Sonsuz:

Sevgili Cem, gerek “The Wise” 3. sayısındaki “Olan Zaten Çoktan Oldu”, gerekse de 7. Sayısındaki “Bilgelik ve İllüzyon” konuşmalarımızda döndük dolandık hep aynı noktaya geldik. Bu sefer de bunun üzerinde duralım, ama mümkün olduğunca da “derin” dalalım istiyorum. Anlayan anlar, anlamayan zamanı gelince anlar; ama en azından elimizde bu konuşmalar yazılı metin olarak bulunsun. Meselenin özü şu: Bizler gerçekten var mıyız? Yoksa var olduğumuzu mu sanıyoruz?

Cem Şen :

Sevgili Hasan, öyle bir soru sordun ki, uzun bir monolog yapsam bile bu soruya yanıt vermem tam olarak mümkün olamaz. Bu soruya tam olarak yanıt verebilmemin zorluğu iki nedene ya da gerçeğe dayanıyor. İlk olarak, bildiğin gibi ben zamanımın hemen hemen tamamını eğitim vererek geçiriyorum ve öğrencilerimden bazıları “kapı eşiğinde” duran öğrenciler diye tabir ettiğimiz, “içerde olan öğrenciler”e yani, yaşamda ve ölümde birlikte olduğumuz öğrenciler olmaya hazırlanan arkadaşlar. Bu öğrencilerim benden haftada oniki saat eğitim alıyor ve yılda en az birbuçuk ay, günde ortalama sekiz-on saatin meditasyonda geçtiği inzivalarda bu ve benzeri sorulara yanıt arıyorlar. Dolayısıyla eğer bu soruya burada yanıt verebilseydim bu çabaya gerek kalmayacağı için çok mutlu olurdum. İkinci olarak ise bu soruya yanıt vermek için anlamamız gereken onbeş-yirmi civarında temel kavramdan ilki, herhangi bir deneyim ile onu yaşayanın aynı olmadığının anlaşılmasıdır. Yani bir zeytin ağacına baktığımda zeytin ağacı başka bir şeydir, onun hakkında bir izlenim geliştiren “ben” başka bir şeyim. Bu sebeple de, ben ne anlatırsam anlatayım, birinci elden bir deneyim yaşamadığım sürece bu tür sorulara bir yanıt bulabilmem olanaksızdır. Bu tür soruların yanıtı son derece paradoksaldır ve zaten daha en başından benim ortadan kaldırılmamı gerekir. Yani varolup olmadığım sorusuna yanıt bulmam için önce varlığımı ortadan kaldırmalı ya da başka terimlerle söylersem, kendimi aradan çıkarmalıyım. Tıpkı zeytin ağacını gerçekten görmek için onunla ilgili izlenimlerimi bırakıp onu olduğu haliyle görmek gibi. Bu da tahmin edeceğin üzere belli bir eğitimi gerektiren ve o kadar da kolay olmayan bir şey.

Eğer belli bir nesnel gerçek ile onunla ilgili kafamda yarattığım öznel gerçek aynı olsaydı, o zaman susadığımda susuzluğumu geçirmek için suyu düşünmek yeterli olurdu; fakat böyle olmuyor. Demek ki, nesnel bir gerçeklik olarak su ile, kafamda bir izlenim olarak yarattığım su iki farklı şey. Birisi gerçek, diğeri ise yalnızca bir izlenim. Aynı şey “Ben” için de geçerli. Gerçekte ben olan şey ile onunla ilgili kafamda yarattığım izlenim iki aynı şeydir. Dolayısıyla soruna ustaların yaptığı gibi doğrudan yanıt verip aklını karıştırmak yerine, açıklamalar yapıp yine aklını karıştırarak vereceğim yanıt şu olacak: Ne varız ne yokuz, hem varız hem yokuz.

Sonsuz:

Böyle bir sorunun yanıtını bulmak elbette kolay değil hani? Bu anlattıklarında “Ben” kavramı dikkati çekiyor. Hem var, hem de yok olan Ben kimdir aslında? Yunus Emre’nin dizelerindeki “Bir ben vardır bende benden içeri”deki dışsal ben mi? Yoksa içsel ben mi? Ayrıca zeytin ağacında örneğinde araya giren ben, kuantum fiziğindeki gözlemci kavramı gibi mi? Hani gözlemci sürece katıldığında işleyiş etkileniyordu ya.

