Aydınlanma, zaten içimizde var olan bir şeyin arındırılarak ortaya çıkarılması ve geliştirilmesinden başka bir şey değildir. Gerçekte bir algılama ve anlayış değişikliğidir, sıradanlığın aşılmasıdır, farkındalığın farklılığıdır. Bu durumda içsel gözüyle görmeye başlayan aydınlanmış kişi çevresini de aydınlatmaya başlayacaktır; yani o artık kendi içine kapanıp kalamaz, onunla yetinemez. Aydınlanan kişinin sadece gözlem değil, çözümleme yeteneği de artmıştır; daha sevecen ve hoşgörülüdür, sevgi dolu ve şefkatlidir.
Kuşkusuz insan belli bir ‘arayış’la buraya gelebilmiştir, ama o arayış hiç bitmez, bitmemelidir; çünkü bu sürecin sonu yoktur. O nedenledir ki “önemli olan yol’da olmaktır” diyoruz. Seçilen ya da benimsenen yolların her birinde bir takım farklılıklar olabilir. Örneğin herhangi birimize Tao radikal, sufizm yumuşak, Zen ise daha kolay gelebilir. Kaldı ki diğer bazıları aşırı ritüelik ve törensel görülse bile hepsi de bilgelik yoludur. Yola koyulanın başlangıçtaki kişilik özellikleri ve diğer ilgili hususlar nasılsa zaman içinde benzerlik göstereceklerdir.
Gerçeğe henüz kısmen de olsa erişememiş olanlar sürekli ikna olmak, kısa yoldan iman etmek isterler. Sonunda da hep bir şeylere veya birilerine inanırlar; o vakit bununla ilgili zihinsel süreç ya sonlanır, ya da gerçeğe ulaşma yolunda büyük ölçüde hasar görür. Oysa ki konu ya da sorun hiçbir zaman için ikna olmak, inanmak veya iman etmek değildir; süreci yakalamak, sonsuz yaşam’a bir yerinden katılabilmektir. Gerçek huzur başka türlü bulunamaz. Ama çoğumuz hep biryerlere, bir şeylere bağlı veya birilerine tâbi olmak isteriz (dinlere, gurulara, üstadlara, tarikatlere, şeyhlere, üstün ruhsal rehber varlıklara, uzaylılara…vb). O zaman da bir türlü ‘gerçek-kendi’miz olamayız. Oysa ki bu zihnin tembelliğinden, sorumluluğu başka yerlere yüklemekten ve çabayı kısa kesme kaygısından kaynaklanan, tamamen kendini güvenceye alma amaçlı, sıradan, kolaycı bir işlem biçimidir. Esas olansa, önceden koşullanmaksızın her türlü bağlılığın ve bağımlılığın üzerine şuurla çıkabilmektir. O nedenledir ki şuursuz imanla aydınlanabilmek mümkün değildir.
Öte yandan aydınlanma, gerçek varlığımızın farkına varılmasıdır. O halde sonuca koşullanılamayacağı gibi önceden tanımlanamaz da.
Zihinsellikten yarı-şuurluluğa, yarı-şuurluluktan şuurluluğa, şuurluluktan üst-şuurluluğa giden yolların tümünde de elimizdeki bilinen en etkili araç meditasyondur. Ama aslâ self-hipnoz’la veya konsantrasyonla ya da ‘transandantal’ uydurmacılıklarla ve düşünce dönüşümleriyle, halüsinasyonlarla karıştırılmamalıdır. Çünkü bunların tümü de bir bakıma dinsel olma demektir ve bütün dinsellerin, gerçekte tedavi ve terapi de denilebilecek olan zihinsel rehabilitasyona ihtiyaçları vardır.
Ruhsal gelişmeyi sağlayabilecek bir yaşam biçimi doğaya, tüm hisseden canlılara ve insana saygılı olmalıdır. Kendimizi geliştirmedikçe doğal sürece olumlu katkıda bulunamaz ve Varoluş’la bir olma yoluna giremeyiz. ‘Teslimiyet’ sözcüğünü de bu şekilde anlamalı ve böyle kullanmalıyız. Hiçbir edim karşılıksız kalmaz. Ancak böylesi bir anlayışla tanrısal iradenin işlevsel ve yararlı bir parçası olunabilir. Teslimiyet katılımla mümkündür. Onun için de önce katılabilecek yeterlikte erdeme ve bilgelik düzeyine erişmiş olmak gerekir.
