Yalnızca eşim ile ben, iki kedimizle birlikte yaşamamıza karşın evimizde hareket hiç eksik olmaz. Hemen her gün ziyaretimize gelen birileri olur. Bu durum benim gibi yalnızlıktan hoşlanan bir insan için zaman zaman yorucu olmasına karşın, nedense insanların yüzündeki gülümsemeyi görmek bana her zaman bu yorgunluğumu unutturur. Telefonum genellikle sabah saat on birde çalmaya başlar ve akşam saat ona kadar susmaz.
Aslında çevremde beni seven bu kadar çok insanın olmasından hoşlanmıyor değilim. Zira sohbet etmek üzere sık sık evime birileri gelir. Ama çoğu zaman sohbet olarak adlandırdıkları bu oturumlarımız onların uzun uzun konuşmalarından, benim ise sessizce dinlemelerimden oluşur. Yalnızca zaman zaman bir soru sorulduğunda ya da aklıma bir şey geldiğinde düşündüğüm şeyi kısaca ifade eder, ardından dinlemeye devam ederim. Buna karşın nedense ziyaretime gelen insanlar vedalaşırken yaptığımız hoş sohbet için teşekkür ederler.

Bir gün bir dostumla yine benzeri sohbetlerimizden bir tanesini yaparken bana, yaşamı boyunca elde etmiş olduğu şeylerden ve beklentilerinden bahsetti. Dostum yaşamı boyunca kendine amaç olarak fiziksel mükemmelliği ama, bir yandan da ruhsal olgunluğu seçmişti. Sessiz duaları yaşamı boyunca hep bu iki konu üzerinde birdenbire talihsiz bir kaza geçirip yetmiş metrelik bir uçuruma yuvarlanmıştı. Bir boğa kadar güçlü olan dostum; biraz fiziksel dayanıklılığı, biraz da mucize eseri olarak hayatta kalmayı başarmıştı. Kafatasında birkaç milimetre derinliğinde büyükçe bir göçük, iki boyun omurunda kırık, sol pazu kemiğinde açık kırık, bileğindeki ufak kemiklerde fraktür hattı, bedeninin pek çok yerinde et ve deri kaybı ve bol miktarda kan kaybına karşın, böyle bir kazayı ucuz denebilecek bir şekilde atlatmıştı. Son derece hızlı bir şekilde komadan çıkmasını ve iyileşmesini, bedeninin kendini hızlı bir şekilde yenileyebilme yeteneğine ve bir süre önce başlamış olduğu Taocu meditasyonlara bağlıyordu. Gerçekten de fizyoterapi seansları omuz adelelerindeki kasılmayı çözmekte bir türlü başarılı olmamasına karşın, uyguladığı Taocu çalışmalar sonucunda bu adele grubundaki kasılma kısa bir sürede büyük ölçüde açılmıştı.

Her türlü olumlu gelişmeye karşın dostum büyük bir üzüntü içindeydi. Çünkü yaşamı boyunca fiziksel mükemmelliği arayan bir insan olarak kendini bedeniyle özdeşleştirmişti. Beden denilen bu şey ise şimdi zarar görmüş, (en azından ona göre) mükemmeliğini yitirmişti. Bu durum hiç gerek olmadığı halde kendini eksik bir insan gibi hissetmesine neden oluyordu. Sohbetimiz böyle bir noktaya ulaştığında ona şunları söyledim:

“İnsan dualarına dikkat etmeli, çünkü bu duaların gerçekleşme tehlikeleri olabilir.”

“Bu da ne demek?” diye sordu dostum şaşkınlık içinde. “İnsanlar dualarının gerçekleşmesini isterler, oysa sen duaların gerçekleşmesini bir tehlike olarak adlandırıyorsun.”

