Okul hayatına ilk adım attığınızdan itibaren size insanların hedefleri olmasının ve o hedeflere ulaşmak için sıkı sıkıya çalışmasının gerekliliği sürekli tekrarlanır. Yine büyük başarıların büyük fedakarlıklar gerektirdiğini, azıcık dişini sıkarsan sonra rahat edeceğin propagandaları yapılır. Sonra hedeflenen noktaya varılınca yani başarılı olunca, mikrofon bu başarıların sahiplerine uzatıldığında “inandım, çalıştım, başardım” mealinde cümleler kurar…
İşte ben, o kişilerden değilim.

Oldum olası çalışmak kelimesi ve onun çağrıştırdıklarından nefret ettim. Çalışmak deyince hani Hababam Sınıfları’ndaki ders çalışma sahneleri vardır ya: bizimkilerin kendilerini derse verdiği, birbirlerine sorular sorduğu, kitaplara gömüldüğü; işte bu sahneler gözümün önüne gelir ve yüzümü ekşitirim. Çalışmak demek benim için yapmayı istemediğim birşeyi zorla yaptırma çabasıdır, özellikle de bu eğitim sisteminden bana kalan bir mirastır bu. İlkokuldan beri ne ders çalışmayı sevdim, ne de ödev yapmayı, ama mecbur olduğum için yaptım ve notsal anlamda da başarılı oldum. Fakat sevdiğimden değil de, mecburiyetten oldu bu. (Halbuki aslında sürekli çalışıyorum şu yazıyı yazarken bile. Olay kelimenin çağrışımlarında bitiyor. Çalışmam söylenince çalışma isteğim gidiyor benim anında)

Ayrıca benim hedeflerim de olmadı hiç. Evet, ilkokulda olmayı istediğim itfaiyecilik ve ortaokulda İndiana Jones’un etkileri sonucu düşlerime giren arkeologluk dışında hiçbir hedefim olmadı da benim. Okuduğum fakülteyi de lise arkadaşlarımın “Hasan lan, sen fena şeyler yazmıyon hani. Hatta 20 seneye kadar Oscar bile alırsın böyle gidersen. Sen Radyo, TV Sinema Bölümünü yazsana en iyisi de Ankara’da varmış.” demeleri sonucu yazdım. Belki kazanamazsam diye de altına Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü yazdım ve sınav sonuçları açıklandığında Halkla İlişkiler’i kazandığımı gördüğümde açıkçası çok bozulmuştum. Ama sonradan o kadar sevdim ki bölümümü halen ayrılamadım. Zaten benim hayatım yanından geçerken şöylesine bir baktığım ama atlamayı istemediğim havuzların içine birileri tarafından itilmek ve sonradan o havuzlara fena alışıp içinden hiç çıkmamayı istemek biçiminde geçti. İçine itildiğim bu havuzların, öyle sıradan değil de az biraz mucizevi özellikleri olan büyülü havuzlar olduğunu farkettikçe de, beni arkamdan iteleyen o varlığa güvenim arttı. Ama şunu da itiraf ediyorum ki ben herşeyi kontrol altında tutmayı isteyen ve en ufak kontrol dışı durumda kendini kaybedip panikleyen biriyim de aynı zamanda. Fakat itildiğim havuzlardaki mucizevi olayları gördükçe, hayatta herşeyin kontrolümde olamayacağını ve yaşam sürecinin aslında bir dakika sonra gerçekleşebilecek mucizelere açık olduğunu kabullenmeye başladım. Bu da, bana gelecek endişesinden ötürü kastığım kasları gevşetme ve havuzda çimmekten keyif alma hali yaratmaya başladı ki bunun dönüşümü de mutlu ve huzurlu olduğum günlerin, aksi günlere oranla daha da artması şeklinde oldu. Hepsinden önemlisi AN’da varolmanın ne olduğunu yavaş yavaş kavramaya başladığımı hissettim. (Aferin sana! Eee, böyle havada gezen balonlar gibi.cümleleri milyonlarca kez duyduk. Bize somut bir şeyler bari de yazıyı okuduğumuza değsin)

Tez jürimin karşısından kalkıp odama yürürken şok içindeydim. Tezim reddedilmişti ve daha da ötesi artık hayatım konusunda bir seçim yapmam gerekiyordu. Hayatta ne yapmak istediğime dair bir soru vardı karşımda ve yanıtını ben de tam olarak bilmiyordum. Fakültemde üç senedir çalışıyordum, ama tam olarak kafamı dış dünyaya çıkarmadığım için dışarıda beni nelerin beklediğini bilmiyor ve kendime tam da güvenmiyordum. Kendi gücümün ne olduğunun da farkında değildim aynı zamanda.

