Daha önceki yazımda ele aldığım Carlos Castaneda’nın kitaplarında, ölüm konusu oldukça geniş bir yer tutuyor. Irvin Yalom’um Varoluşçu Psikoterapi kitabında da benzer yaklaşımların yer almış aldığı dikkatimi çekti. ”Heidegger, 1926 yılında, ölüm fikrinin insanı nasıl koruyabildiği sorusunu incelemiş ve kendi kişisel ölümümüzün farkında olmanın bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevkettiği şeklinde önemli bir kavrayışa varmıştır” der Yalom. Yani ölüm, bireyin yaşamının farkında olmasını sağlar.

 

 

Castaneda’nın eğitmeni don Juan da ölümü “bir danışman” olarak ele alır. Don Juan ölümün insanoğlunun ebedi yoldaşı olduğunu vurgular ve tanımlar. “Daima solda, bir kol boyu arkada bulunan, savaşçının tek bilge danışmanıdır ölüm. Bir savaşçı bir şeyler yolunda gitmediğinde ve yolun sonuna geldiğini hissettiğinde ölümüne dönüp danışmalıdır. Ölümü ona yanıldığını, kendisinden başka hiçbir şeyin önemi olmadığını söyleyecektir. Ölümü şöyle diyecektir ona; “Ben sana daha dokunmadım ki.” Gündelik yaşamda bana sıkıntılı hissettiren durumlarda bu söz aklıma gelir; ölüm şöyle der; “ben sana daha dokunmadım ki!”

 

Castaneda’nın ölüme, yaşama, anlamlılığa, kendini önemsemeye, kendine acımaya ve daha pek çok şeye değinen, her seferinde okumaktan keyif aldığım bir bölüm var kitabında;

“Akşamın geç saatlerinde daha da yüksek bir yaylaya ulaşmıştım. Daha önce de oraya gelmişim gibi hissettim. Anımsamak amacıyla çevreme baktım ama orayı çeviren doruklardan hiçbirini tanıyamadım. Uygun bir yer seçtikten sonra çıplak kayalık bir alanın kıyısında dinlenmek için oturdum. Çok ılık ve asude bir yerdi. Sukabağımdan biraz yiyecek çıkarayım dedim, ama boşalmıştı. Biraz su içtim. Ilımış, bayatlamıştı. Don Juan’ın evine dönmekten başka çarem kalmadığını ve derhal geriye dönmek için yola koyulmam gerektiğini düşündüm. Karın üstü yere uzanarak başımı koluma yasladım. Rahat edemeyip pozisyonumu bir kaç kez değiştirdikten sonra batıya doğru dönmüş olduğumu gördüm. Güneş epey alçalmıştı. Gözlerim yorulmuştu. Gözlerimi yere doğru çevirip baktığımda irice siyah bir böcek gördüm. Küçük bir kayanın ardından, boyunun iki katı irilikte bir gübre parçasını iterek gelmekteydi. Uzun bir süre onun hareketlerini izledim. Böcek benim mevcudiyetimle ilgilenmeksizin yükünü yerdeki kayaların, köklerin, girintilerin ve çıkıntıların arasından habire itmekteydi. Anladığım kadarıyla böcek benim orada olduğumun bilincinde değildi. Böceğin benim varlığımın bilincinde olup olmadığını bilmemin imkansız olduğunu düşündüm. Bu düşünce zihnime benim dünyama karşı bir böceğin dünyasına ilişkin bir sürü ussal değerlendirmelerin sökün etmesine yol açtı. Böcek de ben de aynı dünyada yaşıyorduk ama kuşkusuz ki, bu dünya ikimiz için aynı dünya olmaktan uzaktı. Kendimi böceğe bakmaya kaptırıp o yükünü kayaların arasından ve yarıkların içinden taşıması için gereksindiği muazzam gücü hayretle düşündüm. Böceği uzun süre gözlemledikten sonra çevremdeki sessizliğin farkına vardım.Sadece çalılıklardaki dalların ve yaprakların rüzgarla titreştiğini işitebiliyordum.Yukarı doğru baktım birden gayri ihtiyari olarak soluma doğru döndüm, belirsiz bir gölgenin ya da birkaç adım ötede bir şeyin titrediğini görür gibi oldum. Önce bunu önemsemedim ama o gölgenin solumda olduğu aklıma geldi. Tekrar ansızın döndüm ve kayanın üzerindeki bir gölgeyi açıkca sezgiledim. Gölgenin derhal kayadan yere doğru kaydığı ve toprağın, kurutma kağıdının mürekkebi çekivermesi gibi emdiği şekilde tekinsiz bir duyguya kapıldım. Tüylerim diken diken olmuştu. Ölümün bana ve o böceğe bakmakta olduğunu düşündüm. Tekrar böceğe bakayım dedim ama onu bulamadım.Hedefine ulaşmış ve yükünü yerdeki bir deliğin içine bırakmış olabileceğini düşündüm.Yüzümü düzgünce bir kayaya yasladım. Böcek derin bir delikten çıkarak yüzüme beş on santimetre ötede durdu. Sanki bana bakmaktaydı, zira bir an için onun benim varlığımın bilincine, belki de benim de kendi ölümümün bilincine vardığım şekilde vardığını duyumsadım. Gene tüylerim ürperdi. O böcekle benim aramda o kadar da fark yoktu demek ki. Ölüm, bir gölge gibi, ikimizi de koca bir kayanın ardından kollamaktaydı. Alışık olmadığım bir sevinçle doldu içim. O böcek de ben de birbirimizden farksızdık.. Hiçbirimiz, ötekinden daha üstün değildi. Ölümümüz bizi eşit kılıyordu. İçimi dolduran sevincim, kıvancım öyle çoğaldı ki ağlamaya başladım. Don Juan haklıydı. Her zaman haklı olmuştu o. Başka herkes gibi ben de son kerte gizemli bir dünyada yaşıyordum, son kerte gizemli bir varlıktım ben ama gene de bir böcekten daha önemli değildim…”

