Dün çok gergindim. Esip gürledim evde. Önce Sonsuz’a, sonra babama… Sonsuz’a kızdım, çünkü evin içi cumartesi çocuk bahçesi gibiydi ve durun çalışıyorum dememe rağmen durmadılar. Babama niye kızdım onu ben de anlamadım…  Ama işte gergindim. Sonra önceki gece içtiğim bir sürü kahve aklıma geldi. Dedim keşke içmeseydim. İyice gerildim… Sonra kendime kızdım bir sürü: Sen istediğin kadar oku, yaz, çalışma yap; aha da işte görüyorsun, öfkeden deliye dönüyorsun, frenlerin tutmuyor, kendini hiç öyle bir şey olmuş zannetme, görüyoruz bir bok olmamışsın sen…

Zaten insanın en çok canına okuyan bu kendi kendini dövmesi. İçeride kendimize attığımız meydan dayağı… Bir de bu anlarda öyle suçluluk hissediyorsunuz ki dünyada sevilmeye en layık olmayan kişinin siz olduğunuza inanıyorsunuz. Çünkü “yaramaz çocuk olursan, kimse seni sevmez!” “Yaramazlık” yaptığım o anda da kendimi tüm evrenden kopuk hissettim ne yalan söyleyeyim. Hiç sevilmeye layık olmayan, Tanrı’nın bile benim suratıma bakmayacağı… Çünkü sadece “cici” çocuk olursam sevilebilirim, yoksa bana ya kızarlar, ya dışlarlar… Hiçbir zaman dayak atıp çevresine korku saçıp, sevgiyle sağlayamadığı saygıyı, korkuyla sağlamaya çalışan birisi olamadım da… Çünkü böylesi de çoktur. Sevilmediğinizi düşünüyorsanız, ya köşenize çekilirsiniz, küstüm oynarsınız ya da etrafınıza korku saçıp, enerji çalmaya çalışırsınız. Bir şekilde ilgi, alaka, sevgi, saygı beklersiniz çünkü… “Bir çocuğun sevilmeye en ihtiyacı olduğu an, onu en az hak ettiğine inanıldığı zamandır” sözü boşuna söylenmemiş. Toplumsal yapımız, “kötü” çocukları dışlar, cezalandırır, yok etmeye, ondan kurtulmaya çalışır. Çünkü onlar kontrol edilemez ve düzen için tehlikelidir. Bu yüzden insanlık tarihi boyunca ceza sistemlerimiz oldu, ama o ceza sistemleri hiçbir şeyi düzeltemedi aslında. Merkezi yapı çok güçlü olduğunda, “suçlular” cezalarını çektiler ve korkuyla “ıslah” edildiler; ama yapı zayıfsa güç o “suçlulara” geçti, onlar da korkuyu kullanarak kendileri bir güç merkezi haline dönüştüler. Ama yarattığımız hiçbir çözümde sevgi yoktu, sadece korku vardı. Evrendeki ne ekersek onu biçeriz yasası gereği de korkuyu ektikçe daha fazla korku aldık. O topraklara sevgiyi eksek daha fazla sevgi de alabilirdik, ama maalesef bilincimiz henüz bu boyuta erişemedi, yeni yeni öğreniyoruz bunu ucundan accuk accuk.

Kendimi dövdüm yine dövmesine de sordum yine içime: Seni öfkelendiren gerçekte neydi? diye. Çocukların gürültüsü mü, evde ki hareketlilik mi yoksa başka şeyler mi? İşin aslı, evet gürültülü ortamlardan etkileniyorum haliyle, dinginliği ve sükuneti seviyorum. Ama daha önce defalarca etraf ne kadar gürültülü olsa da yazabildim mi yazıları? Hem de nasıl. Hiç aldırmadım bile… Ev hareketliyse, ne güzel hareketlilik de sevdiğim bir şey… Eğer bunlara sinirlenecek olsam, 1.5 aydır bunun içinde yaşıyorum… Burada başka bir şey olmalı… Sonra birden dank etti içime… İçsel olarak dingin değildim. İçimde o dinginliği yaşayamadığım için dışarıdaki hareketlilik beni öfkelendiriyordu ve kendimin sağlayamadığı, kendimin başaramadığı bir şey için dışarıdaki faktörleri ve kişileri sorumlu tutuyordum…