Okul benim için bir nev’i bir sığınak olmuştu ve artık oradan çıkmanın zamanı gelmişti. Fakat bu sefer arkadan havuza iten birisi yoktu beni. Karşıma bir havuz çıkartılmıştı ve atlamam konusunda türlü mesaj almıştım. Fakat girdiğim diğer tüm havuzlardan farklı olarak bu kapkaranlıktı ve dibi görünmüyordu. Tamamen belirsizliklerle doluydu ve hepsini bırakın benden karanlık ve bilinmez bir havuza atlamam isteniyordu evren tarafından yahu. Bu havuzun boşu boşuna karşıma çıkmadığını biliyor ve sürekli “bana güven” sözlerini duyuyordum içimden, fakat karanlıktı işte. Hem bu sefer arkamdan iten biri de yoktu, atlayıp atlamama seçimi bana bırakılmıştı. Bu durumun dünyadaki yansıması ise hocamın bana sorduğu “kalacak mısın okulda, gidecek misin?” seçimini yapmam biçimindeydi ki o anda “kalma” seçiminin doğru olmadığını görüyordum. Çünkü bu benim sığınaktan çıkmaktan korkmamı işaret edecekti ki içimden bir ses çok güçlü bir şekilde “olm eninde sonunda ayrılacaksın dünyadan ve bu bir saat sonra bile olabilir. Yanında götüreceğin sadece bu dünyada gösterdiğin cesaretler veya cesaretsizlikler olacak. Sen güven ve atla sadece!!!”. Bu arada elimdekilere de baktığımda aslında bana bu fırsatın en güzel şartlarda hazırlandığını da görüyor ve bir yandan da rahatlıyordum. Sonuçta ailem beni destekleyebilecek durumdaydı, ayrıca ayrılmayı seçsem bile üç ay daha maaş alacaktım ve CV’im de çok kuvvetliydi. Fakat sevdiğim ve mutlu olduğum bir ortamdan ayrılacak ve kendimi karanlığa bırakacaktım… ve bıraktım da…

Hocanın odasına girmeden önce uzun süre adım atıp atmamak konusunda düşündüm. Çünkü atacağım adımın tüm hayatımı toptan değiştireceğini biliyordum. Sonra “amaaan ya, bu kadar düşünülmez be. En fazla kaybedecek bir canım var. Ne olacaksa olsun” deyip içeri girdim ve kararımı söyledim. Dışarı çıktığımda bambaşka bir dünyaya gözlerimi açtığımı biliyordum ve atlamıştım işte… Atlamıştım…

Herşeyden öte daha 2 sene önce “bu evrene asla güvenmiyorum” diyen ben, o çok kızdığım ve kırgın olduğum evrene güvenmiş ve karanlığa atlamıştım. İçsel dünyamda masmavi ve harika bir tropikal havuza düştüğümü hissetsem bile, gözlerimi açtığımda etraf kapkaranlıktı ve hiçbirşey görmüyordum. Kafamı nereye çevirsem yoğun bir karanlık vardı etrafımda ve resmen elle tutulacak gibiydi. Karanlığa gözlerimin alışabilmesi için bir süre zaman geçmesi gerekiyordu ve bunun dünyadaki yansıması ise herşeyi bırakıp bir süreliğine Mersin’de ailemin yanına gidip gece gündüz film izlemekle oldu. Önceleri karanlık canımı yaksa bile sonra yavaş yavaş alıştım ve bir süre sonra ileride bir ışık gördüm. Oraya doğru hareket ettiğimde ise aklıma hayalime gelmeyecek bir durumla karşılaştım…