Cem Şen :

Ben, en az var mıyız yok muyuz kadar zorlu bir soru Hasan. Bizler, gerçekliği duyularımız aracılığıyla kafamızda yarattığımız bir izlenim olarak anlıyoruz. Yani eğer elmayı koklayabiliyorsam, tadabiliyorsam, dişlediğimde sesini duyabiliyorsam, kokusunu alabiliyorsam, ona dokunabiliyorsam ve onunla ilgili kafamda bir kavram yaratabiliyorsam o zaman elmanın varolduğunu söylüyorum, Klasik Cogito ergo sum (düşünüyorum öyleyse varım) mantığı yani. Aynı mantığın uzantısı olarak, kendimi de duyularım aracılığıyla algılıyorsam ve kendim hakkında “ben” dediğim bir kavram yaratabiliyorsam o zaman varolduğumu düşünüyorum. Yani bedenimi ve düşüncelerimi ben zannediyorum. Bu inanç işime de yarıyor; fakat önemli bir sorunu var: ben dediğim bu duyular yok oluyor, ona bağlı olarak düşüncelerim de yok oluyor. 

Ölüm kaçınılmaz olarak duyularımı da düşüncelerimi de izlenimlerimi de yok ediyor. Bu durumda “ben” dediğim bu izlenimin yok olacağını biliyor ve bunu korkusunu yaşıyorum. Bu korkuyla başa çıkmak için yok olmayacak bir ruh kavramı yaratıyor ve inanca sığınıyorum. Oysa daha ilk baştan, ben olarak algıladığım bu bedenin ve bu düşüncelerin gerçekten de ben mi olduğunu sormuyorum. Bunun çok basit bir nedeni var: gerçeklik asla gerçekte olan şey değildir; gerçeklik, üzerinde hep birlikte el sıkıştığımız ve öyle olmasına karar verdiğimiz şeydir. Sarının, öyle karar verdiğimiz için sarı olması gibi “ben” de öyle karar verdiğimiz için “ben”dir. Bu anlamda gerçek bir ben yoktur. Biliyor musun  Hasan günümüzde hala Papua Yeni Gine’ye gidersen bazı yerliler bir uçağın ne olduğunu bilmezler. Onlara havada uçan bir uçağı gösterdiğinde uçağı göremiyorlar; çünkü kafalarında böyle bir kavram yok. CIA’in hipnozu kullanmasını sağlayan ve yalan makinelerinin icadını olanaklı hale getiren Dr. Cleve Backster’ın yaptığı çok ilginç bir deney vardır. Bu deneyde bir adamı hipnoza sokar ve ona uyandığında kendini görememesini söyler. Adam uyandığında Dr Backster bir puro yakar. Adam paniğe kapılır çünkü gördüğü tek şey boşlukta yanan bir kibrit ve yine boşlukta tüten bir purodur. Bir diğer deneyde ise başka bir adamı hipnoza sokar ve ona uyandığında kızını göremeyeceğini telkin eder. Adam uyandığında kızını göremez ama kızının olduğu yere baktığında ne görür biliyor musun? Kızının arkasındaki saati!

Senin anlayacağın Hasan, gerçeklik gerçekte gördüğümüz şey değil, görmeye koşullandığımız, görmemizin telkin edildiği şeydir. Tıpkı egomuz, “Ben” kavramımız gibi. Dolayısıyla “Ben” dediğimiz ve üzerinde anlaştığımız bu kavram ne kadar çok insan tarafından onaylanırsa o kadar “Ben” diye bir şeyin “varolduğuna” inanabilirim. Bütün tanınma çabalarım, kendimi anlatma çabalarım, önemli olma çabalarım da bundandır zaten. Ben dediğim şey kafamdaki bir düşünceden, bir inançtan başka bir şey değildir ve bu düşüncenin sürekli olarak korunabilmesi için günlğk enerjimin büyük bir kısmına ihtiyaç duyar. Şu an sen yazdıklarımı okurken, okuyucu bu satırları okurken bunu zihinsel enerjisinin belki % 5’i ile yapar, geri kalan % 95’i ise sürekli olarak “ben” dediği bir şeyi düşünmek zorundadır. Bunu uyurken, sevişirken, yıkanırken, hatta meditasyon yaparken bile korumaya çalışır. Bir bene sahip olmak için harcanan çaba 24 saatlik bir çabadır. Her an kafamda kendimle ilgili bir izlenimi korumam ve güçlendirmem gerekir. Bu izlenimin yara almaması için ve güçlenmesi için elimdem geleni yaparım. Eğer bu izlenim hasar alısa beni büyük bir korkuya ve mutsuzluğa iter, güçlendiğinde ise büyük bir mutluluk yaşarım. Sevgili Hasan, Ben dediğim şey yalnızca bir izlenimdir. O nedenle benim en büyük sorunum kendimi hala Cem Şen sanmamdır.