“Hayır. Belki her zaman tehlikeli olmayabilir, ama çoğu zaman tehlikeliymiş gibi görünüyor” dedim. “Örneğin senin durumunu ele alalım. Sen yaşamın boyunca iki şeyin peşinde koştun. Bunlardan ilki fiziksel mükemmellik, ikincisi ise ruhsal olgunluktu. İlk önce, belki de daha kolay olduğu için fiziksel mükemmelliğe sahip oldun. Yakışıklı bir insansın, fiziksel gücün son derece yüksek, savaş sanatları, dağcılık, paraşütçülük, T’ai Chi Ch’uan gibi pek çok alanda ortalamanın çok üstünde yeteneklere sahipsin. Ama sıra ruhsal olgunluğa gelince işte burada bir sorunla karşı karşıya kaldın. Çünkü ruhsal olgunluk insanın dünyasal takıntılarından kurtulmasını gerektirir. Senin dünyasal takıntılarından bir tanesi, belki de en önemlisi fiziksel mükemmellikti. Kendini fiziksel görünümünle özdeşleştiriyordun. Oysa ruhsal olgunluk için insanın çoğu zaman sahip olduğu bir şeyleri ya da daha doğru bir şekilde kaybetmesi gerekir. İşte senin de gördüğün gibi sahip olmaya çalıştığın bu dünyasal şey zarar gördü ve seni büyük bir acıya boğdu. Ama bir yandan da duan gerçekleşmiş oldu. Çünkü karşına ruhsal gelişiminde atman gereken bir adım için önemli bir fırsat çıktı. Bu nedenle geçirdiğin bu kaza sana bir şeyler kaybettirdiği için üzülebilir, ama bir yandan da duan kabul olduğu için sevinebilirsin.”

Burada bir anlamda doğaüstü birtakım olgunlara daldığım için bazı okuyucularımın kaşlarını çattıklarını görür gibi oluyorum. Tüm kalbimle ruhsal bir yol üzerinde yürümeye başladığımda bu yol üzerinde yürüyen iki tür insanla karşılaştım. Bu insanlardan ilk gruba girenleri ruhsal öğretileri bir tür psikoterapi yöntemi, bir tür Geştalt gibi ele alanlardı. Onlar bu tür öğretilerin insanın içindeki gizil potansiyeli açığa çıkardığını ve bu potansiyeli kullanma yollarını göstererek kişinin kendini “gerçekleştirmesini” sağladığını düşünenlerdi. İkinci grup insan ise ruhsal yolda mucizevi, göksel, bir türlü açıklanamayan birtakım doğaüstü olayların varlığından bahsedip duruyorlardı. Oysa düşünceme göre ruhsal bir yol her iki gerçekliği de kapsayan bir alandı. Bana göre bu tür yaşama sanatları doğaüstü olarak adlandırabileceğimiz bir alanın doğal ya da fiziksel dünya diyebileceğimiz bir alana izdüşümünü indirip, her iki alanı da bu izdüşüm aracılığıyla anlamamızı sağlıyordu.

Bu tür insanlar durmadan deneyimden dem vurup dururlar. Çünkü sahip olduklarını düşündükleri, insanlar üzerinde denetim sağlamakta kullanabilecekleri tek şey deneyimleridir. Ancak nedense bu insanların uzun deneyimler olarak adlandırdıkları şeyler genellikle peş peşe defalarca yaşanmış olan aynı deneyimlerdir. Bana göre deneyimlerin boşa harcanmaması ve denenmiş bir şeyin bir daha denenmemesi gerekir; tabii bu da bir deneyim olmadığı sürece. Aynı deneyimleri defalarca tekrarlamamızın bir nedeni yaşadığımız deneyimi tümüyle deneyimleyememiş olmamızdan kaynaklanır. Çoğu zaman insanın “ben”i, alışkanlıkları, arzuları bu deneyimleri bulandırır ve böylece alınması gereken ders alınmadığı için takılmış bir plak gibi aynı deneyimi farklı bir deneyim sanarak yaşar dururuz. Oysa boşa harcamadığımızda hemen her deneyimin bir psikolojik, bir de (bu terimin çok yanlış bir şkilde kullanıldığını düşünmeme karşın) doğaüstü etkisi ya da sonucu vardır. Deneyimlerimiz geliştikçe, boşa harcanmadıkça bu deneyimlerimizin anlamlarını da daha derinden kavramaya başlarız.
Kişisel deneyimlerim bana insanların dualarının genellilkle gerçekleştiğini göstermiştir. Ama ne yazık ki insanlar bunun bir türlü farkına varamamaktadırlar. Evrenin kaotik işleyişi, ruhsal dünyanın kendine özgü karmik işleyişinin etkisi altında olduğu için çoğu zaman dualarımızda istediğimiz şeyler bize kendi ruhsal yapımıza ve almamız gereken derse göre biçim değiştirmiş şekilde gelmektedir. Bizler farkında olmadıkça bunları “raslantılar” olarak adlandırma eğiliminde oluruz. Çünkü evrenin kaotik yapısı bize, rastlantılar dışında anlamlı ilişkilere pek de fırsat tanımıyormuş gibi görünür.