Eğitilmiş duygular, makul ve akılcı arzular, ılımlı ve insanî hazlar, yaşama çeşni katan ufak tefek sorunlar, uğraşlar, hoşnutluklar, hoşnutsuzluklar ve geçici tatmin hisleri… bunların tümü de insanın özgür doğasına uygundur, deneyim sürecinin unsuru oldukları bilindiği takdirde gelişiminin önünde engel oluşturmazlar. Sorun onlara kapılmakta; onların vazgeçilmezliğe, bağımlılığa ve tutkuya dönüşmesinde; yokluklarında tatminsizlik ve mutsuzluk hissine neden olmalarındadır.
“Hakikate ve tanrısallğa giden yol yoktur” demek, gerçekte herkes için tek ve belirli bir yolun olmadığı anlamındadır. Yoksa “ona giden yollar türlü türlüdür” (Mevlânâ); dilediğiniz yolda olgunluk ve bilgelik kazanma tamamen koşullara, size ve iradenize kalmıştır. Hiç kimse illâ ki eskilerden bir ustanın ayakizlerine basmak zorunda değildir. İzleyeceğiniz süreçler pekalâ farklı olabilir. Zaten bunun aksi, yani öylesi bir basmakalıplık ve hazırcılık, tekâmülün doğasına, değişimin mantığına ve gerçeğin anlamına aykırı olurdu.
Örneğin Buda’nın ‘Orta Yol’unu (madhyamika), ‘Birlikte ve Diyalektik Varoluş’unu, ‘Dört Yüce Gerçek’i, ‘Sekiz Katlı Yol’unu benimsemek için budist olmanız gerekmediği gibi; İsa’yı sevmek, onun özgün ve ahlâkçı felsefesini doğrulukla izlemek için de hristiyan olmanız gerekmez. Hattâ biz aksine diyoruz ki, bugünkü anlamlarıyla budist veya hristiyan olursanız, yani bozulmuş ve özünden uzaklaşmış haliyle resmî ideolojiye dönüşmüş düşünce ve inançların yandaşı olursanız, bir tarafta saf tutmuş olacağınız için bu iki büyük yolgöstericiyi gerçek düşünceleriyle ve olması gerektiği gibi idrakte bir hayli zorlanırsınız. Geçmişte insanlığa ışık tutmuş büyük ustalara saygı duymak başka, onları organize olmuş dinlerin yanılgılarını izleyerek tanrılaştırmak başka şeydir.
Hepimiz sınırsız ve sonsuz Varoluş’tan gelir ve ona gideriz. İçinde bizlerin her defasında bir süreliğine yer aldığı tüm fiziksel evren de içindekilerle birlikte oradan gelir, oraya gider; tekrar gelir, tekrar ona döner… Bu kimilerinin sandığı gibi kısır bir döngünün değişimsiz halkası değil, aksine boyutlar arası tekâmülün sonsuz spiralidir.
Unutmamak gerekir ki tanrının bir mâbedi de, sevgisiyle, olanca şefkati, merhameti ve hoşgörüsüyle yaratıp içine bilinci yerleştirdiği ‘insan’dır. İnsan mâbet olma potansiyeline sahiptir; yeter ki o şuura erişebilsin. Bedenimiz de, zihnimiz de, ruhumuz da ancak birer vasıtadır. Daha yüksek amaçlara erişebilmek için her biri birer araç olan bu bileşenlerimizden her biri üzerindeki farkındalığımız, bilinçle ilişkimizi artıracaktır. Ve her birisi için bir diğerini ihmal sadece yolu uzatacaktır. ‘Bütünsel’ anlayış basitçe budur.
Her yeni enkarnasyon boşa geçirilmemesi gereken bir gelişim fırsatıdır. Her yeniden doğum, maddi evrenle ilişkimize, o boyutta ara verdiğimiz yerden yeni bir katılım ve başlangıçtır; daha doğrusu atılan yeni bir adım ve çıkılacak yeni bir basamaktır. İçsel varlığımızın gelişmesinin önündeki engelleri kaldırabilirsek her şeyin yoluna girmekte olduğu görülecektir. ‘Kozal’ ve ‘bilinçsel’ varlığımız sonsuz olan kaynaktan gelmiştir ve bilinç yolculuğumuz bilinemeyen bir zamana kadar, ya da ‘zamanın olmadığı yere kadar’ ve ondan sonrasında da sürüp gidecektir.
