Geçen sayımızdaki sohbetimizde hastalıklar konusunda kalmışız. Ben kaldığımız yerden başlamak istiyorum. Çünkü kafama takılan bir nokta var tam netleşmemiş olan. Thumos’ta çözüm bulduğumuz hastalıkların dezavantajı olarak nüfüsun giderek artmasını söylüyorsun. Bu noktada hastalıklara çözüm bulmamak mı lazım? Gerçi etkili bir nüfus kontrolünün de altını çizmişsin, yani herkesin tek çocuk sahibi olmasından, fakat bunu uygulamak imkansıza yakın ki devlet adamları çıkıp 3 çocuk yapın ısrarındalar. Bu noktada hastalıklara çare bulmamak daha mantıklı bir çözüm mü? Daha doğrusu doğanın elinde kalan tek çözüm hastalıklar mı?
Aslında bu bir değil iki soru oldu Hasan. Genel bir yöntem izleyip ben de son soruyu yanıtlayım önce. Doğanın elinde kalan son yöntem elbette hastalıklar değil. Yine elbette doğa sanki insana saldırıyormuş gibi bir anlam çıkabilir bu söylediklerimizden ki doğa bu anlamda insana saldırmıyor. Yalnızca biz onunla olan uyumumuzu yitirdikçe ve onu bencilce sömürdükçe “doğa hastalanıyor” bu hastalanmanın sonucunda doğanın bir parçası olan bizler de hastalanıyoruz. Doğa, dişi bir varlık ve şu anda kanser olmuş durumda. Akciğerlerinde sıkıntı var, aynı zamanda rahiminde de ciddi tahribat var (özellikle Ortadoğu’daki petrol çalışmalarının bir sonucu olarak). Bu durumda doğanın bakıma ve bizim ilgimize ihtiyacı var. Tıpkı bize yıllarca bakmış olan bir annemize, ihtiyaç duyduğunda bizim yardım etmemiz gibi senin anlayacağın. Hastalıklara çözüp bulmamalı mıyız sorusuna gelince, ilk olarak gerçekten hastalıklara ihtiyacımız olup olmadığı sorusuyla yanıt vermek isterim. Gerçekten hastalıklara ihtiyacımız var mı?
Var mı?
Hastalık, kelimenin gerçek anlamında doğanın yolundan uzaklaştığımızda, ya da kendi doğamızdan uzaklaştığımızda yaşadığımız bir şey. Çağlar boyunca bilge kültürler hastalıkların temel sebebinin bu olduğunu bildiler ve hastalığı bilgeleşmenin bir yolu olarak kullandılar. Hastalık bazen şaman olması gereken bir insan buna direndiğinde açığa çıktı, bazen aşırı saldırgan olan bir insana saldırganlığını kontrol etmesi için geldi, bazen de ruhsal çalışmalara başka bir şekilde girmeyecek bir insana kendini iyileştirmek kimliğinde geldi. Örneğin benim tanıdığım bazı ileri düzey ustalar çocukluklarında ölümcül hastalıkların pençesinde olmuşlar ve ruhsal çalışmalarına başladıklarında bu hastalıklarından kurtulmuşlar. Fakat günümüzde, belki de ilk defa, her koyunun kendi bacağından asılmadığı bir durum yarattık. Artık kitlesel olarak verdiğimiz zararların, kitlesel olarak doğanın yolundan ayrılmamızın bir sonucu olarak hastalıklara yakalanmaya başlıyoruz. Kanser vakalarındaki inanılmaz artışın farkındasındır sanırım. Hepimiz bu tehlike ile karşı karşıyayız şu anda. Eğer doğanın yolundan gitsek ve içinde yaşadığımız bu dişi varlık ile uyum içinde olsak hastalıklara gerek kalmazdı. Bu durumda bu gün iyileştirdiğimiz ya da tedavisini bulduğumuz her hastalığa karşı yeni ve çok daha güçlü bir hastalık yaratılıyor. Kimse içinde bulunduğu akışla savaşarak onu yenemez. Rüzgarla savaşarak uçamazsın, onunla kanatlarını doldurarak uçabilirsin. Bu nedenle şu an yarattığımız yıkımı durdurmak için hastalıklara çözüm bulmak değil, doğa ile uyumumuzu yeniden kazanmak zorundayız. Senin anlayacağın Hasan, altı delinmiş bir teknedeyiz ve tekneye bir saniyede 3 litre su doluyor ve biz elimizde bir litrelik bir kova ile su boşaltmaya çalışıyoruz. Sence de önce deliği tamir etmenin bir yolunu bulmak daha iyi olmaz mıydı?