Genellikle her birimizin bir duası vardır; bir ateistin bile. Fakat bazen dualar dille ifade edilmezler. Dahası insanoğlu kendi yaşamının mimarıdır. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak her insan kendi yaşamını kurar. Budizmde Karma Yasası’nın önemli bir bölümünü oluşturan “İngaron” diye bir kavram vardır. İngaron neden ve sonuç ya da etki ve tepki kanunudur. Fakat Soto Zen ekolünde bu kanun çok daha derin bir anlam bulmakta ve burada karşımıza “İnsokuga” yani neden sonuçtur diye açıklanabilecek bir kavram çıkmaktadır. Bu kavramları, bu kitabın içeriğinin dışında oldukları için burada ayrıntılarıyla açıklamayacağım. Yalnızca şu kadarını söyleyebilirim ki, yaşamamız için suçlayabileceğimiz ya da teşekkür edebileceğimiz hiç kimse, hiçbir varlık yoktur.

Durum böyle olunca da dualarımıza çok dikkat etmemiz gerekir. Yaşam durmadan önümüze ruhsal gelişimimize olanak tanıyan fırsatlar çıkarır durur Zen ustalarının “Satori ve Samsara aynı şeydir” demeleri son derece doğrudur. Aslında her an Satori durumunda, Satori olasılığında yaşamaktayız. Ama ne yazık ki bu konuda durmadan hatalar yapar durur, bir türlü uygun tavrın ne olduğunu belirleyemeyiz. Uygun bir ruhsal tutum bize son derece anlaşılmaz, son derece zor görünür. Oysa, uygun olan adımı atmak, tahmin edemeyeceğimiz kadar kolaydır. Bunu nasıl ifade etsem acaba? Şu an oturduğunuz yerden ya da bu kitabı okumakta olduğunuz yerden kalkıp ileriye doğru bir adım atmak gibi bir şeydir bu. Örneğin şu an size, “Lütfen kitabı okumayı bırakın ve ayağa kalkıp bir adım atın” desem, bunu içinizden çok az insanın yapacağını biliyorum. Haydi; ayağa kalkıp bir adım atın. Bu cümleyi okuyorsanız artık çok geç. Gördünüz mü? Bir Satori şansını kaçırdınız. İçinizden küçük bir kısmınız ayağa kalkıp bu adımı atacak, büyük bir kısmınız da ayağa kalkıp adım atmadan böyle bir deneyimin getireceği sonuçları peşin peşin, denemeden kabulleneceksiniz. İşte bu son derece üzücü bir gerçektir. Satori bu kadar basit bir şeydir. Satori şu an oturduğunuz yerden ayağa kalkıp bir adım atmanızdır. Ama şu an sizin de gördüğünüz gibi, son derece basit nedenlerle insanlar o küçücük adımı bir türlü atamazlar.

Konumuzdan biraz uzaklaştık sanırım. Asıl konumuz dualarımızdı. Hiç kendinize şunları söylediğiniz bir deneyim yaşadığınız oldu mu? “Çok şükür ki istediğim o işi yapmamışım” ya da “İyi ki şu an yaptığım şeyi yapmışım da o an yapmayı istediğim şeyi yapmamışım.” Eğer böyle bir deneyim yaşamadıysanız sizin adınıza gerçekten de üzüldüğümü söyleyebilirim. Çünkü böyle bir deneyim, eğer boşa harcanmazsa, bize çok şey öğretebilir. Zaman zaman bir şeylerin olmasını isteriz. İstediğimiz şeyin gerçekleşmesi için yanar tutuşuruz. İstediğimiz şey gerçekleşmediğinde büyük bir üzüntüye kapılır, talihimize lanetler yağdırırız. Kaderimizi, şansımızı, başarımızı engellediğini düşündüğümüz insanları ya da olayları suçlarız. Fakat; aradan biraz zaman geçer ve geriye dönüp yaşamımızdaki olaylara baktığımızda ve bir zamanlar olmasını istediğimiz bu isteğimizi düşündüğümüzde, onun gerçekleşmemiş olmasına şükrederiz. Bu deneyimi yaşadığınızda aslında eskiden düşündüğünüz şeyin aksine son derece şanslı olduğunuza karar verebilirsiniz.

