Allahım sen aklıma mukayyet ol! Son zamanlarda kırk tilkinin kuyruğu birbirine değmesin diye uğraşmaktan, kırk kapının ipini çekmekten, kırk Çarşamba bir arada yaşamaktan geldi bütün bunlar başıma. Yok, bu gidişle ben kırkımı göremeden beyin hücresi israfından gideceğim.
Son zamanlarda feci bir unutkanlık ve bunun sonucu bir düşünce ve eşya dağınıklığı yaşamaktayım ki sormayın gitsin. Annem demeden “Bir gün kendimi de bir yerlerde unutacağım”, öyle bir haldeyim yani. Öyle “Ütüyü fişte mi unuttum, ay muslukları kapatmadan mı evden çıktım” şeklinde bir unutkanlık değil bu. Yani şüpheye dayalı olsa içim gam yemeyecek. Şüphelenip geri dönüp kontrol etsem, psikolojik olarak bana etiket yapıştırmak kolay olurdu. “Evet Müjde Hanım, zannımca sizde takıntılı kişilik var.” diyen bir psikoloğum olur ben de “Yaa, işte gördünüz mü, bunun tıbbi bir adı varmış” der, hem kendimi hem çevremdeki eşi dostu rahatlatırdım. Ama nerde? Gerçi ütü ve musluk konusunda olmasa da benim de takıntılarım var elbet ama bunları dosta düşmana açık etmeden geçinip gidiyorum o ayrı.
Sonuçta derdim bu değil. Dert, anahtarı kapının üstünde unutup dışarı çıkmak, “Acaba unuttum mu?” endişesi taşımaksızın saatlerce ev mahalli dışındaki yerlerde dolandıktan sonra durumu ancak eve gelince fark etmek. Aslında bu durumun iyi tarafı şu: İçinde bir ben olmayan çantamda anahtar aramak zahmetinden kurtulmuş oluyorum. Ev de şerbetli midir nedir, sırf geçen ay bu anahtarı kapının üstünde unutma durumu üç-dört kere tekrarlanmasına rağmen bu açığımız ve bir anahtar çevirmekle açılabilir kapımız, henüz hırsız uğursuz camiası tarafından keşfedilmedi.
Bir de giriş katta oturuyoruz üstüne üstlük. Sağ olsun ev sahibimiz tüm pencerelere ve bahçe kapısına demir parmaklık yaptırmış zamanında. E doğal olarak bu, hırsızlar için dışarıdan bakınca caydırıcı bir durum. Ama zavallı hırsızlar ne bilsin ki ben evi havalandırmak için bahçe kapısını ve onun dışındaki demir kapıyı açıyorum ve sonra kilitlemeyi unutup ailece gönül rahatlığıyla yatıp uyuyoruz içeride? Reiki’den öğrendiğim yöntemle arada evi koruma altına alıyorum kabul, yine de önce tedbir sonra tevekkül lafının sözlük anlamını bir hırsız ziyaretiyle öğrenmeden, kilitleyerek de evi koruma altına alsam, daha iyi olmaz mı?
Nasıl anahtarı unuttuğumu eve geri döndüğümde, bahçe kapısını kilitlemeyi unuttuğumu da tekrar açmak için hamle ettiğimde fark ediyorsam, cüzdanımı kaybettiğimi de para harcamak zorunda kaldığımda fark ettim işte. Bu farkındalık da beni harekete geçirmedi aslına bakarsanız. Çünkü,
a) Cüzdanımı bulamadım ama çantamın içine attığım ya da cüzdanımdan zaman içinde çantama dökülmüş bozukluklar sayesinde sabahtan akşamüstüne kadar durumu idare ettim. Bu bozukluklarla, sigara aldım, okul kantininden kendime çay ısmarladım, kırtasiyeden alışveriş bile yaptım. Ben de düşünüp duruyordum kaç gündür, çantam niye bu kadar ağır diye, bozukluklar yüzündenmiş.
b) Kendimce, “Herhalde cüzdanımı diğer çantamda unuttum, ya da sabah bir şey almışımdır aceleden portmantonun üstüne bırakmışımdır” gibi bahaneler buldum.
c) “Çantam çok tıklım tıkış dolu, belki içindedir de ben göremiyorumdur” diyerek önemsemedim. Cep telefonu olsa çaldırırsın, çantanda mı değil mi anlarsın; cüzdanı çaldırmak eyleminin cep telefonunu çaldırma eylemiyle alakası yok, onu çaldırdıysan bil ki kesinlikle yoktur çantada
Sonuçta o gün bitmeden çantamdaki bozukluklar bitti. Eeee, hazıra ve çantaya düşmüş olabilecek bozuk paraya dağ dayanmaz şeklinde düzeltilmeyi ve günümüze uyarlanmayı bekleyen bir atasözümüz bile var bu konuda. Uzun lafın kısası yukarıda sayılan a şıkkından, şık bir şekilde b şıkkının doğruluğunu araştırmak üzere eve gelip tüm çantalarımı, portmantonun üstünü yoklayarak ve daha bir çok şeyin altını üstüne getirerek ev içinde bir cüzdan avı başlattım. Yok. Bu “yok”luk halini kabullenmenin ardından c şıkkındaki “Acaba çantamın içinde mi?” joker hakkımı korka korka kullanarak çantamı masanın üstüne boca ettim. Veeee. Yine yok. Bu ne demek? “d- Hiçbiri” şeklinde yeni bir şık yaratmanın sıkıntısını ve“ eyvah ya bir yerde unuttum, düşürdüm veya çaldırdım cüzdanımı” diye paniklemiş bir ruh halini yaşamak demek.