Okurumuz Meral Söyler hastalıkların kaynakları ve iyileşme konusunda konuşabilir misiniz diye sormuş. Bireysel olarak düşünüldüğünde hastalıklar konusuna değindin, peki kitleselden öte biz kendimiz veya bir yakınımız hastalandığında, nasıl davranmamız lazım, geleneksel bilgilerin ötesinde? Yani düşünsel travmamızı mı temizleyelim hastalıktan kurtulmaz için? Kısaca teknedeki deliği tamir etmenin yolu nedir?
Hasancım ben hem öğrencim hem de arkadaşlarım olan bazı doktorlarla ortak çalışmalar yürütüyorum. Bazen teşhis ya da tedavi konusunda benim de fikrimi alıyorlar. Üzerinde çalışılan konular kanser gibi çok ağır durumlar; çoğu zaman da son aşamaya ulaşmış durumlar. Bu tür durumlarda bazen şunları görüyoruz. Hastanın iyileşmesi için, örneğin eşinden ayrılması gerekiyor ya da bazı sorumluluklarını bırakması gerekiyor. Çoğu durumda hastalığın yalnızca bir strateji olarak geliştirildiği o kadar apaçık ortada oluyor ki… Bu insanlara şunları söylemelerini tavsiye ediyorum: Bu taktiği geçmişte bir yerlerde kendinizi korumak için kullanmanızın geçerli sebepleri vardı; ama artık iyileşmek isteyen ve bunun için harekete geçmiş bir insansınız. Artık bu taktiğe ihtiyacınız yok; artık hastalığa ihtiyacınız yok. Şimdi iyileşebilirsiniz. Hasta eğer bunu gerçekten anlarsa iyileşme büyük bir hızla gerçekleşmeye başlıyor. Fakat bu durumu aşamazsa kemoterapi ya da şifalı otlar bir işe yaramıyor. Her hastalığın kendi dinamikleri var. Bazıları aile ve yakınlarla ilişkili olabileceği gibi, bazıları ölmüş olan atalarımızla bile ilişkili olabiliyor. Bu nedenle ilk olarak hastalığın kaynağını çok iyi saptamak gerekiyor. Fakat çoğu zaman geçerli olan durum şu: gerçek tedavi yalnızca bedene ve ruha kendini iyileştirebileceği hatırlatıldığında gerçekleşiyor. Ama sakın yanlış anlaşılmasın, bu sözlerimle tıbbı tedaviye ihtiyaç olmadığını söylemiyorum. Bizim, birer hasta yakını olarak ne yapabileceğimize gelince, elbette herkes için geçerli tek bir altın kural yok. Yalnızca şunu iyi bilmek lazım, iyileşmenin ne kadarını kendimiz için ne kadarını gerçekten hasta olan yakınımız için istiyoruz. Çünkü ölmesi gereken insanların yalnızca yakınları onlarla vedalaşmaya hazır olmadıkları için bir seneden fazla koma durumunda yaşatıldıklarına da şahit oldum. Bu durumda ölümden sonrası için gerekli geçiş aşamalarını yaşayacak enerjileri kalmıyor insanların. Yani böyle bir durum, sevdiğimizi söylediğimiz insanlara zarar veriyor. Ölme zamanı gelmişse eğer vedalaşmak en doğrusu. Elbette bunu söylemek yapmaktan çok daha kolay.
Az önce dünyanın rahmi hasta dedin ve petrol çalışmalarını bunun nedeni olarak gösterdin. Dünyanın rahmi derken kastettiğin Orta Doğu mu ve petrol çalışmaları nasıl hasta ediyor dünyamızı?