Sonsuz:

Nedense aklıma android cep telefonları geldi sen böyle söyleyince. Onlarda batarya durumunu anlatan bir bölüm vardır ve hangi uygulama ne kadar enerji çekiyor ayrıntılı yazar. En çok enerjiyi çeken de ekrandır. Telefonun haliyle görünen yüzü ve onu ne kadar cicili bicili parlak şenlikli yaparsan, batarya o kadar çabuk tükenir. Böylece telefonun asıl işlevi olan konuşmak veya diğer fonksiyonlar için enerji kalmaz, sürekli reşarj etmek gerekir. Sanırım biz de ekranlarımız için çok enerji harcıyoruz. Bu noktada şu soru aklıma geliyor, peki bizler aslında kimiz ya da neyiz? Ne halt etmeye varız? Ölünce de nereye gidiyoruz? Diyeceksin insanlık tarihinin çözmek için milyonlarca sayfa yazı yazdığı, üzerine dinler ürettiği bu sorulara bir sayfada mı yanıt verebileceğimi sanıyorsun sana? Aynen öyle diyorum bakalım. Başla.

Cem Şen:
Bu sorunu biraz alıntılarla yanıtlamaya çalışayım. Bir Budha olmuş, yani aydınlanmanın son aşamasına ulaşmış olan Bodhidharma’nın yazılarını okursan orada, gerçek beden ve ilüzyon beden diye iki kavramdan bahsedildiğini fark edersin. Bodhidharma bu durumu anlatmak için, her gece rüya gördüğümüzde çeşitli şeyler yaptığımızı ve o sırada o deneyimi yaşayan bedenimizin gerçek bedenimiz olduğuna inandığımızı söyler. Bazen bir gece de 10 ayrı rüya görür ve kendimizi 10 ayrı beden sanırız. Oysa gerçekte 1 tane bedenimiz vardır ve o da uyumaktadır. Aynı şekilde, yaşamdan yaşama sürüklenen ilüzyon bedenlerimiz vardır ama gerçekte bir tane bedenimiz bulunur. Bu bedenimiz bir forma sahip değildir. Bir bedene sahip olmamızın ve daha da önemlisi yaşamlar boyunca, bir hayattan diğerine sürüklenerek “varolmamızın” sebebi, cehaletimizden kaynaklanan varolma ısrarımızdır. Tüm non-dual öğretiler, yani ikilikten uzak olan öğretiler, insanın varolmasının tek sebebininn varolmak için ısrar etmesi olduğunu bilirler. Bu arada varolmak için ısrar etmemek demek yok olmak demek değildir; bu, paranirvana, aydınlanmanın en üst boyutu, vorolmanın da yok olmanın da ötesidir. Ölünce nereye gidiyoruz sorusu, en temelinde bir ilüzyondan kaynaklanıyor. Bu ilüzyon bana yaşam ve ölüm diye iki karşıt durumun var olduğundan bahsediyor. Oysa aslında karşıt durumlar yok süreklilik var. Bedenimiz eskidiğinde, bilincimizin seviyesine göre 31 boyuttan birine gidiyoruz. Bizler insan olarak 4. boyuttayız. Aydınlanmış varlıklar, Budhalar ise 31. boyutun üzerine çıkıyorlar.