Akşam arkadaşım Gülüm’ün evindeydim ve maillerimi kontrol ederken Aycan Saroğlu’ndan gelen bir mesaj beni şok etti. Kendisi Aktüel Dergisi editörüydü ve benimle “Spiritüel Kadın” serisi üzerine konuşmak istiyordu. Onunla önce telefonla konuştum, sonra da İstanbul’a buluşmaya gittim. Taksim Meydanı’nda onunla buluşacağım noktaya giderken bir anda hayalimde bir görüntü belirdi ve onun yüzünü gördüm. Sonra buluşma yeri olan AKM’nin önündeki onca kişi arasından daha ilk seferde onun “o” olduğunu biliyordum, çünkü hani filmlerde olur ya, sanki öyle spotlar dönüktü üzerine. Yanına gelip yüzyüze ilk bakıştığımızda ağzımdan çıkan ilk kelime “Selam” ya da “Merhaba” değil, “Oha!” oldu. (Aycan için de komik olmuştur. Adam, Ankara’dan kalkmış gelmiş ve sizi görünce ilk sözü “Oha” oluyor) Çünkü hayalini gördüğüm yüz onun yüzüydü ve onunla karşılaşmamızın bir tesadüf olmadığını anlamıştım daha ilk dakikada. İlk iletişimimiz süperdi, fakat bir süre sonra özellikle de spiritüel muhabbetler ve gazeteciler ilişkisi düşünüldüğünde ve çevreden gelen “aman dikkat et, bunlar adama neler yapar” cümleleri hücum etti ve ondan korktuğumu hissettim. Bir anda tüm iletişimimiz koptu. Bir yandan Aycan bana ondan korkmamam gerektiğini söylerken, bir yandan da içim yoğun bir biçimde “Olm, boşu boşuna çıkmadığını sen de biliyorsun. GÜVEEEEEN!!!” diye bas bas bağırıyordu. Sonunda içimde az biraz soru işareti kalsa bile korkuma rağmen hareket edebilme cesaretini gösterdim ve iletişimi tekrar kurduk. Sonra da yaptığı haberi görünce korkunun AN’ın içine etmeyi nasıl başardığını bir kere daha görmüş oldum. Daha da önemlisi sezgilerime ve içsesime güvenmem gerektiğini tekrar hatırlattı bu bana.

Aycan’la aramızdaki ufak soru işaretleri de kalktıktan sonra çok sıcak bir ilişki gelişti ve bir nev’i yol arkadaşlığına dönüştü bu. İşsel paylaşım, hızlan içsel paylaşıma dönüştü ve bir anda birbirimizi sanki 40 yıldır tanıyan dostlarmış modunda bulduk. Bu arada işsel paylaşımlarımız da oluyordu ara ara tabii. Aycan, beni Esquire’ın yazı işleri müdürü ve şimdi çok sevdiğim bir arkadaşım da olan Esra ile tanıştırdı. Ben Esra’ya “Spiritüel Kadın” serisini yollarken diğer yazılarımı da yollamıştım. İçimden “keşke bu dergide sürekli yazsam” diye de diliyordum, ama o dönemde içselleştirmeye başladığım şu düşünceye de sonuna kadar sadık kaldım: “Herşey olması gereken zamanda, olabileceği en hayırlı biçimde olur; eğer sen bunu seçersen” (Aycan’ın şu anda derKi yayın danışmanı, Esra da yazarı).

Evet, seçim her zaman bana aitti ve geriye dönüp baktığımda, özellikle de spiritüel bilgilerle tanıştığım son 10 sene içinde, sürekli yaptığım tek seçimin şu olduğunu gördüm: “Ben kendimi bütüne bırakıyorum. Bütünün en yüksek hayrına olması gereken neyse o olsun”.

Nişanlım diyebileceğim kişi beni terkettiğinde onun geri gelmesi yönünde bir seçim yapabilirdim ve eminim onu getirirdim de, ama ben “bütünün en yüksek hayrına olsun”u ısrar ve inatla seçtim. Keza işimden ayrılmaya karar verdiğimde hemen panikle kendime bir iş talep edebilirdim, ama yine aynı seçimi yaptım, tıpkı ölüm tehditi aldığımda yaptığım gibi. Esquire için de dua edebilirdim, fakat “hayırlısı neyse o olsun” dedim ve bıraktım kendimi. Bu arada bu seçimi yaptıkça rahatlamaya başladığımı da hissettim. Daha da ilginci yarınımın ne olacağını bilmediğim için dikkatimi gelecekten şu AN’a çevirdim ve elimdekilerin tadını çıkartmaya başladım. Artık gün ve gün yaşamaya başlamıştım, çünkü yarına dair evrene güvenmekle, endişelenmek arasında bir seçim yapmam gerekiyordu ve aralarındaki tek fark birisinin şu AN’ı yaşatması, diğeri piç etmesiydi. Ben piç etmektense, sanki yarın ölecekmiş gibi yaşamayı seçtim ve bıraktım.