Dünya, tıpkı bir insanın bedenine benziyor. Dişi bir varlık. Eski Taocular, özellikle de Lung Men Pai yani Ejderha Kapısı Okulu dünyanın coğrafi olarak neresinin insan bedeninde nereye karşılık geldiğini bulmuş durumda. Ortadoğu yaklaşık olarak dünyanın alt enerji merkezinde bir yerlere karşılık geliyor. Örneğin ünlü Bermuda Şeytan Üçgeni de bizim Yaşam ve Ölüm Kapısı dediğimiz ve böbreklerimizin arasında yer alan Ming Men enerji merkezine karşılık geliyor. Petrol çalışmaları ve dünyanın kaynaklarının bu şekilde tüketilmesi tıpkı bir insanın bedenindeki elementlerin ve enerjinin sömürülmesi gibi. Biz eğer insan bedeninde hangi organların sömürüldüğünü bilirsek, 5 Element kuramına göre bunun sonuçlarının neler olacağını tahmin edebiliyoruz. Aynı durum dünya için de geçerli yalnızca çok daha büyük ölçekli meseleler söz konusu. Bu nedenle hepimiz bu sene borsalarda neler olacağını, doğal felaketleri ve bunun gibi şeyleri kestirebiliyorduk. Ya da ülkemizde parti kapatma olasılığını da biliyorduk ve ben bunu bir sene önce pek çok insana söyledim. Bazılarının bana güldüğünü itiraf etmem lazım.
Nasıl biliyorduk? Taocular mı biliyordu, yoksa senin uzmanlığın olan pinkod çalışmalarıyla mı biliyordun? Açar mısın bunu?
Biz Taocular pragmatist insanlarızdır. Yani fanatiklik yapmadan işimize gelen şeyi alır ve kendi sistemimize katarak kullanmaya başlarız. Bu nedenle bir Budist çalışma olan Shaolin öğretilerindeki Demir Gömlek ve Kas/Tendon Klasiği gibi yöntemler Budistler tarafından karalandığında, Taocularla Budistler rakip gibi görünmelerine rağmen o çağlarda Taocular bu çalışmaları almış ve daha da geliştirmişlerdir. Bu anlamda benim Pin Kod yöntemim de içinde pek çok Taocu unsurun, Beş Elementin ve başka bilgilerin bulunduğu bir yöntem. Yani orijinal pin kod değil, eklerle zenginleştirilmiş bir hali. Bu nedenle bu tür tahminlerde pin kod da dahil olmak üzere pek çok şey kullanıyorum.
Peki Türkiye, dünya bedeninin neresinde ve ülkemizin geleceğine dair görüşlerin neler?
Türkiye’nin bedenin neresinde olduğunu söylemeyeceğim. Bunun bir takım nedenleri var ama geleceğe ilişkin bazı şeyler söyleyebilirim. Bunları söylerken öncelikle bir açıklama daha yapmalıyım. Taocular çağlar boyunca daima siyasetten ve dünya meselelerinden uzak durmuşlardır. Onlar çok daha büyük yasalara dikkat ederler; çünkü bilirler ki ülkeler ve çağlar insanların daha küçük yasaları tarafından değil daha büyük yasalar tarafından yönetilirler. Dünyadaki yönetimler yalnızca daha büyük sahnede devam eden yönetim savaşlarının bir gölgesinden başka bir şey değildir. Bu nedenle Taocular her zaman kendilerinden tavsiye isteyen yöneticilere daha büyük yasa uyarınca bir takım tavsiyelerde bulunmuşlar ama kendileri asla siyasete bulaşmamışlardır. Bu nedenle benim bu söyleyeceklerim de siyaset olmayacak. Yalnızca daha büyük yasadan kendi anlayabildiğim kadarıyla gözlemlediğim şeylerin bir kısmını anlatacağım.
Sevgili Hasan, bu noktadan itibaren söyleyeceklerim birbirleri ile ilişkili bir dokunun parçaları. O nedenle eğer yalnızca parça anlatılır da parçaların toplamı olan doku anlaşılmazsa doğru yaklaşımlar geliştirilemez. Senin alayacağın çok zor bir konu. Eğer konuyu yeterince iyi anlatamazsam okuyucularımız bilsinler ki bunun nedeni uzun bir açıklamaya ihtiyaç olması.