Yaşam, bizim çıkardığımızdan çok daha büyük bir toplamdır. Yaşamımız üzerinde bizim düşündüğümüzden çok daha fazla şeyin etkisi vardır. Bu etkiler, tümüyle hesaba katamayacağımız kadar fazladırlar. Bu nedenle, bize yararlıymış gibi görünen bir şey, son derece zararlı ve ruhsal gelişimimizi engelleyici bir şey olabilir. Dolayısıyla en büyük arzularımızın ateşiyle için için yanarken dahi, bizim için yararlı olacağını düşündüğümüz bu şeyin, aslında son derece zararlı olabileceğini de gözönünde bulundurmamız gerekir. Sufiler bizim denetimimizin dışında olduğunu düşündükleri bu duruma karşı “tevekkül” yani; gelen her şeyi iyi ya da kötü diye ayırmadan tanrıdan gelmiş bir şey olarak kabul edip boyun eğmeyi; Budacılar ise isteklerden arınmayı tercih ederler. Ben size bir başka yoldan bahsetmyeceğim ama, bu konuda size söylenen şeye uymanız yerine, kendinize başka bir yol “keşfetmenizi” tavsiye edeceğim.

Biraz önce kendi yaşamımızın mimarı olduğumuzdan, yaşamımızdan yalnızca ve yalnızca kendimizin sorumlu olduğumuzdan bahsetmiştim. Bu pek çok insanın ağzına sakız olmuş bir laftır. Ama ne yazık ki çoğu, bu konuda önemli bir hatanın içindedirler. Bu sözü söyleyen insanlar, yaşamımızı kendi irademizle yönlendirdiğimizi, bir anlamda yaşamımızı kuran şeyin kendi mantığımız olduğunu ve yaşamımızı kontrol altına alabileceğimizi düşünmektedirler. Oysa, ne yazık ki bu doğru değildir. Evet yaşamımızdan yalnızca ve yalnızca kendimiz sorumluyuz. Çünkü yaşamımızı belirleyen şey ona karşı takındığımız tavırlar bütünüdür. Ancak bir tek mutlak yaşam vardır. Fakat yaşamlar bizi yalnızca bu mutlak yaşama götüren farklı birer yol olmaktan öteye gitmemektedirler. Yani her insanın yaşamı, bir yoldur, bir arayıştır. Bu durumda, bir anlamda kendi yaşamımızı kendimiz kurarken, bir anlamda da en azından düşündüğümüz şekilde yaşamımızın kontrolü kendi ellerimizde değildir. Yapmamız gereken şey yaşamır farkına varmak ve bu farkındalık aracılığıyla da karşımıza çıkan fırsatlardan yararlanmaktır. Eğer bir fırsatı kaçırırsanız üzülmeyin, çünkü; yaşamın her anı fırsatlarla doludur ve insanın hata yapmak için, doğru bir harekette bulunmak için olduğundan daha fazla zamanımız vardır. Dahası bir tek doğru eylem bizi, bin tane hatalı eylemin zayıflatmayacağı kadar güçlendirir. İstediğiniz kadar hata yapın, istediğiniz kadar uzaklaşabileceksiniz. Ama bir saniyeliğine, bir an için herhangi bir eylemi tüm benliğinizle, tüm varoluşunuzla yapın. Hemen, o an, bir Buda olduğunuzu göreceksiniz.

Dualarımız bu sınırsız olanakların içinden birini seçmemizin yalnızca bir yoludur. Ama her seçim bizi ulaşmamız gereken yere ulaştırmaz. Bazen çok kısa olduğunu düşündüğümüz bir yol, bizi gerçeğe ulaştıracağını düşündüğümüz bir duamız, bizi gerçeğin çok uzağına atabilir. Dolayısıyla her an dualarımızın gerçekleşme tehlikesiyle yüz yüze kalırız. Oysa evren için geçerli olan kaos, ruhsal dünyanın düzenli işleyişi tarafından belirlenir. Fiziksel dünyada kaos olmasının tek nedeni ona bir hareket vermektir. Dolayısıyla fiziksel dünyayı etkileyen ruhsal dünyanın uyumlu ilkelerini, kendi yaşamımızı mükemmele ulaştırmak, Samsara çarkına farklı bir hareket vermek için kullanabiliriz. Ancak gerçek olayların altında yatan mekanizmayı kavrayamadığımız sürece, attığımız her adımın, bu adım ne kadar iyi niyetli ne kadar uygun görülen bir adım olursa olsun, bizi gerçeğin uzağına atması kaçınılmazdır.

İnsan durmadan konuştuğu sürece dinleyemez. Kafamızın içindeki sesler susmadığı sürece, kendi kendimizle konuşmaya devam ettikçe, gerçeğin fısıltısını duyamayız. Bu nedenle yapmamız gereken doğru hareket susmak ve gerçek denilen şey her neyse gelip tüm varlığıyla bizi doldurmasını beklemektir.

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.