutupluluğun yatay sekiz şeklindeki sonsuz dönüşünde, her seferinde ortada kendisiyle karşılaşmış, ve kendisini tanımaya devam etmiş ve hala bizler aracılığıyla kendisini tanımaya devam ediyor.
Aslında tek bir amacımız var. Bizi, kendisini tanıyabilmek için bütününden ayıran Tanrı’ya ve bütününe yeniden kavuşabilmek için, içimizdeki Tanrı’yı tanımak. Yaratılış amacımız bu. Evrenin yaratılış amacı da bu.
Bu kadar basit. Karmaşıklaştırsalar da, zorlaştırsalar da, gerçek bu kadar basit…
Ama eğer bunun nasıl gerçekleştiğine bakarsak, sistem son derece karmaşık. Amaç basit, ve aslında en derinimizde hepimiz bu amacı da biliyoruz. Yine de insan aklı, nasıl sorusunun cevabını muhakkak öğrenmek istiyor. Bugün bilim, nedenleri tespit edebilmek için nasıl sorusunun tamamen yanıtlanması gerektiğini, eğer nasıl sorusunu yanıtlayamazsak, neden sorusuna geçmememiz gerektiğini, neden sorusunun kesin ve bilimsel bir cevabı olamayacağı için, bununla uğraşmamamızı, nasıllara odaklanmamızı öneriyor.
Halbuki nedeni içimizde biliyoruz. Evren de, biz de, sadece parçası olduğumuz Tanrı kendisini daha iyi tanısın diye varız. Bu bilimsel mi? Henüz değil. Bunu içlerinde bilenler bu bilgiyle yetinirler mi? Hayır, nasıl olduğunu da bilmek isterler.
Oysa nasıl sorusunun cevabı evrensel değil. Yani evrenin her yerinde aynı nasıl mekanizması ve sistemi çalışmıyor. Farklı düzeylerde, farklı mekanizmalar var. Pekiyi bunların ortak kuralları var mı? Evet, var.
Nasıl sorusuna ve bizim evrensel dine göre dünyada nasıl yaşadığımıza ve nasıl yaşamamız gerektiğine daha sonra yine döneceğim. Ama önce temel kuralları incelememiz lazım.
Bütün kurallar Tanrı’nın kendisini tanımak için, potansiyelini harekete geçirmesi, ve parçalarının deneyiminden öğrenmesi amacına hizmet eder. Bu yüzden, bütün kurallar, bu öğrenme sürecini beslemek, zenginleştirmek, ve güzelleştirmek için mevcuttur.
Amaç olabildiğince çok deneyim, bilgi ve çeşitliliktir. Bunların sağlanabilmesi için, önlerinin açık olması, ve engellenmemeleri gerekir. Yani genel olarak, deneyimi, bilgiyi ve çeşitliliği engelleyen her şey yasak, arttıran her şey de uygundur.
Parçaların bütüne doğru yolculuklarında, uymaları gereken temel kural çok basittir. “Sana yapılmasını istemediklerini kendine ve başkalarına yapma, sana yapılmasını istediklerini kendine ve başkalarına yap”.
Bu kural evrenseldir. Ve bütün zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir.
“Sana yapılmasını istemediklerini başkasına yapma” bölümü, bilinen bir kavram, ve bizim alışık olduğumuz türden dinlerin “yapma” kurallarına benziyor. Elbette dinlerde yasaklanan, ve Tanrı’nın buyruğu olduğu için yasaklandıkları düşünülen daha bir çok eylem var. Bunlar bahsettiğim geçmiş ve yerel kültürlerde çok daha önemli ve anlamlılar. Ama evrensel değiller. Çok büyük olasılıkla evrenin her yerinde yenmemesi gereken domuzlar veya inekler yok. Ama kural, sadece kişinin vicdanına sesleniyor. “Sana yapılması durumunda hoşuna gitmeyecek bir şeyi, başkalarına da uygulama” derken, aslında hem zaman ve mekân olarak çok daha genel bir açıdan bakıyor, hem de ahlakı bireyselleştiriyor. Bu durumda şu sorulabilir, kendisinin öldürülmesini umursamayan biri, başkasını öldürebilir mi, ya da, tecavüz edilmeyi umursamıyorsa, tecavüz edebilir mi? Kurala basit açıdan bakarsak evet. Ama başkası derken, sadece karşımızdaki diğer birey kast edilmiyor. Öldüreceğiniz insan birinin oğlu ya da babası, tecavüz edeceğiniz kadın birinin kızı ya da annesi ise, “oğlunuzun-babanızın öldürülmesi, ya da kızınıza-annenize tecavüz edilmesini ister misiniz?” sorusu da kuralın içinde.