Sonra mı ne oldu? Esquire’dan aradılar ve köşe teklif ettiler. Ben bunun mutluluğunu yaşarken, nasıl olduğunu halen anlamadığım biçimde Cosmopolitan’dan yine şu anda sevgili bir arkadaşım olan Sibel Kilimci aradı ve yazı istedi. Ben tek köşe isterken, iki köşem birden olmuştu. Bu arada kitabım da çıkmıştı ve bir sürü süper deneyimi üstüste yaşıyordum. Ayrıca çok da güzel iş teklifleri alıyordum. Ama açıkçası bir türlü tam da karar veremiyordum özellikle de iş hususunda. O noktada yine bir seçim yapmam gerekti ve şunu söyledim evrene: “Ben para kazanmak için iş aramayacağım. Ben yapmayı sevdiğim işleri yapacağım ve keyifle de yaptığım için öyle güzel olacaklar ki bana bunlar için para verecekler. Ben işin ve paranın peşinde koşmayacağım. İhtiyacım olan neyse bana gelecek, bunu biliyorum. Hayırlısı neyse o olsun” dedim ve bıraktım akışa gene.

Bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Bu ay ki “Bilge adında bir Kadın” yazısında uzun uzun anlattığım sevgili Bilge ile yaptığımız en son çalışmada hayata bakışımı toptan etkileyen iki bilgiyle karşılaştım o dönemde. (Bilge’nin tedavisini merak edenler siteden veya kitabımdan bu yazıyı okuyabilirler). Kısaca bir bilinçüstü ve bilinçaltı yolculuğu diyebiliriz ve bu yolculuk esnasında Bilge’yle bir evin içerisine giriyoruz. (Ev, ben’i temsil ediyor) Etraf karanlık ve Bilge ışıkları açmak istiyor ama ben engelliyorum. Bana soruyor “Hasan, neden etraf karanlık?” diye. Yanıt veriyorum “Bilge, etraf karanlık değil, bilakis ben böyle olmasını istiyorum. Çünkü ışıkları açtığımızda odanın içinde neler olduğunu göreceğim ve bu benim yaratıcılığımı engelleyecek. Karanlıkta ise istediğim ne ise odadan onu çıkartıyorum ve bu beni sürekli yaratmaya itiyor”.

Bir anda tam olarak anladım Osho Zen Tarot’ta zırt pırt karşıma çıkan “Hiçlik” kartının anlamını ve sık sık tekrarladığım “karanlıklardan veya belirsizliklerden veya hiçlik’ten korkmayın, çünkü hayatınızda mucizelerle karşılaşma fırsatı yaratırlar” cümlesinin nereden geldiğini. Hiçlik, belki karanlık göründüğü için korkutucu geliyor bize, ama evren yaratılırken karanlığın içinden ışığın çıktığını hatırlayın yani. 😉

Bilge’ye bunları söyledikten sonra evin içinde adım atmaya başlamışım ve Bilge ayağımın altında beliren şeyler görmüş. Ben son derece rahat şekilde adımlarımı atarken o ayaklarımın altında belirenlere bakıyormuş ve bana şunu dedi: “Hasan, attığın her adımda ihtiyacın olan herşey ayaklarının altına seriliyordu senin, bunu gördüm”. Eee şimdi bu bilgiyi de alan delikanlı adam “şu, bu, o” diye kendini kasar mı yahu.

Ha şu da var tabii. Öyle herşey kolay veya lay lay lom değil. Bunları yaşarken defalarca canınızın yandığını, korktuğunuzu, endişe ettiğinizi falan yaşıyorsunuz. Hem hayat size yaşam sürecinde tatlı deneyimler kadar acı deneyimler olduğunu ve ikisinin aslında birbirlerinden pek farkı olmadığını ve aynı kabulleniş içinde kucaklanmaları gerektiğini s.ke s.ke öğretiyor biraz da kaba tabirle. Mesela aşık olmak harika bir duygu, aşkı paylaşmak da harika bir duygu ve bittiğini veya artık farklı yollarda yürümenizin gerekliliğini hissettiğiniz de içinizdeki kedere rağmen ayrılabilme cesaretini gösterebilmek de harika bir duygu. Acıdan kaçma üzerine kurulu hayatımızı, acıyı da kucaklayabilme cesaretini gösterdiğimiz anda değişiyor birçok şey hayatımızda ve cesaret, bu sürecin bana iyice kazıyarak öğrettiği haliyle “hiç korkmamak veya kaçmamak hali” değil; “içindeki korkuya veya kaçma isteğine rağmen hareket edebilme yetisi”dir. Havuzlara atlarken öyle “evrenin bana verdiği sonsuz ışık, güven ve huzurlu kendimi şefkat dolu kucağa bırakıverdim” cümlesini kurmuyorsun saftirik melekimsiler gibi, karanlığa atlıyorsun ulan, boru değil. Poposunda korkudan basur çıkıyor adamın, ama yine de atlıyorsun. Olay bu işte!!! 🙂

