(Bu benim ilk yazım ve 7 Aralık 1997 tarihinde Hıncal’ın Yeri’nde yayınlamıştı. 🙂

Buralara nasıl geldim? Bilmiyorum. İstediğim hayatı mı yaşadım? Gençlik hayallerim bunlar mıydı? Kesinlikle hayır! Şu anda yetmiş yaşındayım ve gençliğimden beri ilk defa kafam bu kadar berrak. Yazık, insan hep bir şeyleri kaybetmek üzereyken değerini anlamaya mahkum mu?

İşte yetmişimdeyim. Şairin hesabına göre yolun sonuna geldik. Reverans yapıp sahneden ayrılmanın zamanı. Gençken seyrettiğim “Braveheart” isimli filmden bir cümle hatırımda kalmış: “Herkes ölür, ama kaç kişi gerçekten yaşar ki?” İşte ben de herkes gibi ölüyorum. Maalesef yaşamadım.

Dünyaya gelmem sekiz saat sürmüş. Başıma gelecekleri bildiğimden olacak, çıkmak istememişim herhalde. Sonra, sekiz yaşına kadar kreşlerde büyüdüm. Ne büyüyüş! Eğlenceli, ama buruk, sevgiden yoksun. Yoo, o kadar kötü değil. Sana gülen yüzler her zaman vardır, ama ya gerçek sevgi?

İlkokul ve ortaokulda içine kapanık bir yaşam; insanlardan kaçan aşağılık kompleksli bir insan. Sonra lise, tam anlamıyla metamorfoz. Tamamen dışa dönük, insanlarla ilişkilerde rahat, geçmişin izlerini taşısa da daha güvenli bir ben. Okulun gözde öğrencilerinden. Sonra üniversite…

Hayat devam etti. Dördüncü sınıfta annemin tavsiyesine uyarak bir kız teğellerken (evlenecek birini bulmak için yapılan çabanın annemcesi), İpek’le tanıştım. Çok tatlı bir kızdı. Birlikte mutluyduk. Ben, onu kaybetmemek için türlü numaralar yapıyordum. Küçük kıskançlıklar da oluyordu. Ama ben onsuz yaşayamazdım!

Okuldan mezun olunca muradımıza erdik. İpek, gelinliğinin içinde o kadar güzeldi ki…

Annem düğünün en mutlu kişisiydi herhalde. Yıllarca benim evlenmemle mutlu olacağını düşünmüş ve o gün bu mutluluğu yaşamıştı da. Fakat birkaç gün sonra, içinde oluşan boşluğu yeni bir hedefle doldurmuştu: Torun.

Babam zaten Borsa’da kendini kaybetmişti. İşler yolunda gittiği sürece, hiç sorun olmadı.

Yıllar akmaya devam etti. İpek’le ilk heyecanlar gitmiş ve ilişkimiz çok monotonlaşmıştı. Hiç hayal etmediğimiz tarzda bir karı-koca ilişkisine girmiştik.

Sabahtan akşama iş, akşam televizyon, gece çiftleşme şeklinde seks. Artık değişiklik istiyorduk.

Bir 18 Kasım günü, saat 9:30’da Eser dünyaya geldi. Velet, o kadar tarih varken benim doğum günümde doğmuştu. Annesinin yanında, yüzünde bir gülümsemeyle yatarken, yemyeşil gözleriyle bana bakıyordu. “Bu kız çok zeki!” dedim kendi kendime.

Eser’in hayatımıza girişi herkesi değiştirmişti. İpek’le hayatımızın en mutlu anlarını yaşıyorduk. Annem ise çok istediği mutluluğu torunuyla yakalamıştı. (En azından belli bir süre için.)

Eser hızla büyüyordu. Emekleme, ilk adım, ilk “anne” deyişi, doğum günleri, derken bir baktık bizim kız okula başladı. Bu arada da ben göbeklenmeye ve kelleşmeye, İpek de bir Türk kadını olarak kalçalarından yağlanmaya başlamıştı. (Türk kadınlarının genel özelliği.)

İş hayatım fena değildi, arkadaşlarla çekişiyordum. İnsanları lanetliyordum, çünkü onlar kötüydü. İpek, ara sıra kaynanasıyla atışıyordu. Ben, Side’de nasıl yazlık alacağımı düşünüyordum. Baba sorumluluğu ile Eser’e gelecek hazırlıyordum.

Yalnız, Eser garip bir kızdı. Bize küçükten beri uymuyordu. Sanki hatlar karışmış da o bizim kızımız olmuştu. Sözümüzü tutmaz, hep kendi istediğini yapardı. Onca aşağılama, tehdit, hakarete rağmen tınmadı bile.

Zaten sonradan bizim istemediğimiz, ailemize layık olmayan bir adama gitti. Baba olarak ona yakın olmak istedim, ama başaramadım. Lanet olsun babalık rolüne. Neymiş, kızını dövmeyen dizini dövermiş, Dizimi kırmasaydım da, o derece davranmasaydım. Ona vurmadım, ama sözlerimle beter ettim. Beni seviyordu biliyordum, benden ümitliydi, ama ben onu hayal kırıklığına uğrattım.