Sonsuz:

Yaşamanın temel amacı bu boyutlarda üst seviyelere mi yükselmek mi bu durumda? Hani sürekli bir tekamülden söz edilir ya, herşey tekamül etmek içindir der spiritüellerin bir kısmı. Aslında düşününce çok da değilmiş gibi geliyor. Bu da bir illuzyon değil mi? Sonuçta illa varolacağım çabasını bıraktığında o 31 boyutta da sen varsın zaten. Ama gel de bunu dünyadaki beyhudeye anlat. Şimdi karşıma birisi geçip silahı çekse, tepkim sakince durup “Varolma çabamdan vazgeçiyorum” olmaz herhalde ya da “Ulan şu 31. boyutun ötesinde ne var görür müyüz oraları, bir de niye 31 boyut acep, evren cenabet mi?” diye de düşünmeyiz. O anda amacımız durumdan kurtarmaktır kendimizi. Niye kurtarmaya çalışıyoruz ki o zaman varlığımızı?

Cem Şen :

Varolduğumuzu sandığımız için elbette. Kendimizi beden sandığımız için, öleceğimizi ve ölümün son olduğunu düşündüğümüz için, sevdiklerimizi ve nefret ettiklerimizi bırakmaya hazır olmadığımız için… Bu ve bunun gibi tüm yanılgılarımız sebebiyle silahlı bir adam karşısında korkuyoruz. Bu sebeple ölümden kaçmak için ordular kuruyoruz, silahlanıyoruz, ilaçlar keşfediyoruz… Ölümü engellemek, en azından geciktirmek için elimizden geleni yapıyoruz. İlüzyonun içinde korkmak son derece normal. Budhalığın bir altına ulaşmış, yani 4 aydınlanmadan ilk üçünü yaşamış insanın bile hala endişesi var. Evet belli belirsiz bir endişe ama endişe yine de.  

Yaşamda tekamül diye bir şey yok. Her seviyeden düşmek mümkün. Kaçınılmaz olarak ilerlemek diye bir şey malesef yok. Elbette herhangi birisi varolma-yokolma endişesini gidermek için böyle bir şeye inanmak isterse bunda bir sorun yok. Bırak farklı boyutları ve yaşamları bu hayatta bile gün geçtikçe daha bilge olmuyoruz. Bazıları gençliğinde daha bilge oluyor ama yaşı ilerledikçe korkuları ve bağımlılıklarıyla daha az bilge bir insana dönüşüyor. Yani illa yükselen bir tekamülden bahsedemeyiz. Elbette bazıları o adamın böyle olmasının da tekamül uyarınca, onu deneyimlemek için olduğunu söyleyecektir. Dediğim gibi eğer öyle inanmak isterseniz bir sorun yok. Henüz inanç boyutundaki bir insana anlatılacak bir şey yoktur. Onun bildiği gibi yapması en doğrusudur.   

Tekamül diyebileceğimiz şey ancak yaşam ve ölüm diye bir şeyin olmadığını birinci elden deneyimlemiş, sürekliliği algılayarak zihnin gerçekte ne olduğunu bir an için de olsa görmüş bir insan için vardır. Bu aydınlanmanın ilk aşamasıdır ve “akışa girmek” diye tanımlanır. Aydınlanmanın ilk aşamasını yaşamış bir insan artık anlayışta aşağıya düşmez; onun için tekamül kaçınılmazdır ve Budha’ya göre bu insanın kaçınılmaz tekamülü en fazla 7 yaşamda bir Budha olmakla sonuçlanacaktır. Amacımız asla bir üst boyuta çıkmak değil. Buradaki tekamül üst boyuta çıkmakla ilişkili değil. Boyutlar yukarı çıktıkça daha mucizevi olmalarına karşın halen ilüzyonun içindeler. Aydınlanmış varlıklara göre, insanların içinde bulunduğu 4. boyutu, 11. boyutta bulunan ve kendisi de ağır bir ilüzyonda olan Mara yönetir. Bu boyuttaki varlıklar sahip oldukları güçlerle kendilerini tanrısal sanır ve gerçekliği yönetebileceklerini sanırlar. Mara gibi, kendi yaşayamadıkları deneyimleri insanlar aracılığıyla deneyimlemek isterler. Bu arada bu boyutları gerçek boyutlar yerine insanın bilincinin halleri diye algılamalısın bence. En alt 11 boyutun en avantajlı boyutu bir anlamda nevrozlarla, nevrotik algıyla yönetilen İnsan boyutudur. Tanrılar boyutu 6. boyut olmasına, İnsan boyutundan daha yukarıda olmasına karşın İnsan boyutundan daha avantajlı değildir. Bu boyutta hiçbir sorun olmadığı için ilüzyondan uyanmak için bir çaba da yoktur. Böylece milyonlarca yıl boyunca, daha önceki iyi karmaların sonucu olan zevkleri yaşar ve kaçınılmaz olarak öldüğümüzde hayvan boyutunda doğarız. Bunun sebebi zevkle ve arzularla geçen bir hayatın bilincimizi arzulu bir hale getirerek hayvan boyutuna çekmesidir. Yani gerçek tekamülün boyutlarla bir ilgisi yoktur, bilinçle ilgisi vardır. Kaldı ki boyutları yaratan da bilincin kendisidir.