Öncelikle, Türkiye kendi ilk küçük yaşını doldurdu. Şu anda tüm kombinasyonları Cumhuriyet’in kurulduğu dönem ile aynı kombinasyonlarda. Bu da bize Türkiye’nin bir yenilenme döneminden geçeceğini anlatıyor. Bu yenilenmenin bu yıl itibariyle başlayacağını biliyorduk. Biraz sonra eğer bana bu yenilenme konusunu sormak istersen sana o konuda da bir şeyler söyleyebilirim. Geçen sene Türkiye’yi bir parça incelediğimde varolan siyasi partinin kendini sistem içinden çıkarmak isteyeceğini düşünmeme neden olacak şeyler gördüm. Yani her ne kadar bu bir kapatma davası olsa da sanki parti zaten kendisi sistem içinden çıkmak istiyor gibi bir izlenim yarattı bende. Neyse bak siyasete girmeyeceğim derken siyasete giriyorum. O zaman başka şeyler söyleyeyim. Dünya genelinde 3-4 yıl kadar sürecek olan bir ekonomik çalkantı yaşanabilir gibi görünüyor. Yine bu yıl ülkemizde ve bazı ülkelerde depremler olabileceğini sanıyorum. Ama bu beklenen İstanbul depremi mi bunu incelemedim samimi olmak gerekirse.
Yine yönetimde ilginç bir durum var. Yeni bir liderin ortaya çıkması ihtimali söz konusu. Ama bütün bunların yönünü Türkiye’nin özgür iradesi belirleyecek ve bu özgür iradenin temelinde ise Atatürk’ün inanılmaz bir öngörü ve zeka ile yaratmaya çalıştığı bir durum belirleyici olabilir. Bu durum da ülkeye bir Polis özelliği katmak ve bir idea yani bir fikir, bir amaç verme çabasıydı.
Polis derken “Şehir” anlamındaki Polis mi?
Evet, Polis kelimesini eski Yunan’da kullanıldığı anlamda Şehir ya da Devlet olarak kullanıyorum. Ama şehir ya da devlet dendiğinde tam anlamını karşılamıyor. Polis bir idealdir aslında. Vatandaşların kendilerini ait hissettikleri, bu sayede cesaret buldukları, bu sayede kendilerini güvende hissettikleri bir anne ve baba. Bu olmadığında ülkenin insanları kimsesiz çocuklara benzer. Türkiye’de benim karşılaştığım insanların büyük bir kısmı Taoculuk’ta Toprak elementine karşılık gelen sağlık sıkıntıları yaşıyor. Bu da kendi kökleriyle bağlantısını koparmak ve bir anlamda kimsesiz bir çocuk olmak gibi bir durum.
Aslında köklerine çok bağlı, hatta fazlasıyla bağlı olduğu için zor hareket eden bir toplum görüntüsündeyiz. Yoksa değil miyiz? Kökleriyle bağlantısı kopmayı açabilir misin?
Hayır ne yazık ki değiliz. Köklerimiz ile olan bağlarımızı tarihin çeşitli dönemlerinde çeşitli nedenlerle yitirdik. Bu nedenle yüzyıllardır, Selçuklunun son döneminden başlayıp Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde devam eden sıkıntıların büyük bir kısmı da bu köklerle olan bağlantıyı koparmamızdan kaynaklanıyor. Bu gün aman allahım şu olanlara bak bunlara bir çözüm bulalım diyen iki taraf da aslında sorunun kökünde bunun olduğunun bilincinde değil. Tarih sahnesinde bunun bilincine varabilmiş tek insan Atatürk oldu.Ancak ömrü yetmedi bu polis idealini kurmaya. Bugün yaşadığımız tüm o sıkıntılar işte bu idealin yoksunluğundan kaynaklanıyor. Bu ideal olmadığı için Selçuklu’dan başlayarak yapılmaya çalışılan şey yapılıyor ve ideal ithal ediliyor. Ancak ithal idealle olmuyor tabi ki bu durum.
Bana Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak ortak kimliğimizden ve ortak amacımızdan bahseder misin diye sorsam eminim ki net bir yanıt veremeyeceksindir. Nedir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak sence Hasan merak ettiğim için soruyorum bunu?
