Çok değil bundan iki ay önce medyada bombardıman şeklinde izlediğimiz haberleri düşünün: “Ankara’da bir okulda iki öğrencide domuz gribi görüldü, okul kapatıldı, veliler endişeli”, “Domuz gribinden ilk ölüm gerçekleşti”, “Domuz gribinden ölenlerin sayısı bilmem kaç yüze ulaştı”, “Domuz gribi aşısı olmalı mı, olmamalı mı?”… Gümbür gümbür müzikler eşliğinde verilen bu haberler ve süregelen tartışmalar sayesinde, bir grip virüsünden öte; sanki insanları, filmlerdeki gibi zombilere dönüştüren bir salgınla karşı karşıyaymışız psikolojisine girdik. Kimse kimseleri öpmez, sarılmaz oldu; anneler çocuklarını korumak adına, en yakın komşuları ve arkadaşlarıyla bile uzaklaştı; benim eşim bile, çocuklar çok küçük aman diye beni İstanbul’da yapılan ve katılmamın önemli olduğu bir fuara yollamadı. Doktorlar çıktılar bas bas bağırdılar, “Aşı olun!” diye; hatta posta kutuma gelen bir doktor mailini hiç unutmuyorum: “Aşı kampanyası karşıtları, yarın milyonlar öldüğünde, bunun vebalini nasıl ödeyecekler?” diye soruyordu. Yine bir başka doktor, “Ocak-Şubat’ta salgın doruk yapacak; aşı bulunmayacak, aman aşı olun” yorumunu yapıyordu. Benim gibi, aşı olmayanlarca “saf” olarak nitelendirilen arkadaşlar da, gittik riske girip aşımızı olduk. Ne oldu peki? Aşıyı olduğumuzla ve “kimilerine göre” 15-20 yıl sonra bu aşıdan ortaya çıkabilecek sorunların ihtimaliyle baş başa kaldık. Etrafta derin bir sessizlik hakim, gümbür gümbür haberler kesildi, doktorlar havaya bakarak ıslık çala çala ufaktan arazi oldular, birkaç tanesi de “Önlem alın dedik kötü mü oldu, daha beteri niye olmadı diye karalar mı bağlanacaktı yani” açıklamalar yaptılar ve domuz gribi salgını da, tıpkı kuş gribinde yaşandığı üzere hayatımızdan çıktı gitti. Avrupa’da ise fırtınalar kopuyor; Dünya Sağlık Örgütü (WHO) müthiş bir prestij kaybı yaşadı ve dış medyada komplo teorisyenlerini haklı çıkartan açıklamalar yer alıyor: “Bu salgın, sadece aşı satışını arttırmak için abartıldı” şeklinde ve olan bitenin de hesabı soruluyor, ülkemizdeki sessizliğin aksine.

Olur böyle vakalar…

İkinci vaka ise meşhur “Küresel Isınma” konusunda patlak verdi. Hatırlarsanız 2007’de medyamızda da, tıpkı dış basında olduğu gibi, “Küresel Isınma”nın dünyamıza neler edeceği senaryoları yer aldı ve okuduğumuz haberlere göre, dünyamızın çok da fazla ömrü kalmamıştı ve yakın bir gelecekte insanlık yok olmanın eşiğine gelecekti. O dönem, bu haberler o kadar yoğunlaşmıştı ki psikolojimiz bozulmuş ve dünyaya şöyle son kez bakalım da vedalaşalım şeklinde gezer olmuştuk sokaklarda. Derken birkaç gün önce bir haber düştü BBC kaynaklı: “İngiliz araştırmacılara göre, dünyanın son yıllardaki en büyük sorunu olan küresel ısınma mitten ibaret, araştırmacılar ayrıca ısınmanın sanıldığının aksine insan eliyle olmadığı kanısında.” Buyrun buradan yakın.