Fiziksel bedenimizi yıpratıp yaşlandırabilir, bağışıklık sistemini bozabilir, ruhsal yapımızı çöküntüye uğratabilir, astral varlığımıza dahi zarar verebiliriz. Ama temel unsur olan bilincimize ancak ya şuurla yaklaşabilir veya ondan şuursuzca uzaklaşabiliriz. Tanrısallıktan bize ‘üflendiği’ söylenen ‘gerçek-öz’ sadece o olduğu gibi, bizi tanrısal olanla bütünleştirecek esas cevher de odur. Çünkü diğer her şey çözülüp dağılacak, bileşenlerine ayrılacak ve bir başka biçimde başka şeyleri oluşturmaya devam edecektir; ama aslolan bilinç eninde sonunda, belki yüzlerce ve binlerce denemeden sonra özüne dönüp Varolan’la, Mutlak Varoluş’la birlik olacaktır. Bu arada tabii ki doğum-ölüm dönüşümü kadar cennetler-cehennemler ve âraflar yaşanacaktır.
O nedenledir ki kaba materyalist olmak kadar tutucu bir spiritüel olmak da aldatıcıdır. Çünkü o da ‘Varoluşun âhengiyle uyumsuzluk’ hallerinden birisidir; o da ‘zihinsel’ bir durumdur; kendini bir başka şeyle sınırlamak olduğundan o da bilinci gölgeler ve karartır; kısacası kendini yanıltmanın sözde yüceltilmiş, ama güvensiz ve yararsız olan bir başka türüdür. Gerçekte hayatın organik bir bütün olarak algılanmasının ve âhenginin farkına varılmasının önüne çıkarılmış ciddi bir engeldir.
Aydınlanma, nedeni sadece onlar olmamakla ya da doğrudan onlara bağlı olmamakla birlikte, doğal olarak akıl-zihin becerilerinizin gelişmesi ve mantığınızla zekânızın daha doğru kullanılmasıyla sonuçlanacak; ve süreç ilerledikçe buna bağlı olarak hafızanız, analiz gücünüz, sonuç olarak da bilgeliğiniz ve tekâmülünüz yanında sezgileriniz gelişecektir. Farklı boyutların kısmen farkına varılması, örneğin astral ve eterik oluşumların farkındalığı bilinçliliğinizi daha üst düzeye çıkaracaktır. Bu da olay ve oluşumların kavranmasındaki yeteneğinizi artıracak ve vizyonunuzu genişletecektir.
İşte bütün bunlara, salt akademik eğitiminin ya da okuduğu klasik yayınların dar kalıplarına sıkışan, kendisini bir türlü yenileyememiş, kuşkuculuktan çoktan uzaklaşmış sıradan bir psikolog başka; özgür, cesur ve araştırmacı, yani gerçek bir bilim adamı olan diğer bir psikolog veya psikanalist ise daha başka bir gözle bakacak ve öyle bakabildiği içindir ki daha farklı değerlendirebilecektir. Bu aynı zamanda sıradanlıkla gerçek anlamdaki araştırıcı bilimselliğin ve bilinçliliğin farkıdır.
Aydınlanma konusunda kimse size reçete, prospektüs, risale, el kitabı benzeri materyaller veremez. Yemek tarifi gibi aydınlanma kılavuzu olmaz. Uzun yıllar büyük umutlarla ‘çabaladıkları’ halde, bir arpa boyu bile yol alamayanlara dair pek çok öykü okumuş veya dinlemişsinizdir. Bu durumda demek ki ya gidilen yol ya da yöntem yanlıştır, veya yararsızdır, ya da bir başka deyişle o kişiye uygun olanı doğru belirlenememiştir. Herkesin ayrı bir dünya olduğunu unutmamak gerekir. Birimiz için uygun olan yol, çıkış noktası veya yöntem bir başkası için uygun olmayabilir. Hiç kimse belli sürelerle aydınlanma basamaklarını çıkabileceğinizi, örneğin çakralarınızın açılacağını, kundaliniyi harekete geçireceğinizi; kriya’da aşama sağlayacağınızı, üçüncü gözünüzün açılacağını… garanti edemez. Bütün bunlar, daha pek çok nedenin yanında uzak geçmişinizin fiziksel, biyolojik ve zihinsel mirası olan genetik özelliklerinize ve toplam karma’nıza; halen yaşamınızı kazanma ve sürdürme biçiminize; son yaşamınızdaki koşullanmalarınıza, eğitiminize, aile yapınıza; burada oluşan bağlılık ve bağımlılıklarınıza, özlem ve hayallerinize (yani zihninize) de bağlıdır. Ama yoldaki gayret, sebat ve disiplininiz… basamaklar veya aşamalar arasındaki süreyi pekalâ kısaltabilir veya uzatabilir de…
Burada önemli bir husus da ‘aydınlanmaya koşullanmamak’tır; çünkü o vakit bir yandan zihne takılma, diğer yandan ise aydınlandığını sanma yanılgısına düşülmesi kuvvetle muhtemeldir. O gelecekse kendi gelir, bazen hızlı bazen yavaş da olabilir ama aslâ zorlanamaz; eski metinlerde sıkça tekrarlanan ‘akışa bırakma’ bir bakıma bu demektir. O nedenledir ki yol’da olmak daha önemlidir. Yani bir bakıma, yol’da iken aydınlanmayı ‘unutursanız’, o zaman tedricen aydınlanabilirsiniz.