Araya böyle bir paragraf attırdıktan sonra dönelim hikayemize. Muhteşem bir altı ay geçirdim tezim ilk reddedildiği Temmuz’dan sonra ve bu süre boyunca yarına dair hiçbirşey yoktu elimde. Sadece ve sadece o AN’a dair olanlar vardı. Bir ara hoca çağırdı odasına beni ve “jürin bittikten sonra ayrılacaksın, gerekli tedbirleri aldın mı?” diye sordu. Jüriden sonraki üç aylık düzeltme süresi dolmuş ve üç ay da geçmişti. Bu cümlede artık okuldan ayrılmamın kesinleştiğini belirtiyordu. Yine “hayırlısı olsun” diyerek kabul ettim ve AN’ı yaşamaya devam ettim. Bir yandan da altı ay önceki halime göre şu andaki halime şükrediyor ve evrene teşekkür ediyordum. (Artık Master’ım vardı, üç ay maaş beklerken bir üç ay daha almıştım, insanlarda ilişkilerim çok güzeldi, abonesi olduğum dergilerde artık köşeyazarıydım ve herşeyden öte güveniyordum) Mart’ta askere gidelim bari dedim, ama bir yandan da içimden 2004 yılını askerde geçirmek istememe dileği vardı. (2004 çok çok özel bir yıl ve bunu kışlada geçirmek istemedim) Ama yine de “askere gitmemeyi seçiyorum” demedim, “belki de gitmem hayırlıdır” kabullenişi içinde “bütünün en yüksek hayrına olacak olan neyse o olsun” dedim. (Bu seçim sadece sözlerde değildi, yıllardır tekrarlana tekrarlana artık benimle bütünleşmişti. Aynı zamanda hayatıma dönüp baktığımda tamamen benim zihinsel seçimlerime bırakılsa yaratabileceğimden çok daha iyisini yaşadığımı gördüğümde, kendimi mucizelere ve masalların da gerçekleşebileceği kabullenişine açtım. Bütünün en yüksek hayrı, benim için, masallar ve mucizelerin dünyasına girişin parolası oldu; yürekten dileye dileye)

Bayram tatilini, Mersin’de denizi izleyerek keyif içinde geçirdikten sonra Ankara’da hocamın yanına gittim ettiği telefon üzerine. Ben “evet Hasan, buraya kadar. Bu hafta jürin var, gelecek hafta da ayrılıyorsun” dedim. İçim burkulsa da birazcık durumu kabullendim ve hocanın yanına gittim. Odasından çıktığımda ise yüzümde anlamsız bir ifade vardı, çünkü okulumdan ayrılma değil, kalmaya devam etme üzerine konuşmuştuk ve kalıyordum.

Yedi aydır yaşadığım herşeye dönüp bir baktım ve yaşadığım senaryoyu gördüm. Ben sığınağımdan çıkmış ve dış dünyayı görmüştüm. Daha da ötesi dış dünyada kendi gücümü de tanımış ve asla yalnız olmadığım gerçeğini de yaşamıştım. Herşeyden öte gereken adımları atabilme cesaretini de göstermiştim, daha önce atmayı beceremediğim. Artık hazır olduğumda ise vazgeçtiğim herşey bana tekrar sunulmuş, bu sefer mecburiyetten ve korkudan değil, kendi isteğimle seçmiştim orayı. Hepsinden öte artık orası sığınak değildi. Çünkü sığınmaya ihtiyacım kalmamıştı. Dünyada gezebilecek gücümün farkına varmıştım ve gittikçe de artan bu güç bana huzur ve gülümseme olarak dönüyordu.

Peki ya havuzda vaziyetler ne durumda şimdi?

Size gördüğüm ilk ışığa yürüdüğümü ve mucizevi olayların gerçekleştiğini söylemiştim. O ışığa yürüdüm ve kısaca içeriği böyle. Ama burası bir son değil, bilakis bir durak yeri. Işığın içine girmeden önce uzaklara göz attım ve daha başka ışıklar gördüm ilerilerde. Bu bana daha gidilecek çooook ışıklar olduğunu söylüyor karanlıkların içinde… Bu da yolculuklar görünüyor demek. Ama önce içine girdiğimizin tadını çıkartalım, değil mi? 😉

Her ne olacaksa olsun, bütünün en yüksek hayrına olsun…

Mucizelere olan inancınızı kaybetmemeniz dileğiyle…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...