Sonsuz:

Şimdi aslında bunlar öyle bilgiler ki biraz düşünmek gerekiyor. Mesela 11. boyuttaki Mara’nın insanlığın da bulunduğu 4. boyutu yönetmesi ne demektir? Hani bir teori vardır ya, bu evren dijital bir evrendir; tıpkı “Matrix” filminde olduğu gibi ve bizler de birer programızdır. Şimdi bu sistemin yöneticisi ya da bu oyunu oynayan Mara mı oluyor? Bu çok ilginç bir bilgi. Hani bazen konuşuruz ya aramızda “The Sims”in içinde yaşıyor gibiyiz de peki oynayan kim diye? Bu Mara mı? Bu bağlamda tek tanrılı dinlerin işaret ettiği Tanrı mıdır o aslında? Böyle bir bilgi duyunca insanın aklına bu sorular geliyor? Belki bu da bir illuzyon ama…

Cem Şen :

Bunlar, ne şekilde bakıldığına bağlı olarak inanca dönüşebilirler Hasan. Bir inancın yerine diğerini koymak bizi daha bilge yapmayacaktır. O sebeple bunları bilincin halleri olarak düşünmenizi tavsiye ettim. Örneğin Mara hakkında bildiğimiz şeylere göre Mara, deneyimleri bizim aracılığımızla algılıyor. Bir anlamda kendi yapamadığını bizim üzerimizden deneyimliyor. Bunu bu şekilde bildiğimizde, sevgilim şöyle davransın, çocuğum böyle başarılı olsun, öğrencilerim beni şöyle algılasın dediğimizde, sevdiğimiz bu insanların deneyimlerini kontrol ederek, onların ne hissedeceklerine karar vermek yoluyla kendimiz bir şeyler hissetmeye çalışıyoruz demektir. O an itibariyle Mara bizizdir. Deneyimi, hissi konrol etmeye kalktığım, bunun için sevgi de dahil olmak üzere gücümü kullandığım, karşımdakinin özgür iradesine her müdahale ettiğimde aslında bir tür Mara gibi davranırım. Dolayısıyla oralarda bir boyut ve o boyutta bir konsolun başına oturup bizi yönetmeye çalışan şımarık bir varlık düşünme. Bu çok basit olur. Mara’nın Tanrı ile alakası yok bu arada. Bizim Tanrı dediğimiz şeylerle de alakası yok. Sadece kendisini tanrı sandığını söyleyebiliriz. Bizler de birilerini ya da bir şeyleri kontrol etmeye başladığımızda kendimizi bir tür tanrı gibi hissederiz. Bu anlamda benzeriz. Eğer tüm bu boyutları bilinç olarak algılarsan onları algılaman çok kolaylaşır; çünkü gerçekten de onlar bilincin halleri.