Bize göre bugün insanların önemli bir kesimi hâlâ putlara tapmaktadırlar. Üstelik tarihteki putperestler gerçekte putlara tapmaz, onları sadece ‘aracı’ olarak kullanırlardı; bugünkü modern putperestlerse onlara doğrudan tapıyorlar. Eskiden herkesin ya da ailenin belirli bir putu vardı, bugünse çoklarının birden fazla putu var ve onlarının en büyüğünün adı ‘para’dır. Daha böyle pek çok görünen putun yanında görünmeyenleri ve belki de tüm diğerlerinin yaratıcısı ve biçimlendiricisi var ki, onun da adı ‘ego’dur. Yani aradan geçen onca yıla rağmen totemlerle putlar yok olmamış, aksine gerçek putperestlik güçlenmiştir.
Bunların gücünden ve zihinlerdeki etkilerinden kurtulmadıkça ‘gerçek-kendi’nizi bulamazsınız. Zaten öylesi bir erişim olmadıkça aydınlanma mümkün değildir. Girdiğiniz ya da yürüdüğünüzü sandığınız ‘yol’ acaba zihninizdeki putlardan ne derece arınmıştır ve sizi ne denli olumlu etkilemiştir, hiç düşündünüz mü?
Ezoterik bilimlerle ilgili her şey kamuya uluorta açıklanmaz. Bunun içindir ki onlara aynı anlama gelen ‘batınî’ (içsel) bilimler denilir. ‘Gizli’ denilmesi doğru değildir, hattâ yanlış yönlendirmelere neden olur; kimileri buradan kendince pay çıkarmaya kalkabilir. Belki ‘saklı’ da denilebilir ama, yine de daha iyisi ‘içsel’dir. Zaten ‘gizli bilimler’ nitelemesini anlamak mümkün değil. Çünkü bir kez ‘bilim’ olduktan sonra artık gizliliği kalmaz olur. Kaldı ki o ‘burada iken’ varılabilir bir şeydir. Bugün ‘altıncı his’se, ‘aura’ya, ‘hipnoz’a, gerçek ‘reiki’ye, ‘kuantum şifacılığı’na… bilimsel değildir diyebilir misiniz? Ama ‘içsel’dirler. Kaldı ki bunlar dahi ezoterizmin ancak birinci basamağındaki, yani başlangıcındaki konulardır. Kısacası daha yapacak çok şey var. Tabii bir de yolu ‘kısaltan’ uygulamalar mevcuttur. Bazı ‘vazife’ler, kısa süreli ‘inziva’lar ve ‘kriya yoga’ gibi…; ama bütün bunların olmazsa olmazı ya da destekleyici ve hızlandırıcı-güçlendiricisi doğru meditasyon uygulamasıdır. Bu çalışmalar öncelikle ciddi bir hazırlık sürecini gerektirir. Öyle ki bu süreçte uyku düzeni, beslenme alışkanlıklarının gözden geçirilip düzeltilmesi, fiziksel aktivitelerin doğru programlanması, içsel salgı sisteminin denetlenmesi, ortamın uygun hâle getirilmesi, hattâ sanatsal etkinliklerden dinlenecek müziğe kadar doğru bir programlama yapılması oldukça önemlidir.
Fizyolojimizi de psikolojimizi de aslâ zorlamamalıyız. Kalp, tansiyon, diyabet… ya da bazı iç organlarda yetersizlik gibi sorunları olanlar ciddi bir tıbbi muayeneden geçmeli ve ezoterik programa başlamadan önce doktor tavsiyesi almalıdır. Hem bunun daha sonraki periyodik sağlık kontrollerinde aradaki farkı gözlemleme gibi bir yararı da olacaktır. Örneğin kalp-damar sistemi ve kan basıncı ile ilgili sorunları olanların bazı ağır yoga uygulamaları ile yoğun efor harcatıp aşırı yorgunluk yapabilen bir takım fiziksel aktiviteleri yapmamaları daha doğrudur. O süreyi meditasyon uygulamasına ve Zen yürüyüşlerine (kinhin) ayırmaları, ya da tai c’hi sürelerini artırmaları daha yararlı olacaktır.
