Hayatımda “Ben kimim?”; “Biz niye burdayız?” gibi soruları, ilk defa ne zaman sorduğumu hatırlamıyorum. Ama ilk aldığım yanıtın, daha ben soruları düşünecek durumda değilken geldiğini biliyorum: “Allah bizi, ona kulluk edelim diye yarattı ve burada bir sınavdayız; iyi olursak cennete, kötü olursak cehenneme gideceğiz.” Bu yanıtı, şu anda bu yazıyı okuyan hemen herkes çok iyi biliyordur ve hatta bazıları da “Eee öyle zaten” diye onay veriyordur. Benim gerçekliğimin yanıtı da yıllar ve yıllar boyu bu oldu, taa ki bir gün “Ben kimim?” ve “Neden buradayım?” sorularını içimde hissedene dek.
İnsanlar var olduğundan beri, bu sorular süregelmiştir ve verilen her yanıt, bir inanç sistemi olarak gezegene yansımıştır. Bu konuda sonsuz sayıda kaynak vardır ve ben de doğduğum coğrafya, aile ve zaman itibarıyla, bu yanıtı almıştım ilk olarak. Ayrıca, daha fazla sorgulamamam için de, “Aman ha, başka şey düşünme, soru sorma; ya kafayı yersin, ya da Allah sana günah yazar, çarpılırsın” ketleri vurulmuştu bilinçaltıma. Ama kim sallar hain ketleri. Bir gün, o engellerin de yıkılacağı zamanlar gelecekti elbet ve o zamana kadar, “Gelirken seçtiğim yaşam tarzına uygun” olarak, o ketler bana yön gösterecekti.
Hayatımda en büyük sarsılma anımı, Ramtha’nın ‘Eşruhlar’ının kapağını açtığımda yaşayacaktım. “Sizler Tanrılarsınız” yazıyordu kapakta ve o cümleyi görür görmez, dönüşü olmayan bir yola girdiğimi hissetmiştim kendim için. Bu öyle bir yoldu ki, yol arkadaşlığımı her zaman farklı rollerle yapmış olan Tanrı, maskesini çıkartmış ve bana onun altındakini göstermişti: Oradaki, çoğunuzun tahmin edebileceği gibi BEN’dim…
Tanrı, daha sonraki uzun yolculuğumuz sırasında, bana birçok maskesini tanıttı ve bu maskelerin bana kazandırdıklarını, neden onları yol arkadaşı olarak seçtiğimi ve evrende o maskelerin ne gibi işlevleri olduğunu anlattı. Bunları anlatırken öyle güzel rol yapıyordu ki, günlük yaşantımın içinde sahneleri yaşarken, aslında yolda bir taş parçasına oturmuş, yol arkadaşımın sergilediği performansı unutuveriyordum ve her seferinde de olay bittikten sonra beni dürtüyor ve “Hasaaan, Hasaaan; yine kaptırdın kendini, yolumuza devam etmemiz lazım” diyordu. Ben kendime gelmediğim zamanlarda ise, oyunun içine giriyor ve çeşitli “tatlı-sert” yöntemlerle uyandırmaya çalışıyordu beni. Bazen kapımda beni tehdit eden silahlı bir adam oluyor, bazen terk eden bir sevgili, bazen ağır bir hastalık oluyordu; bazen de evimde gezen ruh… Ama beni uyandırmak için elinden geleni yapıyordu. Her uyandığımda da “N’apim çok güzel oynuyorsun”” sözüme, “Sen de mükemmel eşlik etmesen, solo performansımın ne özelliği kalır” diyordu gülümseyerek. Arada sırada ortadan kaybolduğunu görüyor ve korkuyordum; çevreme bakıyor, ama bir türlü göremiyordum onu ve panikliyordum. Sonra ortaya çıktığında ise, soruyordum endişeli endişeli “Nerelerdeydin?” diye. Bana gülümsüyor ve “Benim de arada seninle bütünleşip oyuna SEN olarak girme hakkım olsun, değil mi?” diyordu. Ben bunu hiç anlamıyordum açıkçası. Maskesini çıkarttığında onun BEN olduğunu görmüştüm, nasıl oluyordu da zaten o, BEN’ken, BEN olarak oyuna dalmak istiyordu; karışıyordu kafam. Bir gün bunu sordum ona ve gülümseyerek dedi ki: “Bir gün bu yolda yürürken, yanında benim olmadığımı göreceksin; çünkü, ben seninle bütünleşmiş olacağım. Şu anda