Bize hep başkalarından  daha başarılı, daha üstün ve farklı olmamız için zorlayan ve küçüklüğümüzden itibaren egomuzu şişiren yetiştirilme tarzımız, yaşama bakış açımızı ve bununla birlikte yaşamda bulunduğumuz noktayı belirliyor. Bu da insanı, sürekli olarak aslında çok da anlamlı olmayan bir yaşama zorluyor. Yaşam, bir türlü boşluklarını dolduramadığımız, zorlayıcı ve bizi boğan bir şey haline geliyor. Aradığımız anlamı yaşamda bulamıyor, mutlu olamıyor ve aslında anlamı olmayan şeyleri kaybetmemek adına akıntıya kapılıp gidiyoruz. Oysa, ne bir başka insandan ne de bir böcekten farklı değiliz Castaneda’nın dediği gibi ve farkına varabilseydik eğer, bir o kadar da eşsiziz.

Tibet’in Yaşam ve Ölüm kitabında Sogyal Rinpoche şöyle der;

“Yaşam acı, keder ve zorluklarla dolu olabilir.Aslında bu zorlukların hepsi ölümü duygusal olarak kabul etmemiz için bize sunulmuş fırsatlardır. İşte ancak o zaman sürekli olduğuna inandığımız şeylerin, değişim yoluyla öğrenme olasılığını ortadan kaldırdığını anlarız. Tibetli Budistler kanser ve benzeri hastalıkların, bize varlığımızın ruhsal gereksinmelerimiz gibi daha derin boyutlarını ihmal etmememizi anımsatmak için bir uyarı olduğuna inanırlar. Eğer bu uyarıyı dikkate alırsak ve yaşamlarımızın yönünü kökten bir şekilde değiştirirsek sadece bedenimiz için değil tüm varlığımız için çok yüksek bir iyileşme umudu vardır.”