Ama eğer biri, her şeye rağmen, bunları umursamıyorsa, ki son derece mümkün, o zaman bunu yapar. O zaman, belki gerçekten, belki de sadece zihnimizde, onu yargılar, mahkum eder, cezalandırırız. Aslında onun, Tanrı’nın kendisini tanıma deneyiminin bir parçası olduğunu, onun da bizimle aynı bütünün bir parçası olduğunu unutmuş oluruz…
Birini öldürmek ya da öldürebilmek, ya da tecavüz, benim seçimim değil. Kendi hayatımı değil, ama çocuklarımın hayatlarını koruma noktasına gelirsem, ne yaparım bilmiyorum. Ama biliyorum ki, eğer biri bunların kendisine yapılmasını umursamıyorsa, yapacaktır.
Diğer taraftan, bu istisnai örnekler dışında, bunları yapanların çoğu, aslında kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyi başkalarına yapanlar. Yani kurala uymayanlar. Pekiyi biz o zaman onları nasıl cezalandıracağız?
Tabii ki, aynı kurala uyarak. Eğer böyle bir suç işlersek, bize ne yapılmasını istemiyorsak, bu insanlara da onu yapmayacağız. Çok zor, ama kural böyle. Eğer uyacaksak, basit bir kuralın son derece karmaşıklaşabilen sonuçları olsa da, yine de uyacağız.
Kural daha az bilinen bölümüyle devam ediyor: “sana yapılmasını istediklerini başkalarına yap”. Aslında bütün dinlerin “yap” bölümleri birbirine “yapma” bölümlerinden çok daha fazla benziyor. Yardımlaşma, sevgi, hoşgörü, koruma gibi, yüksek erdemler öneriliyor. Bazen yine dinlerin doğduğu zaman ve mekânlara ait özel “iyilikler”, olsa da, tümünde benzer şeyler var. Dinin takipçileri daha yüksek erdemlere ve ahlaka çağrılıyorlar. Bu nedenle aslında bütün dinlerin “yap” bölümleri genelde aynı. (Ama o zaman, eğer amaç Tanrı’nın kendisini tanıması için daha çok deneyim ve çeşitlilik sonucunda daha çok bilgiyse, ve eğer herkes aynı yüksek ahlakın parçaları olursa, o zaman bu yüksek ahlak, deneyimin sona ermesi anlamına mı geliyor? Bu güzel soruya daha sonra yanıt vereceğim.)
Ama bazen bize yapılmasını çok istediğimiz bazı şeyler, dinlerin “yapma”lar listesinde yer alabiliyor. Bu durumda, bize yapılmasını istediğimiz bir şeyi yaparken, karşımızdakinin, ya da kendi dinimizin kurallarına karşı gelebiliyoruz. Bu durumda, özellikle “yapma” kurallarının daha önce de ifade ettiğim gibi, dinlerin ortaya çıktıkları zaman ve mekan koordinatlarıyla sınırlı olduklarını, ve evrensel olamadıklarını düşünmeliyiz.
Genellikle bundan daha ilginç olarak, kendimize yapılmasını istediğimiz şeyleri başkalarına yaparken, onların bunu isteyip istemediklerini sormuyoruz. Eğer bize yapılmasını istiyorsak, muhakkak o da istiyordur sanıyoruz. Ve bu bazen zorlamalara, baskılara kadar gidebiliyor. O zaman kurala başkalarından onay alma şartını da eklemek gerekiyor. Ama daha derine inersek, kural aslında bunu da kapsıyor. Eğer bir başkasının kendisine yapılmasını istediği bir şeyi bize yapmadan önce, bizim bunu isteyip istemediğimizi sormasını istiyorsak, biz de kurala uygun olarak, böyle yapmalıyız.