Geçen gün beni ziyaret etti ve “Seni her şey için bağışladım baba” dedi, sarıldı öptü. Eser, bana bu cezayı niye verdin? Ben sana olan kızgınlığımla mutluydum. Neden beni affettin? Biliyorum şu anki berraklığımı sana borçluyum. Beni kendimle iç hesaplaşmaya ittin, iyi mi ettin be kızım?

Eser’den üç yıl sonra Duygu doğdu. Buna çok şaşırmıştık, halbuki çok iyi korunuyorduk (öyle zannediyorduk). Duygu da ablası gibiydi. Demek hatlar karışmamış, ciddi ciddi bize gelmişlerdi. Gerçi bunu şimdi anlıyorum

Duygu’dan fazla bahsetmek istemiyorum. Biz koca birer aptaldık. Kazayla onu meydana getirdik, kazayla götürdük. Altı yaşındayken trafik kazasında… O âna kadar yolların kralıydım.

Duygu’nun ölümünden sonra İpek’i de kaybettik (Ruhen). Bir garipleşti, sonra menopoza girdi, daha da garipleşti. Evde ceset gibi geziyordu. Bu arada emekliliğime dört sene vardı ve müdürlüğe terfi ettim. Eser de üniversiteye girmişti. Annem, mutlu olacağını düşünerek torununun mezuniyetini bekliyordu. Babam, hareketli bir seans sırasında Borsa’da kalpten gitti. Cenazesi çok hüzünlüydü. Ne kadar çok seveni varmış?

Sonunda emekli oldum. Günlük yaşantım Migros, lokal, TV üçgeninde geçiyordu. Altmış beşi bulunca, ölüm korkusu başladı bende. Bunu azaltmanın yolunu dinde buldum. Artık bol bol ibadet ediyordum. Bir yandan da beni cennetine alması için Tanrı’ya dua ediyor ve altmış beş yıldır ara sıra aklıma gelen Tanrı’nın, hayatının sonuna gelmiş ve tatmin edilmemiş arzularını cennetteki hurilere saklayan bir kulunu kabul edecek kadar hoşgörülü olmasını diliyordum.

Eser, annemin üniversite son sınıfından birini teğelleme propagandasına aldırmadı ve otuzuna kadar bekar kaldı. Sonra, o ipsiz-sapsız herifle evlendi.

İki sene önce İpek’i kaybettim ve ilk defa bu kadar çok ağladım. Üzüntümden değil, aptallığımdan. Dünyasal yasa yine işlemiş ve bir insanoğlu daha, kaybettiği varlığın değerini sonradan anlamıştı. Oysa, bizim hayallerimiz vardı. Ama yapacak gücü bulamadık, denemedik bile. Onu ne kadar sevdiğimi şimdi anlıyorum. Alışkanlığın ve değişmezliğin o berbat etkileri bizi mahvetmişti.

Şimdi ortaokuldan hatırladığım yalnızlıkla baş başayım. Dünya dönüyor, insanlar kaderin sillesini yemeye devam ediyorlar. “Madem böyle acı çektirecektin, neden beni yarattın?” diye sık sık soruyorum ona: “Ben sana ne yaptım?”

Çocukluğum geliyor gözümün önüne. Çok pırıltılı, eğlenceli bir dünya vardı önümde. İtfaiyeci olacaktım. Tek istediğim şey ilgi ve şefkatti. Hayatım boyunca bunu aramıştım. Ama bulamadım. Annemi eleştirirken, ondan beter şekilde mutluluk aradığımı anlıyorum şimdi. Duygularımı yaşayamadım, hep ayıp olacak diye bastırdım. Keşke rezil olsaydım da onları özgürce yaşasaydım. Şimdi istesem de yaşayamıyorum. Yetmişinde, yalnız bir adam. Yakında nalları dikecek bir hayal kırıklığı abidesi.

Eser, senden “özür” diliyorum. Beni affettiğini söylediğinde bile, o kahrolası gururumu yenemedim ve bunu sana söyleyemedim.

İpek, hep bunu istedim, ama ben ifade edemedim. Şimdi neredesin bilmiyorum, ama duyacağına eminim: “Seni seviyorum.”

Duygu, seni de. Kazayla geldin, kazazede gibi yaşadın, kazayla gittin, ama o tatlı gülüşünü ve sana biberonla süt verirken parmağımı yakalayışını hiçbir şey unutturamaz bana.

Ve yaşam. Ne diyebilirim ki sana? Yine de teşekkürler.

İnsan, kaderini değiştirme fırsatı olduğunda gelecekten haber alır, derler. Siz de yukarıdaki senaryoda kendinizden bir şeyler buluyorsanız ve mutlu değilseniz, durun ve değiştirin. Siz istedikten sonra, tüm evren onun gerçekleşmesi için işbirliği yapar.

Çoğunluğun yaşadığı bu senaryoyu yaşamamanız dileğiyle.