Yalom da bu konuda aynı fikirdedir;

 “Ölümün hayatla birleştirilmesi hayatı zenginleştirir; bireylerin kendilerini önemsiz şeylerle bunaltmaktan kurtarmalarını, daha anlamlı ve daha otantik olarak yaşamalarını sağlar. Ölümün tam farkında olmak kökten kişisel değişimlere neden olabilir. Fakat, ölüm birincil anksiyete kaynağıdır; içsel yaşantıya sızar ve biz çok sayıda kişisel dinamizmle ona karşı kendimizi savunuruz.”

Ölümün farkına varabiliyor muyuz? İnkar ve unutma yolunu mu seçiyoruz ya da bir kaygı olarak sürekli onunla mı yaşıyoruz?Yoksa don Juan’ın belirttiği gibi onu “bir danışman” olarak mı görüyoruz? Yaşam ve ölüme olan  bakış açımız, yaşamımızı ve inanıyorum ki ölümümüzü de biçimlendiriyor.Bir bütün olan bu iki öğeden birinden kaçınmak, görmezden gelmek ya da saplantılı olarak onunla bir olmak diğerini de aynı yere çekmekten başka bir işe yaramaz.

 

Sevdiğim birinin hastalık sürecinde ve kaybında yanında olan biri olarak dikkati çekmek istediğim en önemli nokta, ölüme yaklaşan bu insanın “istediğim gibi yaşadım, istediğim şeyleri yaptım, bu nedenle gözüm arkada kalmıyor hiçbirşey için” diyerek gitmeyi seçmesi. Bu bence bir derstir, hızla akıp giden yaşamla sürüklenenler için bir an durup düşünmeleri gereken bir ders. Bir diğer nokta “bakış açısı”. Don Juan’ın vurguladığı “kendine ve başkalarına acımama.” Kendime ve kaybettiğim kişiye karşı acıma duygusunu kontrol etmeseydim, aradan geçen 2.5 yıl süresince onu her aklıma geldiğinde sevgiyle, gülümseyerek ve olumlu olarak değil, yıpratıcı olan kendime ve ona acıma duygularıyla geçirmiş olacaktım. Şu var ki, kendisine acınılmasından hiç hoşlanmayacak birini, yaşadığı hastalık sürecini, kaybını vb düşünerek ve acıyarak anmak O’na ve anılarına karşı saygısızlık etmek anlamına da geliyor bana göre. Ve nihayetinde kendime de acımıyorum. Oysa insanın kendine acıması kadar kolay bir şey yok, zor olan bunu yapmamak. Kaybın getirdiği acı ve boşluk duygusunu biraz da olsa hafifletmenin en iyi yolunun bu olduğunu ve üstelik bu şekildeki bir bakış açısıyla da fiziki olarak olmasa da aslında varlığının devam ettiğinin hissedildiğini söyleyebilirim. Yani hala var olduğunun.
 

Ne öğrendim? Yaşamın bir taraf olduğunu ve diğer tarafın hemen bir adım ötede olduğunu bildim. Şu an var olduğum tarafta birşeylerin biraz daha farkına vararak yaşamanın gerekliliğini. Gereksiz yere yüklendiğimiz geçmişin ve bugün yüklenmeye çalışılan yüklerin bir kısmını atarak hafiflemek gerektiğini. Yani hem zihinsel hem de duygusal yüklerden kurtulmak gerektiğini. Gündelik yaşamın getirdiği zorluklarda gülümseyebilmeyi, umut edebilmeyi ve şükretmeyi. Kimi kez insanların ne kadar ufak şeyler karşısında dirençlerinin kırıldığını ve çıkmazda hissettiklerini gördüğümde, hep aynı şeyi söylüyorum “bakış açınızı değiştirin.” Yaşamda yani bu tarafta yapabildiğimizin en iyisini yapmak için gereken tek şey bu ve ölümü bir danışman olarak kullanmak bence…

Konuk Yazar