TC vatandaşı olmak değil de, Türk olmak diye sorduğunda, dünyanın “kilit taşı” noktasındaki bir ülkede, çevremizdeki üç kıtadan gelen her türlü enerjiyi, daha da yoğun şekilde yaşayan ve onca zorluğa rağmen ayakta kalmaya çalışan bir ulusun ferdi olmak demek ki bu ulusun zaman ilerledikçe, dünyanın diğer uluslarına manevi yönden yol gösterici olma potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Bana Türk olmanın anlamını sorduğunda aklıma gelen bu.
Anladım. Potansiyel açığa çıkmadığı sürece kullanılamaz malum. Bu nedenle potansiyellerin açığa çıkması gerekir. Atatürk bunun bilincinde olarak, potansiyelleri açığa çıkarmak için önce ortak bir ideal yaratmaya çalışmıştı. İdealin olmazsa karanlıkta yaşamaya mahkum olursun. Hatırlarsan geçenlerde seninle karanlık kavramını tartışmıştık ve ben sana karanlığın ne olduğunu sormuştum. Sen de bana bir yanıt vermiştin. Ben bu yanıtla tatmin olmayıp sana başka sorular sormuştum bu konuda ve en sonunda geldiğimiz noktada bana bir durumun sıfatlarını anlatıyorsun oysa benim ihtiyacım olan şey ismi demiştim; çünkü bir şeyi sıfatları değil ismi belirler. Aksi taktirde bir şeyi sıfatlarla tanımlamaya kalktığında onu başka şeylerle karıştırmak mümkündür. Sonuçta karanlığın isminin ne olduğunu bulmuştuk
Okurlarımız için tekrar hatırlatır mısın karanlığın ismini?
Ben bunu senin hatırlatmanı rica etsem?
Korku. Işık ise cesarettir demiştin.
Hayır, ışık aslında cesaret değil. Cesaret yalnızca korkunun karşıtı. Oysa dengenin diğer ucunda bulunan karanlığında tıpkı korku gibi kendine özgü bir ismi var. Seni ruhsal bir sorgulamaya sokmak isterdim çünkü insan ancak bu şekilde öğrenip özümseyebiliyor ama yine de sana söyleyeyim mi ışığın ne olduğunu?
Işık, sevgidir Hasan ve idealdir. Yani korkunun karşısında sevgi ve şefkat durur. Atatürk bunu biliyordu. Yurtta barış olması için dünyada da barış olması gerekir kavramını onun için ortaya attı. Boş bir laf değildi söylediği, politik bir slogan da değildi. Bİliyorsun yakın bir zamana kadar bunu dış politikanın temeline oturttuk biz. Yalnızca savunma amacıyla saldırabiliriz dedik. Hatta mümkün olduğunca diyalogla çözer ve saldırmayız dedik. Ancak sevgi olabilmesi için bir idealin olması gerekir. Bir şey yapabilmek için daima harekete geçirici bir güce, bir motivasyona ihtiyaç vardır. Bir milletten bahsettiğimizde bu motivasyon onun ortak idealidir. İşte bu gün karşı karşıya olduğumuz durum bu. Bir idealimiz, bu anlamda da ortak bir kimliğimiz yok. Yani kimsesiz çocuklar gibiyiz ve korkuyoruz. Bu da bizi ne yazık ki karanlık için güzel bir yeme dönüştürüyor.
Bu, bizi yeme dönüştürüyorsa, bu noktada bizi yemek için ağzı sulanan karanlık nedir ya da kimdir? Dünyadaki yansıması nedir?
Karanlığın bir şekli yok. Sadece sıfatları var. Bunu çok uluslu şirketler ve onların yönetimindeki ülkeler olarak algılayabilirsin. Ama bunlar bile yalnızca karanlığın sıfatları olur. Daha da acısı, satranç tahtasında pek çok kilit hamle yapılmış durumda ve şu anda mat demeye hazırlanıyorlar. Senin anlayacağın bir lidere ve bir ideale ihtiyaç var ki bu durumdan çıkabilelim. Onun dışındaki her tür çaba ne yazık ki bu durumu geciktirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Bunlar “Thumos”taki büyük patron ve şirketi düzeyindeki şirketler mi? Biraz daha açar mısın? Hem neyin matı? Neyin hamlesi?