Akşam Cafer geldi ve durum raporu verdim: Cüzdanımı bulamıyorum. Durumu analiz etti:
– Çantana baktın mı?
– Baktım.
– Diğer çantalara…?
– Baktıııım.
– Alışveriş yaptığın bir yerde unutmuş olmayasın?
– Sanmıyorum, yani daha doğrusu hatırlamıyorum.
– En son nerede kullandın peki?
– Eee, şey…Bunu da hatırlamıyorum
Cafer bu dünyaya, benim tarafımdan sabrı sınanmak üzere geldiğine emin, ertesi sabah üşenmeden alışveriş yapmış olabileceğim tüm dükkanlara cüzdanımı oralarda unutmuş olup olmadığımı sora sora işe gitti.
Tüm bunları niye yazdım? Bütün olasılıkları eledikten sonra son çare olarak başvurduğum yöntemi ve onun sonucunda yaşadığım deneyimi paylaşmak için. Evet, itiraf ediyorum, daha önce denemediğim ama teoride bildiğim Reiki sembolü kullanarak cüzdan aradım.
Birinci sembolü kullanarak her seferinde kuşkucu yaklaşsam da kavanoz kapakları açmak gibi başarılarım olmuştu. Ama Reiki eğitiminde kurulan “İkinci sembolle unuttuğunuz bir şeyi hatırlamak, kaybettiğiniz bir eşyayı bulmak mümkün” cümlesi, kuşkucu yaklaşarak denemenin ötesinde inandırıcılıktan uzak gelmişti nedense. Ama yine önümüzde değiştirilerek duruma uyarlanması gereken bir atasözümüz var: Denize düşen yılana, cüzdan kaybeden Reikinin ikinci sembolüne sarılır.
Bu denemeyi yapmadan, evi tekrar baştan aşağıya aramayı da ihmal etmedim tabii. Son aramayla artık bütün umudumu sembol çizerek bulmayı ummaya psikolojik olarak hazırdım. Uygulama yaklaşık on dakika sürdü. Bu süreçte nasıl bir şey yaşayacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu, acaba zihnimde cüzdanıma giden yolu ışıklı levhalarla gösteren bir görüntü mü belirecekti, yoksa ilahi bir ses “Ey savruk kadın! Cüzdanın şurada, git de al” diye sinirli bir şekilde vahiy mi edecekti?
Bunların hiç biri olmadı. Uygulama kendiliğinden bitti ve ellerim kendilerinden gayet emin ama beynim inanmaz bir şekilde çekmeceye sürüklendim ve arabanın anahtarını aldım. Yine nereye gittiğini gayet iyi bilen ayaklarım marifetiyle ancak beynimin içinde “Ya orada yoksa?” ve “Ya oradaysa?” korkularını eşit oranda yaşayarak otoparka indim. Arabanın kapısını açtım, tereddüt etmeden sağ ön koltuğun altına elimi uzattım, cüzdanı alıp, yine duraksamadan kapıyı kilitleyip yukarı eve çıktım.
Eşime “Cüzdanı buldum” diye telefon ettim. Hemen “Nerede?” sorusunu yöneltti. “Nerede?” sorusunun cevabı kolaydı, asıl zor olan “Nasıl?” sorusunun cevabını kendi içimde bile henüz yanıtlayamıyor olmamdı.
Deneyimimi Reiki Hocam ile paylaştığımda beklediğim tepkiyi vermedi, çünkü bunu gayet doğal bulmuştu ve kendisinin sık başvurduğu bir yöntemdi. Oysa benim için cüzdanı bulmak ayrı ızdırap, bulamamak ayrı ızdırap yaratacak bir şeydi. Çünkü bulamamak demek kredi kartlarımı, nüfus cüzdanımı ve daha bir sürü evrak için kayıp ilanı vermek, eskisini iptal ettirip, yenisini edinmek için bin dereden su getirme serüvenine atılmak demekti. Bulmak ise bunun bir tesadüf mü yoksa gerçekten Reiki’nin marifeti mi olduğunu sorgulamak üzere, doğruluğundan emin olana kadar yöntemi yüzlerce farklı olayda sınayarak beynimi kabul mekanizması Tanrısına kurban vermek demekti.
Şimdi düşünüyorum da… Acaba bulmasam daha mı iyiydi ne?
Bu, aslında bir “bahar” yazısı olacaktı. Bahar, kişiliğimizi nasıl etkiler, davranışlarımızı nasıl değiştirir, nerede o eski baharlar gibi konuları didikleyecektim. Tek sorun, son günlerde İstanbul’da havaların kötü gitmesi, ben masumum. Dolayısı ile “Beni bahar çarptı, bahar sarhoşluğundan ne yaptığımı bilmez bir halde dolaşıyorum ortalıkta. Hatta geçen gün ne geldi başıma sizinle paylaşayım” şeklinde bir giriş yapma şansım kalmadı.
Giriş ve gelişme bölümünde yer almayan bahar kelimesini sonuç bölümünde cümle içinde kullanmış olmak, acaba durumu ve beni bahar konulu yazı yükümlülüğünden kurtarır mı acaba? Sanmıyorum, sadece umuyorum.