…
Koca bir taht var. Orada Allah oturuyor.
En büyük o…
Sağ yanında Hazreti Muhammed’i görüyorum.
Sol tarafında Mustafa Kemal Atatürk oturuyor.
Çok çok çok yüksekteler onlar. Ulaşılmayacak kadar yüksek bir tahtta..
Önlerine gelip saygıyla eğiliyorum.
Her gece…
Henüz 9-10 yaşında bir çocuğum.
İşte benim çocukluk dünyamda çizdiğim uhrevi aydınlığın , kurtuluşun resmi buydu. Küçük bir çocuğun bilinç altında çizdiği kemalist Türk-islam sentezi uykudan önce böyle gözüküyordu.
Ortaokul sona kadar hep asker olmak istiyordum. Her gece yattığımda yatakta uyumadan önce dualar okuyordum. Bir şeyi çok istemenin, hayalini kurmanın ezikliğini ilk kez orta sonda bir yaz gününde hissettim.
Kuleli’de askeri okul sınavlarına girdim, kazanamadım, yıkılan hayallerimin enkazı altında kaldım.
İlk kez o üçlü taht içimdeki tüm inanç dalgaları ile beraber sarsıldı.
Yıkıldı…
Bana ihanet ettiğini düşünüyordum hepsinin. Herkese kızgındım. Başta da herkese bu kadar çok güvendiğim için kendime. Hayallerime, inançlarıma, hayata…
Ama böyleydi işte hayat.
Düşlere göre dümen kırmıyordu. Düşlerinizin tersine doğru bir rota tutturuyordu hayatın hoyrat rüzgarları.
Ya da bana (mı?) öyle geliyordu…
Şimdi bir zırhlının içinde yere kıç üstü yuvarlanmış hızla biraz önce helikopterlerin bombaladığı alana doğru giderken aklıma nedense bu garip sahne ve bu ilk düş kırıklığı geliyor.
Sonuçta neydi bu savaşın gerekçesi “iyi ile kötünün savaşı.”
Biliyorum ki iyi niyet kötü niyete yenilmeye mahkum. Şeytan imparatorluğu hükümranlığını sinsice ilan etmiş hayatın her dalında, her alanında.
Hayat bazen bel altı vuruyor. Hiç beklemediği anda adaletsizce sallıyor uçan tekmesini.
Bazı anlarda ayağa kalkacak gücü bulamıyor bu hoyratlık karşısında insan.
Kıçımın üzerinde öylece yerde oturmuş, kalakalmışken havada bugüne kadar gördüğüm en güzel parçalı bulutlar asılı tutunuyor.
Ben hayata şu bulutlar gibi biraz kırık tutunanlardanım. Hani şu her an vazgeçmeye hazır olanlardan. Morali çabuk bozulanlardan. Düpedüz şu korkak takımından canım. Ama yine de tutunduğum zamanlarda da tutunanlardan.
Belki bunca uğraş, bunca emek, bu koşturmaca, bu manasız ‘iddia’ hep bu korkaklığıma karşı kendimin açtığı bir meydan savaşı. Biraz kırık da olsa hep o TUTUNMA telaşı.
Çünkü bazen yaşamın kendisi ölümden daha korkunç olabiliyor. İpleri elinde tutamadığı ‘hayat’ denilen bir garip yarışın içinde savrulurken başka hayatların standartlarına yakalanıp çok fena kırılabiliyor insan. Bir anda kendini her anlamda kıç üstü ,işte tam da böyle yere düşmüşken bulabiliyor.
Çaresizlikten belki…
Ama böyledir işte hayat.
Her şey eşittir hiçbir şeycilerden, ya da tam tersicilerdenseniz, onlardansanız şayet sonuçta dikkatli olmak zorundasınız.
Hayat oyununu, iş hayatı ile karıştırmamak lazım birbirine. Hayat birbirinin içine girmiş koca bir ilişkiler ağı. O ilişkiler ağında kimi zaman kendinizi sarılmış sarmalanmış hissedebilirsiniz. O ağ sizi alıp sarmalayıp elinizi kolunuzu bağlayabilir böyle. Bilirsiniz bunu ama bilmek demek, kabul etmeyi gerektirmez değil mi?
Öyle mi ya da?
Birileri hep çizgi çizme, çemberi belirleme telaşında. İster üzerinde savaş üniforması olsun , isterse bir koltuğa otursun,ister adı aşk konsun. İktidar bir cerahat gibi kanlarına bir girdi mi ,ruhlarına da musallat oluyor. O çizdikleri çember ile ilgili size tercih edeceğiniz iki şık kalıyor. Ya içinde olacaksın o çemberin, ya da dışında. C şıkkı (her zaman) yok hayatın.
Ama böyledir işte hayat.
Nedense bazı anlarda bir boşluğa , bir kuyuya düşer gibi hissedebiliyor insan kendini… En büyük korkusu bir yandan da o kuyuya düşmek oysa. Çünkü hep o kuyunun başına dikilip derinlerde gördüğü kendi yansımasına bakmaya, seçmeye mecbur bırakılıyor.
Sonra?
Sonra kendini oraya bırakırken buluyor.
Sonu olmayan bir boşluğa , bir hiçliğe doğru.
Düşüyor , düşüyor , düşüyoru(m)…
En fenası düşmek de istiyor (sun).
Sanırım çok fenayız biz.
Dünyevi ihtiraslarla, komplekslerle , üç kağıtlarla baş etmek zor. Bu hırslı karakterlerle uğraşmak zahmetli ve fazlası ile onur kırıcı. Başkalarının ihtiraslarını referans almak o kuyuyu biraz da bu yüzden her seferinde daha cazip kılıyor. Bazen ayakta durmak o kadar zor geliyor ki o kuyuya düşmek daha kolay.
Ama böyledir işte hayat.
Onca şöhretli insan , onca para, onca hırs ,onca çapsızlık belki de kimilerinin hayatına ayrı bir anlam katıyor ama o kuyunun dibinde ulaşılan nokta hep aynı.
Eleni Karandriou’nin bir film müziği eşliğinde en havalısı Per la Chaise Mezarlığı’nda olsun hadi sonuçta birkaç görkemli ya da sıradan mezar taşı. Taş parçası, o kadar.
Ama böyledir işte hayat.
Hırs gözüne mil çeker, kör eder insanı. Kalbinin kapılarına asma kilitler asar. İş hayatın intikamı ise incelikli bir cinayeti andırır. ‘Hırs’ nedamet ve sakillikten para kazanmayı kamçılar, kolaylaştırır, sağlar.
Şimdi kıç üstü oturmuş tepemde dolaşan bu dünyanın en güzel bulutlarına bakarken aklımda plazalarda döndürülen dolaplar geliyor. Acaba kaç muhabir bir savaş meydanında birkaç editörün başka hesapları yüzünden kıç üstü yere savruldu.
Ama böyledir işte hayat.
Ayağa kalkıyorum. Videophone’u kenara koyuyorum. Teknik ekipmanın hepsi üzerime saçılmış durumda. Zırhlı hala hareket halinde. Atilla şaşkın bir halde tepeden bu halime bakıyor.
“Merak etme iyiyim” diyorum..
İçimden ekliyorum “ Bu iş buraya kadar. Şu an itibari ile bir an önce İstanbul’a döneceğiz, bize, bizden başka kimsenin faydası yok Atilla.”
…duymuyor Atilla.
işte hayat. Böyledir, ama…
(ONLARLAYDIM AMA ONLARDAN DEĞİLDİM kitabımdan bir bölüm daha…)