Evet Büyük Patron ve onun gibi insanların temsil ettiği şirketler. Yalnızca Irak savaşında bir tek şirketin kârı 500 milyar dolar oldu. Bu paranın çok daha üzeri var bu nedenle bir tek şirketi söyledim sana. 500 milyar dolar küçük bir ülke satın alabilecek bir para bunu unutma. Hamleler ise yüzyıllardır yapılıyor. Atatürk, akıl almaz karşı hamlelerle bu satranç oyununda Türkiye’yi çok uzun yıllardan sonra avantajlı duruma geçirmişti. Ancak dediğim gibi ömrü yetmedi; bu da ayrı bir konu ya neyse… Bu hamleleri becerebilirsem ikinci kitapta anlatmak istiyorum.
Hamleler öyle çok gizlenen hamleler değil aslında. Gazetelerde yazılıyor çiziliyor. Bir durumu gizlemenin en emin yolu onu ortalıkta yapmak ama ona başka bir kimlik kazandırmaktır. Özellikle son 60-70 yıldır imzalanan uluslararası ticaret anlaşmalarına bakmak bile durumun resmini çizmeye yetiyor.
Bu durumda fillerin tepiştiği büyük alanda ezilen çimenler konumundayız. Ülkemizde öyle ortak ideal yaratacak, bizi belli bir hedefe yönlendirecek bir lider mevcut da değil. Ortada “uyanın, bir şeyler yapın” çağrıları yapılıyor ama herkes birbirine bakıyor? Ayrıca bu ülkenin bütünü derken, gerçekten bütününü birleştirecek bir hareketten söz ediyoruz ki, ortadan ikiye üçe bölündüğümüz şu dönemde çok fantastik bir düşünce gibi geliyor. Bu durumda ne yapmalıyız biz?
Bölünme kısmı özellikle dikkat edilmesi gereken konu bence. Türkiye kendine özgü yapısıyla pek çok dünya ülkesinden farklı bir konuma sahip. Diğer ülkelerden bahsettiğimizde onların, kendi anavatanlarında yaşayan milletler olduğunu görüyoruz. Oysa Türkiye vatandaşları kendi anavatanları olan Asya’da yaşamıyorlar. Yani bir durum olduğunda talep edecekleri ana vatanları yok bu durumda. En azından bize çizilen resim bu. Kazım Mirşan’ı dinlediğinizde bundan farklı bir resim çizecektir size ama daha önceden de söylediğim gibi bu kadar değerli bir bilim adamının sesi kısılmış durumda. Eğer kendi anavatanımızda değilsek bize en çok benzeyen ülke sanırım ABD olabilir bu durumda. Fakat orada bile ülke kurulduktan sonra ülkenin kendi mitolojisi, kültürü ve gelenekleri gelişmeye başladı. Yüzyıl önce ya da iki yüzyıl önce Amerikalı olmak komik bir tanım olabilirdi ve biz o ülkeyi Avrupa mutfağından arta kalanların ısıtılarak yeniden servis edilmiş hali olarak görebilirdik. Fakat durum bugün öyle değil; çünkü ortak bir kimlik ve ortak bir ideal geliştirmeyi başardılar. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamak için de bu tür bir ortak ideal yaratmak gerekiyor. Bu nedenle karşıtlıklarımız yerine ortak yanlarımıza odaklanmakta fayda var bence. Türk insanı grup odaklı, tek başına işleyemeyen ve ne yazık ki biraz tembel bir insan. Bunu bir kötüleme olarak söylemiyorum. Bu, durumun resmi. Eğer durum buysa o zaman onu grupla hareket edecek şekilde, iyi ya da kötü amaçlı harekete geçirmek mümkündür. Yalnızca dışarıdan ortak bir düşman olduğunda ya da futbol maçlarında birbirimize kenetlenmeyi bırakabilirsek belki bir şeyler yapılabilir. Bunun için ise gerçek bir idealin yaratılması gerekiyor ve bu ideal için de bir lidere ihtiyaç var. Başka çözümlerin geçici olacağını sanıyorum.
Nasıl bir ideal olabilir sence bu? Yani nasıl bir ideal bu ülkeyi bir araya getirebilir?
