Güneş sistemi, Samanyolu’nun içinde, onun merkezine ve galaktik yörüngesine bağımlı olarak, yani onunla birlikte topluca bir yöne doğru akış hâlindedir. Sadece bu sistemin dahi milyarlarca yılda ne kadar yol almış olduğunu düşünebilir misiniz?
Dünyanın Güneş etrafındaki yörüngesi dairesele yakın elipstir. Yani dünyanın hareketi, Güneş odaklı düşünüldüğünde, ona göre, görünüşte eliptik karakter arzeden bir ‘spiral’ çizer. Tabii ayrıca Samanyolu nereye giderse hareketi bir de ona bağımlı ve onunla birliktedir. Yani Samanyolu’nun banliyölerinden birinde yer alan Güneş sistemi doğal olarak bir de onunla birlikte hareket etmektedir. Samanyolu da bugün için bilinebilen milyonlarca ve tahmin edilebilen milyarlarca sistemden sadece ve o da küçük sayılabilecek boyda bir yıldızlar topluluğudur… Sayılar ve boyutlar böylece ve akla ziyan biçimde sürüp gider…

‘Milyarlarca ışık yılı’ ne demektir? Ve ona karşılık bir insanın ömrü ne kadardır? Bir insan ne kadar ‘büyük’ ve önemli olursa olsun, böylesine akıl almaz büyüklükler karşısında da; durmadan değişip gelişen dünya nizamı bakımından da ‘kıymet-i harbiye’si ne olabilir ki? Hele de o insan, tüm diğer insanları kendince ayrıştıran, ‘öteki’leştiren, kendinden olmayanları ‘değersiz’ ve günahkâr gören; inanç uğruna birbirlerine karşı savaşlara sürükleyen ve bütün bunları haklılaştırmaya çalışıp bir de teşvik eden birisi ise… Bir de insanlığın sadece son elli yıldaki gelişimine bakınız… Bu durumda mutlaka başka boyutların ve o boyutlardaki canlıların, veya bizim gibi olmasalar da başka hayatiyet formlarının yer aldığı, bilinen-bilinmeyen, görünen-görünmeyen, tahmin edilebilen-edilemeyen sayılamayacak kadar çok gezegenin varolması gerekmiyor mu?

…..
Gezegenimiz hepimize kucak açtı, milyonlarca yıldır sayısız türde yaşama imkân sağladı, hepimizi yetiştirip büyüttü. Biz ise, olanca bencilliğimiz, nankörlüğümüz ve çirkinliğimizle, gerçekte hiç kimsenin olmayan bu güzelim dünyaya yapmadığımızı bırakmıyoruz. Ve o bizim olmayanı gelip geçici heveslerimiz, tutkularımız, hırslarımız uğruna bölüp parçalıyor; her gün daha da çok tahrip edip kirletiyor; doğal dengesini acımasızca bozarak yavaş yavaş yaşanamayacak hâle getiriyoruz. En hazin olanıysa, tüm bunları yaparken tanrının bize bahşettiği bilim ve teknoloji ile, kendi tasarımımız ve en büyük ‘putumuz’ olan ‘para’nın sağladığı imkanları kullanıyor olmamız. Tabii konuya neresinden bakarsanız bakınız, bu biraz da ‘zekâ’ sorunudur; ruhsal gelişmişlikle, ne için yaşadığını bilmekle, zihinsel arınmışlıkla ilişkilidir. Ve bütün bunların sonucunda oluşan anlayışlılık ve farkındalık meselesidir. Yani aklımızı ve enerjimizi olanca saldırganlığımız, bencilliğimiz, ortak yaşama saygısızlığımız ve küstahlığımızla, kalkıp ne yazık ki bir de kendi sonumuzu getirecek biçimde kullanıyoruz. Yerkürenin doğal yaşam ortamını bozdukça cezalandırılmayı da hakediyoruz. Kendine ve doğaya karşı ‘duyarsızlaşan’ insan, maalesef ki bu durumun sonucunda ortaya çıkan sorunlara karşı da duyarsızlığını sürdürebilmektedir. Bunun kaderci, bölücü, terörist veya dogmatik olmaktan hiçbir farkı yoktur.