tek başınalığı yalnızlık gibi algıladığın için, böyle ikili bir yol arkadaşlığını oynuyoruz. Ama arada seni tekliğe alıştırmam lazım ki, yolun bir gün diğerlerinin yollarıyla birleşince, diğer BİR’leşmiş varlıklarla birlikte yürümeye devam edelim, keyfini süre süre.” Anladığım kadarıyla, kendimi yalnız hissettiğim zamanlarda aslında o, beni kendime alıştırıyordu ve zamanı gelince, “kendine alışmış” diğerleriyle birlikte kocaman caddelerde, bulvarlarda yürüyecektik, oyunlara dalmadan. Peki, neden bu yolculuğa daha dar bir yolda ve böyle bir arkadaşlığa ihtiyaç duyarak başlamıştık, onu sordum. Yine her zamanki dinginliği ve sevimliliği ile gülümsedi ve yanıtladı: “Bunun yanıtı, sana Yaratılış’ın sırrını verecek Hasan, hazır mısın?” dedi ve anlatmaya başladı…
– Bu yolculuğa çıkmaya karar vermeden önce, kendimi sınırsız topraklara derin derin bakan biri gibi hissediyordum. Düşündüğüm ve istediğim an, tüm manzara anında değişiyordu, sonsuz ve sınırsızca. Bir gün, o manzaranın içine adım atmaya karar verdim ve her şey başladı. Toprağa ilk adımı attığımda yaşadığım şaşkınlığa inanamazsın. Bir anda, kendimi bir beden içinde buluverdim ve birçoğunun sandığı üzere, uzun uzun düşünmeden oldu bu. Sadece adımımı attım ve OL’du. Sonra, ikinci adımımda çevreme bir baktım ki, benden, sayamayacağım kadar çok var ve hepimiz de birbirimize şaşkınlıkla bakıyoruz. O ânı sana anlatamam Hasan: Kendimi ilk defa gördüğüm o AN, hepimizin gözlerinden birbirimiz yansıyorduk. Kendimin bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu bu, bilgi olarak her zaman vardı içimde, ama bilmekle yaşamak bambaşka şeylermiş. Döndüm ve yanımdaki BEN’e baktım bir an ve o da bana ve yine ilk defa bir şey oldu: Üzerimde bir ıslaklık hissetmeye başladım ve sonradan buna ağlamak adını verdik. O an hissettiklerim(iz) o kadar anlatılamazdı ki, en temel, en derinde, en ‘en son’ ulaşacağımız duygu olarak yer aldı içimizde. Sonra hepimiz, verdiğimiz ortak bir kararla önümüzdeki patikaya doğru yürümeye başladık, ama içimizden yayılan bir söz de o anda duyuldu ruhlarımızda: “Bu patikaların her biri bizleri farklı yerlere götürecek, ama zamanı gelince, hepimiz burada buluşacağız ve o ilk anda hissettiklerimizi, bu sefer “uzun yolculuğun deneyimiyle dolu” olarak yaşayacağız ve o andan sonra da patikalar birleşip, sonsuz genişlikte tek bir cadde olacaklar ve biz bu sefer, elele yürüyeceğiz o yolda, “artık kendini bilen ve yaşamış” BİR olarak sonsuza… Taa ki, uzaklara bakan biri olmaya dönmeye karar verene dek ve bu dönüşümde, artık “biliyor” ve “yaşamış” olacağım kendimi, Hasan. Ben, kendimi yaşamayı seçtim Hasan ve yaşıyorum da…
– Söylediklerinden çok etkilendim ve içimde sonuna kadar hissettim de Tanrım; benim bunların içindeki yerim ne? Madem bu senin deneyimin, peki ben ne arıyorum burada? Bana “BEN SEN’im”, “BİZ BİR’iz” deme gene, çünkü düşmüyor jeton bir türlü ve anlayamıyorum da… lütfen bana farklı, ama anlayabileceğim bir şeyler söyle Tanrım; o kitaplarda yazan cinslerden değil.
– BEN SEN’im ve BİZ BİR’iz Hasan dedi (Gülümseyerek “şaka şaka” diye ekleyerek). Aslında bu kadar basit bir gerçeğin, enerjisini bu kadar yitirmiş olması ne kötü: Sanırım, defalarca tekrar edile edile etkisini yitirdi bu siz de…
– Ya da en azından ben de…
– Hayatında ilk defa ne zaman seviştiğini hatırlıyor musun?