Ama evrensel kural bu ikisinin toplamından farklı. Çünkü bu iki kural sadece başkalarıyla ilişkimizi düzenliyor. Bütünün bizim dışımızdaki parçalarına nasıl davranabileceğimizi, nasıl davranmamız gerektiğini özetliyor. Ama Tanrı’nın ben olan parçasıyla, benim Tanrı olan parçamla ilişkim konusunda eksik.
Hâlbuki amaç, Tanrı’nın kendisini tanıyabilmesi için bölündüğü parçalardan biri olarak, içimdeki Tanrı’yı tanımamsa, aslında en önemli ilişkim kendimle olan ilişki. Ve bu nedenle aynı kuralları kendim için de uygulamalıyım. Kendime, başkalarının bana yapmasını istemediklerimi yapmamalı, başkalarının bana yapmasını istediklerimi yapmalıyım.
Modern insanın en zorlandığı bölüm bu. Gittikçe artan sosyalleşmeler nedeniyle, sadece kendi küçük çevresinin değil, çok daha büyük grup ve kültürlerin etki alanındayken, doğru davranma, doğru yaşama, toplumsal kabul, başarı gibi konularda uyması gereken çok daha fazla kural var. Bu nedenle insanlar kendilerine başkalarına davrandıklarından daha “kötü” davranıyorlar. Kendilerini zorluyor, cezalandırıyor, zulmediyorlar. Oysa kural gereği başkalarına yapmayacakları hiçbir şeyi kendilerine de yapmamalılar.
Bir diğer konu ise, insanların kendileri için güzel şeyler yapmayı, kendilerine güzel davranmayı unutmuş, ya da daha kötüsü hiç öğrenmemiş olmaları. Özellikle doğu toplumlarında biz kavramı, ben kavramının hep önündeyken, insanlar, arzularını, tutkularını, keyif ve hazlarını hep erteliyorlar. Başkalarının beklentilerine göre yaşarken kendilerine bir türlü sıra gelmiyor.
Daha az sayıda olsa da, gittikçe büyüyen bir grup insan ise, kendilerine çok fazla özgürlük tanırken, başkalarını umursamıyorlar. Daha çok yeniçağ gruplarında var olan bir düşünce sistemi bu. Ama gelişmeyi durduran, pasifist, razı ve teslim bir ruh hali, Tanrı’nın kendisini tanıyabilmesi deneyimine hizmet etmez. Tanrı daha fazlasını öğrenmek için, bizim razı olmamızı değil, deneyimlememizi bekliyor.
Kendimizle kuracağımız ilişkinin çok basit bir kuralı var aslında, o da kendimize çocuğumuz gibi davranmak. Kaç yaşında olursak olalım, ya da çocuğumuz olsun olmasın, o anda kendimize, ebeveyn olarak çocuğumuza bakar gibi bakmayı başarabilmek. Kendinize hayatı çocuğunuza öğretir gibi öğretmek. Onu ödüllendirir gibi teşvik etmek, motive etmek, cesaretlendirmek, güçlendirmek, şefkat göstermek. Ama bunun yanında, hatalarından ders almasını sağlamak, riskleri doğru hesaplamayı öğretmek, disiplini elden bırakmamasını sağlamak…
Herkes aslında Tanrı’nın çocuğu. Eğer onun bize nasıl baktığını anlamak istiyorsanız, çocuğunuza nasıl baktığınızı inceleyin. Eğer bir karar aşamasındaysanız, çocuğunuz hangi seçeneği seçse mutlu olacağınızı düşünün? Sevgili ya da eş adayı gibi mesela, çocuğunuz böyle biriyle gelse ne hissederdiniz? Ya da önünüzdeki kariyer seçenekleri, ya da bütçe kararları, çocuğunuz hangisini seçsin isterdiniz?
Temel ve evrensel kural bir tane ve çok basit: Sana yapılmasını istemediklerini kendine ve başkalarına yapma, sana yapılmasını istediklerini, kendine ve başkalarına yap.
Eğer bu kurala uyabilirsek, bütüne doğru yolculuğumuz, amacına ulaşabilecek, eğer uyamazsak, o zaman ne yazık ki, yolculuğumuz çok daha uzun sürecek.

(Devam Edecek)

Ali Korkut Keskiner