Yani bir bakıma henüz ne yaşamayı öğrenebilmiş ne de insan olabilmiş durumdayız. Bu da henüz yeterince evrimleşemediğimizi gösteriyor. Doğada sorunlarını böylesine kendi yaratan, huzursuzluk ve çatışmalardan adetâ zevk alan, onlardan kendi yapay-mutluluğunu yaratabileceğini sanan; yaşadığı yere, kendi evine böylesine saygısız başka bir canlı türü daha göremezsiniz. En verimli tarım alanlarını dahi insan yerleşimine ve yanlış sanayileşmeye feda eden, hâlâ tropik ormanları tahriple meşgul olanlara evrim ve tekâmülden sözetseniz anlayacaklar mıdır? Göller de dahil bütün sulak alanlar hızla kuruyup yok olurken; kaynak sularının verimleri düşer ve tüm diğer yeraltı su kaynakları hem kirlenip hem de gittikçe derinlere çekilirken; denizler ve okyanusların vahşice kirletilmeleri sonucu buralarda yaşayan canlı türlerinin kimileri gezegenimizden ebediyyen yokolup, kalanlar da sayıca böylesine azalırken duyarsız kalabilenlerin sevgi dolu, bilge, erdemli ve şefkatli oldukları düşünülebilir mi?

Hatâlı enerji ve tüketim politikaları nedeniyle durmaksızın kirletilmesi yanında, doğal kaynakları hızla tüketilen; sadece atmosferi değil florası, faunası, yağmur ormanları dahil tahrip edilen; nadir canlılarının soyları tükenmeye yüz tutmuş bu talihsiz dünyanın içler acısı durumu, sorumsuz zihinleri hiç de etkilemiş görünmüyor.
Çevre kirliliğinin en ağır ve tehlikeli türleri olan nükleer kirlilik, radyasyon, zehirli baca gazları, özellikle de sanayileşmenin neden olduğu sentetik gazlar; bütün diğer atmosfer kirleticileri ile birlikte küresel ısınmayı artırarak dünyanın iklim dengesini bozan, onu kuraklaşmaya hattâ çölleşmeye götüren başlıca nedenlerden sayılmaktadır.

Son yıllarda hızla artan kanser türlerinin başlıca nedenleri doğal çevrenin kirletilmesi, gıda ürünlerinin miktarını artırma uğruna genetik yapılarıyla oynanması, ticari sunumlarında pazardaki ‘raf ömürleri’ni uzatmak amacıyla bileşimlerine katılan ‘koruyucu’lar, aşırı tüketilen fast-food gıdalar, boyalı-gazlı içecekler ve tabii ki bir de psikolojik sorunlardır. Ayrıca ‘teknolojinin nimetleri’ sayılan ‘ömür törpüleri’ni de unutmamak gerekiyor. Birkaçını sayarsak; yüksek radyasyon üreten baz istasyonları, yerüstü yüksek gerilim hatları, cep telefonları, televizyonlar, evlerimizdeki kablosuz deck-telefonlar, mikrodalga fırınlar, bazı ‘yüksek çözücü’lü temizlik malzemeleri, koruyucu sentetik boyalar, aşırı plastik kullanımı, tarım ilaçları ve yapay gübreler, diş parlatıcıları, saç boyaları… liste o kadar uzun ki…

Evrim zaten tamamlanacak, sonlanacak birşey değil; tıpkı bilim gibi yani… Ama bizim henüz bu sürecin daha çok başlarında olduğumuz bir türlü görülemiyor. Daha da önemlisi, bu sonsuz evren, sadece bizler için yaratıimış veya oluşmuş da olamaz…

Gelelim binlerce yılın çıkarımlamalarına:

. Dünya, annemizdir.

. Bütün canlılar kardeşimizdir.

. Beğenelim ya da beğenmeyelim, hepimiz akrabayız.

. Bu gezegen bugün için ve ‘geçici olarak’ bizlerin kullanımındadır, aslında üzerinde yaşayanlar olarak şimdilik hepimizindir. Ama bizden öncekilerin, bizim ve bizden sonra gelecek olanların da… O halde buradaki hiçbir şey gerçekte kimsenin mülkü değildir.