– Teoride mi, pratikte mi? 😉
– (Kocaman bir kahkaha atarken) Senin bu yönünü seviyorum işte. Yaratanına kurban olayım demek isterdim, ama sanırım öyle bir şansım yok. Sorunun yanıtı, aslında her ikisini de kapsıyor. Sen sevişmenin teorisini, uzun yıllar boyu biliyordun zaten. Sevişme hakkında her şeyi, ama her şeyi okumuştun kitaplardan, ya da arkadaşlarından, çevrenden duymuştun. Ama taa ki, ilk defa sevişmene kadar öğrenememiştin, “gerçekten” sevişmenin ne demek olduğunu, değil mi?
– Bunun nereye varacağını cidden merak ediyorum.
– (Gülümseyerek) İnsan tek başına sevişmeyi öğrenemiyor değil mi? Bir de partnere ihtiyaç duyuyor. Sen de benim partnerimsin, senin aracılığınla “gerçekten” sevişmeyi, yani burada mecazladığım anlamıyla yaşamı, yani tam anlamıyla kendimi öğreniyorum…
– Bunu anladığımı sanmıyorum Tanrım, kusura bakma; kendimi pek iyi bir şeymişim gibi hissettirmedi bana.
– (Bu sefer cidden çok, ama çok güldü.) Sen olmasan, ben bu hayatı deneyimleyemezdim Hasan. Patikada yürürken şunu hissettim: Evet, ben bastığım toprağı, soluduğum havayı, çevremdeki ormanı görüp hissedebiliyorum, ama hala eksik olan bir şeyler vardı ve bu eksiklik yüzünden, bir şeylerin tadını tam olarak çıkartamadığımı hissediyordum. Derken, bir anda yanımda SEN beliriverdin. O kadar şaşırmıştım ki, anlatamam. Aslında, bir şeylerin eksik olduğu duygusunu, sen ortaya çıktıktan sonra fark ettim. Senin bana yolda eşlik etmenle birlikte, yolculuğum muazzam bir haz haline dönüştü. Sana ilk dokunmamla birlikte anladım, hiçbir şeyin asla eskisi gibi olmayacağını. Sen benim, ben olduğumu unutmuş halimdin. Gözlerini ilk açtığında etrafa şaşkın şaşkın baktın ve “Neredeyim ben, sen de kimsin?” diye sordun, işte o andan beri sana, senin kim olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum sürekli olarak. Bunun için sayısız kılığa girdim, sayısız sahne yarattım ve sayısız kereler seni uyandırmaya çalıştım daldığın derinliklerden. Her uyanışında da, kendini hatırlamaya bir adım daha yaklaştığını gördüm. Aslında bu süreç, senin kendini hatırlama sürecin değildi; olan halin, zaten gözünün önünde bütün olarak duruyordu. Ben sana kendimizi hatırlatmaya çalışırken, aslında kendimizle ilgili bildiğimiz her şeyi yaşayıp, tadını çıkartıyorduk. Ben bilen taraftım, sense unutan. Bilen, unutana hatırlatırken yaşıyordu kendini. Seninle artı ve eksi olarak sevişiyorduk Hasan ve sonucunda da bildiğimiz her şeyin “gerçekten”, ne muhteşem hazlar verdiğini deneyimliyorduk. Biz BİZ’i, birbirimizle sevişerek öğrendik. Ben senin üst benliğin oldum, sen de benim alt benliğim; ben senin Tanrı’ndım, sen de benim kul’um; ben senin Ruhun’dum, sen de benim beden’im… Ama aslında, sadece kendiyle sevişen bir bütündük biz ve birimiz olmadan, diğeri bilemezdi sevişmenin muhteşemliğini…
– Hatırlıyorum… Resmen dağıldım Tanrım…
– Hadi, biraz dinlen istersen, çok uzun bir süreçti bu ve artık biliyorsun… Biraz dinlen de konuşuruz sonrasını, aklından ne geçtiğini iyi biliyorum.
– Ben de biliyorum… 😉 Devamını sonra konuşacağız…
– Seni seviyorum..
– Ben de seni seviyorum… Şeyyyyy!!!!
– Sevişmek seni acıktırır, di mi? Biliyorum, söyleme… 😉