Bunun din temelli olmaması gerektiğine inanıyorum ilk olarak. Bu daha önceden de denendi ve başarılı olmadığı gün gibi ortada. Türk folkloründen yola çıkan bir idealin bunun için mükemmel olacağına inanıyorum. Bizim yeni yılımız Ocak’ta değil ki mesela. Bizim yeni yılımız baharla başlar. Çinliler gibi. Mesela bu anlamda Çin toplumuna çok benzeyen bir toplumuz biz. Atatürk bu idealin temeline türk folklorünü yerleştirmeye çalıştı ve buna ek olarak kendi içimizde bulunan tüm etnik halkların folklörlerinin de birlikte özümsenebileceği bir yapı üzerinde çalıştı. Yani karşıtlıkları uyumlu bir beraberlikte bir araya getirmek istedi. Bence bu, bir ideal olabilir. Bu anlamda Türk olmak ırkı tanımlayan bir şey değil, ideali tanımlayan bir şeye dönüştürülmeye çalışıldı. Bence kaldığı yerden bu çabaya devam edilmesi gerekiyor. Yani “Ne mutlu Türküm diyene” lafı kesinlikle bir ırkı tanımlamıyordu.
Zaten Atatürk’ün de bir şiiri var ve içinde şöyle bir dize geçiyor:
“Türk sadece bir milletin adı değil, Türk, bütün adamların birliğidir.” Bu aslında çok büyük bir ideal olabilir mi? Yani insanlığın bütün olmuş adamlar birliği haline gelmesi için yol gösterici olmak?
Evet, işte bu.
Bu bağlamda da bireysel olarak yapabileceğimiz şey, öncelikle kendimizi bütünlemek olabilir mi? Böylece kendi bütünlüğümüz, insanlığın bütünlüğüne katkıda bulanabilir ve bunun yansıması da dünyada ve ülkemizde, ışığa doğru bir yönelim oluşturabilir mi?
Bu soruna yanıt vereceğim Hasan çünkü önemli ama bir ekleme yapayım önce ki konu daha net anlaşılsın. İlk olarak Atatürk’ün onun karşısında yer alanlar tarafından da onun yanında yer alanlar tarafından da tam olarak anlaşılmadığına inanıyorum. Bugün bize çizilen, hem de her iki cepheden çizilen resimler bunun kanıtı. Oysa Atatürk, beni anlamak benim fikirlerimi anlamaktır dememiş miydi? Atatürk bir peygamber değil bir insandı elbette. Ancak sıradan bir insan olmadığına garanti verebilirim. Şimdi Antropolojik olarak bilinen bir gerçek vardır: Birden fazla kültür bir araya geldiğinde genellikle o kültürlerin en kötü tarafları açığa çıkar. Fakat eğer bu kültürler ortak bir ideali merkez alarak bir araya gelirlerse o zaman birbirlerini besleyip büyütmeye ve en iyi yanlarını bir araya getirdikleri mükemmel bir yapı yaratmaya başlarlar. İşte Atatürk tam olarak bunu yapıyordu. Bu durumda birey olarak yapılacak şey sağduyulu olmak ilk olarak. İki karşıt fikir bir araya geldiğinde, iki taraf da istediğini söylesin karşısındakinin fikrini değiştirmez ve bunun sonucu da çatışmadan başka bir şey olmaz. Basında iki tarafın da savunucusu olan yüzlerce köşe yazarı binlerce yazı yazdı. Ne değişti? Karşıtlardan hangisi “Aaaa bak ben yanılıyormuşum haydi senin fikrini kabul edeyim,” dedi? Bunlar olmadı ve olmayacak da. İki taraf da birbirini canavar gibi görüyor. İki taraf da birbirinden korkuyor. İki taraf da bu nedenle karanlıkta kalıyor ve karanlığa yem olacak hale geliyor. Bu nedenle iki taraf da ortak bir amaçla bir araya gelmeli ve bir ideal yaratmalı. Bu iş laik müslüman çatışmasına dönerse, ya da Türk-Kürt itişmesi yaratılırsa kimse bir şey kazanamaz. Türk kültürünün en imrenilecek yanını sana söylememi ister misin?