. Bütün canlılar ‘hisseden varlıklar’dır. Çünkü hepsinin bedeni yanında zihni, az ya da çok gelişmiş bir rûhu vardır. Ama yaşayanlar arasında en ‘sorumlu’ olan, bu nedenle de en ‘bilinçli davranması gereken’ insan olmalıdır. Zira yaratma ve yoketme gücü en yüksek olan canlı, insandır.

. Peki, kendi hatâlarımızdan yeteri kadar ders çıkarabiliyor muyuz? Yaptığımız yanlışları giderme veya iyileştirme çabamız var mıdır; varsa yeterli midir?

. Yeterince hoşgörülü, eleştirel ve tahammüllü olma koşuluyla başka kültürleri de öğrenmek kuşkusuz yararlı, hattâ zihinsel gelişimimiz için gereklidir de.

. Geleneksel yaşam tarzımız ve düşünce sistemimiz üzerinde de, atalarımızın öğretileri üzerinde de özgürce, tarafsız ve eleştirel olarak akıl yürütebilmeli her gün yeniden ve yeniden düşünebilmeliyiz…

. Kendini seven ve saygı duyan, diğer yaşam türlerine de sevecenlikle, saygı ve şefkatle yaklaşacaktır. Kendisine saygısı olmayan evrensel yaşama da, diğer canlıların yaşam hakkına da saygı duyamaz.

. Doğanın gizemlerini çözebilmek için, önce ‘kendimizi bilmeye hazır’ olmalıyız.

. Doğadaki büyük enerji döngüsünü doğru anlayan, ona karşı saygısızlık edemez; umursamazca davranamaz ve düzenini bozmak için çabalamaz.

. Doğal ortamı güzelleştiren şey, oranın doğal haldeki canlı varlığı, ekolojik yapısı ve ona bağlı olan kendine özgü yaşamsallığı (hayatiyet)dır.

. Yaşamı güzelleştiren, yapaylığı ve sıradanlığı aşarak ona gerçek anlamını veren şeylerden biri de ‘yaşamı yorumlayabilmek’tir. Tıpkı fiziksel bilimler gibi, sanat ve felsefe de bunu sağlayabilir; zaten sanatçı ile düşünürün işlevi de budur.

. Kendimizi de, içsel dünyamızı da, gezegenimizi de nasıl temiz ve ‘işlevsel’ halde tutmamız gerektiğini yeterince bildiğimiz söylenemez. Ama öyle görünüyor ki, eskiden daha iyi biliyorduk. Öyle ki artık diğerlerinin yanında, gerçekte insan türünün de tehlikede olduğunu bir türlü farkedemiyoruz.

. Önce büyük şehirler inşa ediyor, sonra da fırsat buldukça onlardan kaçmaya bakıyoruz.

. Soluduğumuz havayı kirletip kalitesini bozarak kendi ciğerlerimize; doğayı tahrip edip ormanları, sulak alanları ve buralarda yaşayan bitkiler ve hayvanları yokederek de tabiatın ciğerlerine zarar veriyoruz.

. Güya evimizi temizliyor, ama o temizlik maddelerinin zararlı atıkları nedeniyle bu kez de doğayı kirletip tahrip ediyoruz. Buna bir de zehirli ve nükleer atıkları, tarım ilaçlarını, yapay gübreleri, pestisitleri, ağır metaller ile doğaya zararlı gaz emisyonlarını ekleyerek, her gün türlü çeşitli cinayetler işliyoruz. Ama o, her gün yıpransa da (şimdilik) tıpkı bir anne gibi, bize kucak açmaya devam ediyor… Acaba nereye kadar?

. Doğa bizimle sürekli konuşuyor; ama bu ailenin hayırsız ve haylaz bireyleri olan bizler, onu anlayamıyoruz.

. Hayvanlar, ormanlar, akarsular, göller ve denizler olmadan bir hiç olduğumuzu kavrayabilmekte hep geç kalıyoruz. Yani çok ama çok benciliz, dahası aptalız.

. Yaşamımıza büyük ölçüde seçimlerimiz yön verir. Şimdilerde doğanın ve kendi yaşamımızın tahribini seçtiğimiz görülüyor. Tutumumuzu en kısa zamanda değiştirmezsek, dünyayı yaşanmaz hâle getireceğimiz kesin olduğu gibi, bunun suçlusu da doğa veya kader değil, bizler olacağız.