Ruh da en az ilüzyon beden kadar gerçek ve gerçek değil. Biliyorsun ben farklı ekollerin ölüm çalışmalarını yaptım. Farklı ekollerin çalışmalarını yapmış olsam da hepsindeki ana tema aynıdır: Bedenden bağımsız bir ruh yoktur. Buna karşın genedoğum vardır. Ölümü takiben kendimi bir beden olarak hissetmeyi sürdürmemin sebebi bir ilüzyon yaşamamdır  ve zihinsel enerjim tükeninceye kadar bu ilüzyonu korurum. Eğer iyi ya da kötü bağlılıklarım, bağımlılıklarım çok güçlüyse bazen bu formu yüzyıllarca bırakamam. Sonunda halsiz kalıp da bu formu bıraktığımda bir sonraki aşamaya geçerim. Fakat eğer en başından bu dünya ile vedalaşıp, yaşamayı gönüllü bir şekilde bırakabilirsem o zaman daha yüksek bir aşamaya ulaşma şansım olur. Bunu sonucunda bir daha bu boyutta doğmama gerek kalmayabilir ve gerçekliği algılayacağım daha avantajlı bir maddi ya da maddi olmayan boyutta doğabilirim. Fakat bunları konuşmayı pek sevmiyorum Hasan. Bunlar hep insanların inanç oluşturmasına ve bu sayede kendini ilüzyona çekmesine hizmet edebiliyor. Ölüm ve ölümden sonraki ben, yalnızca ilüzyonun devamı olarak var senin anlayacağın. Fakat aydınlanma yolunda çalışırken öyle bir an geliyor ki, bu kimliğinden bağımsız olarak bitmeyen ve sürekliliği olan bir şey olduğunu anlıyorsun. Tabii kelimeler yetersiz olduğu için anlıyorsun dedim ama bu bir kapı açıp bir süreliğine o odaya adım atmak ve sonradan bir daha o odaya gitmesen de orada öyle bir oda olduğunu bilmek gibi bir şey. Ben, bir yaşamdan diğerine sürüklenen bir ilüzyonum. İki yaşam arasında bir tür unutma tarafından ele geçiriliyorum. Ta ki tam ve mutlak aydınlanmanın eşiğine gelinceye kadar geçmiş yaşamlarımı anımsamıyorum. Bazen çok ileri meditasyon ustaları, meditasyonun 7. ya da 8. aşamasında geçmiş hayatlarını anımsayabiliyorlar. Bu durumda bir illüzyon tarafından hayatlara sürüklendiğimi anlıyor ve bu ilüzyondan uyanmanın bir yolunu bulduğumda varlığın ve yokluğun ötesindeki gerçek bene ulaşabiliyorum. Bu dönüşüm oluncaya kadar acı çekmek kaçınılmaz. Kendimi kandıracak, uyuşturacak bir şeşyler bulsam da, eğlence bulsam da, anlamlı bir yaşam ya da öğreti bulsam da fark etmiyor. Budha’nın da öğrettiği  gibi, Mutlak olana ulaşmak için kötü zihin hallerini ve eylemleri terk etmek gerekiyor. Mutlak olana ulaşmak için aynı zamanda iyi zihin hallerini ve eylemleri de terk etmek gerekiyor. Bunların ikisi de bir madalyonun iki yüzü gibiler. Madalyon ise illüzyon. Anlatabildim mi?

Sonsuz:

İllüzyonlardan kurtulup, kendimizin daha yüksek boyutlarıyla tanışabilmek için illa ki gündelik yaşamdan kopup bir tapınağa mı kapanmak gerekiyor? Sürekli meditasyon mu yapmak şart? Günlük yaşamın işleyişi içinden da Buddha çıkmaz mı? Ayrıca Buddha olmak şart mıdır? Böyle bir bilinçteki insan dünyada nasıl yaşar? Ağacın dibine çöker de bir daha kalkmaz mı?

Cem Şen :