İstemem, yan cebime koy. (Tabii ki isterim.) 🙂
Peki. Bu çok önemli. Hani sen diyorsun ya hep Türkiye lider rol üstlenebilir ve tüm dünyayı değiştirebilir. Evet bu mümkün çünkü hamurundaki bir yetenek bunu sağlayabilir. Türkiye’nin en imrenilecek yani aslında tıpkı bir hamur gibi işlenebilmesi ve biçim değiştirebilmesi. Türk denilen o bilinç, o kadar sevdiğim o kadar hayran olduğum bir bilinç ki, kendi içine aldığı şeyi kendi misafirperverliği ile kendi malı yapar. Onu kendinden kabul eder. İslamı içine alır ve onu Türk İslamı yapar örneğin. Anlatabiliyor muyum? Aynı şekilde biçim değiştirirken özünde bir şeyi hep korur ve çevresini etkiler varolan o misafirperverliği, sevgisi, dolayısıyla cesaretiyle. Çanakkale savaşına bak göreceksin neler olduğunu. Bu bilinç, zaman içinde tüm dünya sahnesinde karşıtlıkların bir potada eritilmesini sağlayabilir.
Yine geldik Türkiye’nin yeri konusuna. Bu noktayı tam aydınlatmadan, kendi yerimizi bilmeden ilerlemek zor gibi görünüyor ve az önce bana sorduğunu ben sana soruyorum. Hatta bir değil iki soru soruyorum. Türkiye’nin “evrensel büyük plan” açısından bakıldığındaki yeri nedir ve yine bu bağlamda Türk olmak ne anlam taşır? Tabii Cem Şen için de Türk olmak neyi ifade ediyor? (İki demiştim ama üç soru oldu.)
Türkiye’nin büyük evrensel plan açısından yerini tam olarak anlayabilmek beni aşan bir şey; en azından şu an için. Ancak anlayabildiğim şeyi söylemem gerekirse bence karanlık ile aydınlık diyebileceğimiz şey arasında dengenin sağlanması için Türkiye çok önemli bir konuma sahip. Bu konum bizim cesaretimiz ve dolayısıyla sevgimiz ile ilgili. Yüzyıllardır Türk dendiğinde akla ilk gelen misafirperverliğidir örneğin. Bütün değerler yokolurken, mekanik dünya görüşü tüm dünyayı yönetirken, dünyada ilk kez birbirimize fiziksel olarak bu kadar yakın ama ruhsal olarak bu kadar uzak yaşarken bu değerler tüm insanlığın kurtarıcısı olabilecek değerler. Elbette biz bu değerleri yitirmezsek; ki yitirmeye çok yakınız. Dediğim gibi hamleler çoktan yapıldı. Türk olmak ise, eğer türk kelimesini bir ideal olarak kullanmıyorsan hiçbir şey değil. Yani şu anlamda hiçbir şey değil. Biz Türk olmanın idealini ve anlamının ortaya koyamadığımızda kendimize türk dememiz bir anlam ifade etmeyecektir. Bu nedenle ilk olarak ortak bilincinimiz tanımlamamız gerekir. Bu da yavaş yavaş sönen bir bilinç olduğu için canlandırılması gerekir. Bu bilinç dilimizde, folklörümüzde bulunur. Ben Türk olmayı, Cem olarak, bir ideal boyutunda kavramaya ve bu bilince katkıda bulunmaya çalışıyorum kendimce. Bu, içinde bulunulan fiziksel mekandan bambaşka bir şey benim için. Ben bu ideali seviyorum. Çünkü o ideal, daha büyük sahnede “Işık” ile çok benzerlikleri olan bir ideal. O nedenle hayatım boyunca bir yürüyüşe katılmadım, sokaklara dökülmedim, siyaset yapmadım, ama kendimce o bilince katkıda bulundum. Edindiğim her bilgiyi “bizim” yapmaya çalıştım. Bu kadar insan Zen ile uzakdoğu ile ilgilendi ama biliyorsun “Türk Zen”i söylemiyle ortaya çıkıp “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen”i bir tek ben yazdım 15 yıl önce. Benim çabam bu yönde oldu hep. İnanıyorum ki başka bireyler de bu ortak bilinç için başka çabalarda bulunabilir.
Çok teşekkürler Cem. 🙂 Ben bu muhabbeti bu sayılık burada bitiriyorum. Gelecek sayı kaldığımız yerden devam edeceğiz.