Ve şimdi ‘Uyanma’ zamanıdır.
Çünkü unutmayalım ki çoğumuzun gerilimli ve öfkeli olmasının ana nedenlerinden birisi de doğal çevremizdir. Annemiz çoktandır bizleri uyarıyor… Önce seslendi, sonra sesini yükseltti, derken hafifçe sarstı. Ama nedense biz onu yine de duymuyoruz. Giderek kalitesi bozulmaya çalışılan bir yaşamın nasıl ‘sürdürülebilir’ olacağını hiç sorgulamadığımız gibi; öyle görülüyor ki, küresel felâketlerin giderek sıklaşması da kimsenin umurunda değil.
İnsanın kendi gerçeğinden böylesine habersiz olması cehaletinin, geleceği umursamaması ise ne denli bencil olduğunun göstergesi değil midir?

Eğer bir süre daha böyle devam edersek nelerin olabileceğine bir göz atalım:

# Kendimizin de küçük birer parçası olduğumuz doğayı ele geçireceğimizi sanmamız ne denli bir saflık; ısrarı ise ne büyük bir cehalet… Doğa karşıtlığından vazgeçip, onunla yeniden dost olmayı öğrenmedikçe bu gezegende uzun süre yaşayamayacağımızın bilincine varmak bu kadar mı zor?
Dahası var; doğa karşıtlığı en büyük sevgisizliktir. Bu tavrımızı sürdürdükçe, kendimizin görünüşte nelere sahip olduğunu sansak da, gerçekte gittikçe fakirleşiriz; içsel bakımdan büyüyemez, olgunlaşamaz ve tekâmül edemeyiz.

# Unutmamalıyız ki doğanın tahribi, gerçekte onun birer parçası olan bizlerin de çöküşüdür, bozulması ve geriye gidişidir.

# İçsel gelişimini sağlayamayanlardan doğaya saygı beklemek boşunadır. Bakınız, geçmişin ve bugünün bütün ustaları, bugünkü tanımla birer ‘çevreci’dirler. Kendimizle çatıştığımız sürece doğayla da çatışırız; ama böylesine şuursuzca meydan okumanın sonucunda her ikisinde de yenilgi kaçınılmazdır. Kendisini anlamayan, bilemeyen, uyum içinde olamayan, sorunlarını çözemeyen, doğanın işleyişini ve dengelerini anlayıp çözümleyebilir mi?

# Gerçek-kendi’nize itaatsizliğiniz de, doğaya itaatsizliğiniz de karşılıksız kalmayacaktır. Varoluş size, doğaya şiddet uygulama hakkını vermemiştir. Hem neden versin ki…! Doğaya saygısızlıkta bulunduğunuz sürece, istediğiniz kadar tanrıya yalvarıp yakarın; boşunadır.

# Doğayla sürtüşüp onu yıpratmaya devam ettiğimiz sürece, istediğimiz kadar zenginleştiğimizi varsayalım; aksine her geçen gün fakirleşmeye devam ederiz, ama bunu bir türlü farkedemeyiz… En büyük ‘kutsal kitap’ olan Doğa, olanca açıklığı ve gerçekliğiyle önümüzde dururken; başka sanal, ya da geçerliliği hayli kuşkulu, kutsallık izafe edilmiş, ama kerameti kendinden menkul olan kaynaklara başvurarak öylesine zoraki yorumlara ulaşmaya neden çabalarız ki…?

İnsanları doğanın korunmasına çağıran bütün bilimadamlarının ve araştırmacıların söylemlerindeki ortak anlayış şöyledir: ‘Tanrı veya doğa, yalnız bir grup sorumsuz ve bencil yöneticinin değil, bir arada ve barış içinde yaşamaları gereken bütün insanların; hattâ insanlardan da öte, kendilerine karşı sorumlu olduğumuz, korumamız altındaki tüm canlıların tanrısı ve ortak doğasıdır.’

Sevgi ve farkındalıkla kalabildiğimiz sürece hem yanılmayız hem de annemizin kıymetini daha iyi idrak edebiliriz. Erdem ve bilgeliğe erişebilmek, hepimizin annesi olan doğayla ‘uyumlu’ olunmadıkça mümkün değildir.

A. Kerim Soley