Sonsuz’a kızıyordum: Bir daha bu eve kimse adım atmayacak, evin kapısı kerhane kapısına döndü be. Ne gelen belli ne giden… Halbuki daha birkaç gün önce bu duruma alkış tutan ben değil miydim? Babam söyleniyorum, sürekli bir şeyler soruyor diye. Eee adam da haklı, yeni telefon almış kullanmayı öğrenmek istiyor. Peki ben o anda dünyayı mı kurtarıyorum da yanıt vermek istemiyorum? Hayır! O anda çok da yoğun değilim zaten. Ama hani içerisi kaynıyor ya, dışarıya sardırıyorum aslında… Bahane ediyorum… Aslında esas keşfim net bu: Kendi içsel dinginliğimi yaşayamadığım için, çevremde ne varsa onlara sardırıp, bahane buluyorum. Onları suçluyorum o anda yaşadığım her şey için… Ve daha da derinde aslında o anki çevrem de bana içimdeki o karmaşayı yansıtıyor. Ben bunu gördükçe daha da sinir oluyorum. Sonsuz döngüye giriyoruz böylece. Öfke öfkeyi doğuyor. Döngüden çıkmanın yolu, o ortamdan bir şekilde çıkabilmek o anda. Ben de kendimi denize atabildiğimde cosss! ettim de sakinleyebildim. Sonsuz döngüye girmiş de kitlenmiş bilgisayar sakinleyebildi. Fakat bu o anlık bir çözümdü aslında. Sonuçta ben burada görmem gerekeni görmeyi başarabildiğimde, daha doğrusu yazılımımdaki problemin temelini keşfedebildiğimde yeniden aynı durumla karşılaşmam, çünkü orayı şifalandırabilirim. Bu aynı şuna benziyor: Cep telefonumda çok ihtiyacım olan bir applikasyon var ve ben bunu sıklıkla güzelce kullanabiliyorum ama bir nokta geliyor ki uygulama çakıyor. Telefonu kilitliyor. Evet, o anda ben telefonu kapatıp yeniden açabilirim ve telefon başka işlevlerle kullanılmaya devam eder. Ama eninde sonunda o uygulamaya ihtiyaç duyacağım, ömür boyu kaçamam bundan ve ben oradaki sorunu tespit edemezsem, o uygulamayı kullanamayacağım tam anlamıyla ve telefon eksik işlev görecek. Mesela 25. saniyede karşı tarafla görüşmeniz kesilecek. Eee 25 saniye konuş, sonra aç kapa yap, yine 25 saniye konuşla mı geçecek hayat? Bir de o telefonu açıp, “Kardeş senin telefon arızalı galiba, bak hemen kopuyoruz” diyoruz ya, komik olan o. Sürekli suçu karşındakinde aramak böyle bir şey. Halbuki arızalı olan senin aracın…

İçsel dinginliğimi sağlayamadığımda, bahaneyi dışarıya bulmak ve dışarının koşullarını kendime uygun düzenlemeye çalışmak da sıklıkla yapmaya çalıştığımız bir çözüm. Bu da geçici bir süre işe yarayabilir. Ama her zaman değil. Denize girmek için her gün sakin ve dalgasız olmasını beklerseniz, çok beklersiniz… Kimi zaman çok dalgalı, kimi zaman az dalgalı, kimi zaman fırtınalı olabilir o deniz. Hangi birisine kızacaksınız. “Allah kahretsin bu dalgaları mı, bir denize girecektik yahu” demek, sadece içimizdeki olumsuz hormonları bedene yaymaya yarar. “Evet, bugün çok dalgalı, girmesem daha iyi. Bir başka sefere… Bakalım şimdi başka ne yapabilirim veya hiçbir şey yapmadan oturabilirim” da bir seçimdir. Uyumun, dinginliğin seçimi… İşin aslı ben bu seçimi çok yapmıyorum, itiraf edeyim. İstediğim gibi olmadığında çok sinirleniyorum ve saydırıyorum ve kendimi durdurup, o anı olduğu haliyle yaşamaktan kopabiliyorum…

Ben böyle oldum bugüne kadar da, bu durum artık beni rahatsız ediyor. Sonuçta ben ermiş veya evliya değilim. Fakat sadece kendimin değil, çevremdekilerin de kimyasını bozabiliyorum. Ayrıca başkaları da benim kimyamı kolayca bozabiliyor. Burada bir denge problemi var ve ben benim hayatıma katkı yapmayan bu parçamı şifalandırmak niyetindeyim. İçsel dengesizliğimin dışsal dengesizlikleri yaratıp, içsel dengesizliğimi daha da arttırdığı bir dünya yaratmak yerine, içsel dengesizliklerimin sebeplerini görüp kucakladığım ve onları dengeleyip, dış dünyamı da dengelediğim, ez azından ondan bu kadar yoğun etkilenmediğim bir BEN bilinci seviyesine çıkma niyetindeyim…

Bu yazı da bu içsel yüzleşmenin paylaşımıdır işte… 

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...