Vakalar bunlarla da bitmiyor. Malum, “İstanbul depremi” konusunda yıllardır gözümüzün önünde, halen de süregelen, bir tartışma mevcut: Kırılma parçalı mı olacak, tek parça mı, şiddeti kaç olacak, nerede başlayacak, kaç sene içinde olacak vs. Günlerce bu tartışılıyor; sonra bir tane profesör çıkıyor: “Bunların hepsi abartı, beklendiği gibi olmayacak” diyor, kafalar iyice karışıyor. Keza mesela siz yıllarca sağlıklı diye bir ürünü yiyorsunuz, ama bir haber okuyorsunuz ki “Yıllarca sağlıklı diye tüketilen şu ürünün aslında sağlığa zararlı olduğu tespit edildi.” Bir süre sonra bir başkası çıkıyor diyor ki “Yiyin yiyin, sağlıklıdır, bu haberler uydurma.” Nitekim medyada çıkan “araştırma haberleri”ne bakarsak, aslında bizlerin şu anda yaşıyor olmamız bile mucize, çünkü yediğimiz içtiğimiz her şeyin sağlığımıza zararı var. Sağlıklı yaşamaya kafayı takmış bir insanın, beden sağlığını koruyacağım derken, kafasal vaziyetlerini bozması işten bile değil.

Önlem almanın nesi kötü?

Benim canım annemin bir hayat felsefesi vardır: “Hayatta her zaman en olumsuzunu düşüneceksin, korktuğun olmazsa, sorun yok; ama ya olursa diye de önlemini alacaksın.” (Bu felsefe yüzünden tüm hayatını korku içinde geçirdi kadıncağız.) Bilimadamlarının, doktorların, çeşitli uzmanların yaklaşımının da aynı olduğunu düşünüyorum ben. Tamam onlar da kendilerince haklılar, yarın bir şeyler olursa ilk onlara hesap sorulacak: “Kardeşim siz bu kadar okudunuz ettiniz, oraya sizleri saksı diye mi diktiler” diye de, ama bir yandan da tüm dünyada bilinen bir “yalancı çoban” hikayesi vardır. İşte yukarıda anlattığım bu olayların etkisi bu olacak bu gidişle: Yarın bir gün çok ciddi bir durum ortaya çıkacak, mesela değil milyonları; milyarları etkileyebilecek bir virüs, ama bu sefer kimse onları dinleyemeyecek. “Bu virüs öncekiler gibi değil, çok tehlikeli çok” diyecekler, ama aldıkları yanıt “Hadi len! Gördük önceki virüslerinizi de, ilaç firmalarının adamısınız değil mi?” olacak. Zaten muhtemel “İstanbul depremi”ni zaten iyice sallamaz olduk milletçe. Ayrıca zaten gergin ve stresli geçen yaşantımızın zehir olmasından söz etmiyorum bile. Ben “Küresel Isınma” haberlerinden sonra, çocuklarımın geleceğini düşünüp depresyona girdiğimi iyi bilirim veya “Domuz Gribi” haberlerinden sonra eşimin –deyim yerindeyse- psikopata bağladığını.

Sormak istiyorum

Hadi bir yandan geniş perspektiften bakmaya çalışıyorum: Bizlere bu senaryoların en kötü versiyonları zihinlerimizde defalarca yaşatıldığı için, bu olaylarla karşılaştığımızda, zaten hazırlıklı oluyoruz da olan biten daha mı hafif atlatılıyor diye. “2012” filmini konu eden yazımda da şunu sormuştum: Bunun gibi filmlerle, yaşanabilecekleri enerjisel olarak ekran başında tükettiğimiz için insanlığın toplu bilinci daha hafif senaryolara yöneliyor olabilir mi? Bu bir teori ve belki gerçekten de bu böyle, ama ortaya çıkan bir durum var ki, artık kimsenin kimselere güvenemediği yaşamlar sürüyoruz. Siyasetçilere güvenimiz yok, yöneticilerimize de; toplumun çeşitli kademelerinde görev yapan kişilere de; hatta sahalarımızdaki hakemlere bile. Az biraz bilimadamları ve doktorlara inanıyorduk, okumuş etmiş adamlar; koca koca profesörler, vardır bir bildikleri diyorduk; son olan bitenlerden sonra onlara da güven azaldı. Ona güvenme, buna güvenme; peki biz artık kime güveneceğiz? Benim bir yanıtım yok, sizlerin var mı?

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...