Hasan bir rüya görürken uyansan bir daha uyumak ister misin? Bir insan uyandıktan sonra niçin hala ilüzyonun içinde kalsın ki? Sadece çok ender Budhalar şefkatleri sebebiyle öğretmek için ilüzyona geri dönüyorlar; Gotama Budha gibi. Bir Budha’yı bağlayan hiçbir şey kalmamıştır artık. Onun burada ya da orada olması bir zorunluluk değildir. Budha her an ve her yerde olabilir ya da bunların ötesine geçebilir. Bir Budha, Çin terimleriyle bir Ölümsüz artık Karma’dan ve Samsara’dan tümüyle kurtulmuş, özgürleşmiştir. Günlük hayat içinde çok ileri seviyelere çıkmak mümkün ama Budha olmak mümkün değil. Fakat Budha olmak çok ileri bir aşama; bence ilk hedef bu olmamalı. İlk hedef acıya sebep olan cehaleti anlamaya çalışmak olmalı; çünkü o anlaşılmadan zaten Budha olmak mümkün değil. Aynı şekilde insanların uyanmaya da zorlanmamaları lazım. Hazır olmayan birisi için bu imkansızdır ve bazen zarar bile verebilir. Her şeyin zamanı vardır. O nedenle uyanma çağrısı ancak onu duyabilenler için anlamlı bir çağrıdır; onu anlayamayacak bir insana sıkıcı bir angarya, büyük bir zorluk olarak görünür. Uyanmak zor iştir. 

Sonsuz:

En temel soruma yeniden dönmek istiyorum, çünkü bu cidden kafamı çok kurcalıyor? Biz bu dünyada neden varız? Bunun bir amacı, bir misyonu var mı? Yoksa kendimizi amaçsız çok boş hissettiğimiz için mi amaçlar üretip duruyoruz? Amacımız yoksa cidden niye bu dünyadayız ve bu hayatı deneyimliyoruz?

Cem Şen :

Hasan bu soruların hiçbiri gerçekten bir cümleyle yanıt varilebilecek sorular değil. Bir cümleyle yanıt verildiğinde beraberinde bir sürü başka soruları doğuruyor. Niçin varolduğumuz sorusunun tek yanıtı, “çünkü bir yanlış anlama sebebiyle varolmamız gerektiğine inanıyoruz,” olur. Evet görevlerimiz var, evet kaderimiz var… Fakat sen varolmak dediğinde yalnızca bu dünyayı algılarken ben varolmak dediğimizde tüm varoluş boyutlarını anlıyorum. Sana verdiğim yanıtlar, tüm varoluş boyutlarını dikkate alarak verdiğim yanıtlar.  Yaşamlar içinde ilerlerken misyonlarımız oluyor, borçlarımız va alacaklarımız oluyor; bunlar önemli. O nedenle sorunu hangi düzeyden sorduğuna bağlı olarak yanıtım değişecektir. Eğer yaşam-ölüm düzeyindeyse misyon vs gibi kavramları konuşabiliriz ama aydınlanarak tüm boyutlardan kurtulmaktan bahsediyorsak o zaman başka bir lisanda konuşmalıyız. O nedenle büyük resimden bakarak konuşursak sana söyleyebileceğim tek şey, bir ilüzyon içinde yaşadığımız. Bu illüzyonun içindeki iyi ve kötü, güzel ve çirkin her şey de bir ilüzyon. İyiyi tercih etmek elbette güzel ama bizi hala ilüzyondan çıkarmıyor. Unutma, bu tartışmalar ruhsal alanın en zor tartışmalarıdır ve gerçekten normal mantık yöntemi ile açıklanamazlar.

Yaptığımız her eylem, iyi ya da kötü olması fark etmez, bizi doğum-ölüm-yeniden doğum çarkına bağlıyor. O nedenle iyi eylem bizi bu yanılgıdan kurtarmıyor. Bununla birlikte iyi eylem, bizim avantajlı bir bilinç düzeyine ulaşmamıza yardımcı oluyor. Bu bilinç düzeyi ise ilüzyondan uyanmamıza yardımcı oluyor. Yani iyi eylem faydalı ama halen yetersiz. Tam uyanma için iyiden de kötüden de vazgeçmeyi öğrenmek gerekiyor. Dolayısıyla belki hayatının temel amacı olarak iyiyi, ışığı ve doğru işlevi olan şeyi seçmek iyi bir yöntem olarak kabul edilebilir. Doğru eylem her şekilde iyi sonuçlanacaktır. Bu da mutlakta, gerçeği anlamanı sağlayacaktır. Herhalde bir varlığın gerçeğin ne olduğunu anlayıp uyanmasından daha öncelikli bir çaba olamaz.

Sonsuz:

Cem ben bu sohbet için çok teşekkür ediyorum. Ne kadar konuşsak da dibini bulmamıza imkan yok. Bize üzerine düşünecek çok şeyler verdin. Çok teşekkür ederim.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...