Bu süreçte beslenme düzeni de hayli önemlidir. Ağır yemekler yenilmemeli, kırmızı et olabildiğince azaltılmalı (hattâ mümkünse bir süre hiç tüketilmemeli); işlenmemiş doğal gıdalara, sebze ve meyvelerle bunların doğal ve posalı sularına ağırlık verilmelidir. Yani psişik arınma ile bedensel arınma birlikte düşünülmelidir. Yine bu süreçte yüksek alkollü içkiler kullanılmamalı, şayet içiliyorsa sigara da bu vesileyle tamamen bırakılmalıdır. Program sonunda diyabet, karaciğer enzimleri, tansiyon, LDL kolesterol ve kan yağları…, mümkünse iç salgı bezlerine ilişkin tetkikler… yaptırılıp aradaki fark görülmelidir. Bu ilk denemenin sonuçları çok önemlidir.
Ve yine aslâ unutmamak gerekir ki hiçbir öğretmen veya usta, gerçekte sizde olmayan hiçbir şeyi size veremez; sadece size rehberlik edip gidebileceğiniz yere kadar olan gelişiminize yardımcı olabilirler. Yolu gösterebilirler, hepsi o kadar; yürüyecek olan sizlersiniz… ve tekbaşına… özgürce, cesaretle…
Okült yoldaki en istenmeyen şeylerden birisi de sabırsızlık ve aceleciliktir. Bu yolun dinsellikten farkı koşullanılmamasıdır. Kimileri sonuçlarını ya da en azından farklılığını çabucak görmek hattâ test etmek ister. Bu da bir tür sonuca koşullanmadır; oysa ki ruhsal yolda telaşa yer yoktur. Bazen bir yıllık çalışma ile fark edemediğiniz gelişmeyi bir günde, hattâ bir saatin içinde sağlayabilirsiniz. Önce hazırlanma, birikim ve olgunlaşma gerekmektedir. O nedenledir ki spiritüel gelişme takvime bağlanamaz. Şu kadar saat ders görülüp en az şu notlar alınırsa bir üst sınıfa geçileceği gibi bir kayıt konulamaz.
Mistik oluyoruz diye, kendimize fiziksel bilgiye erişim olanaklarını kapatırsak, sonra da kalkıp erişemediğimiz o bilgiyi küçümsersek bu her şeyden önce kendimize ihanet etmek olur. Doğada olup bitenlerin, onlara ilişkin yasaların doğru bilinmesi yoluyla anlaşılıp çözümlenmesinden daha doğru ve doğal ne olabilir? Bu alana kutsalı sokarsanız asıl o zaman işin içinden çıkılamaz. Nitekim bilimin alanına dinin ve inançların sokulduğu, metafiziğin ön plana çıkarıldığı toplumlar ve topluluklar her zaman geri kalmışlardır.
Aydınlanma bir bakıma koşullanmışlıkları aşmak, fiziksel doğum ve ölüm sınırlarının ötesindeki şeylere vakıf olmak demek olduğundan, dolaylı da olsa maddesel’in sınırlarını ve sınırladıklarını da aşmak demektir. O nedenledir ki yeterli aydınlanmaya erişilmeden parapsikoloji konularıyla haşır-neşir olmak imgeleme ve algı yanılmalarına neden olabilir, beklenilen gelişim ve dönüşüm bir türlü gerçekleşemez; böyle bir durumda ise sonucun tam bir düş kırıklığı ve kişilik bozulmaları olması kaçınılmazdır. Yani sanal algılar ve algı yanılmaları yaratmanın hiçbir biçimde gereği de yararı da yoktur. Kişiliğin gelişmesi, sürekli belirttiğimiz gibi zihinden bilince, yanlıştan doğruya, hayalden gerçeğe, kolaycılıktan sebat ve disipline yönelmekle mümkündür. Hasbelkader erişebildikleri bazı gelişmiş spiritüel algılarını kişisel çıkar uğruna kullananlar olmuştur. Bunlara ‘ruhsal güç’ denilmesinin yanlışlığı bir yana, böylesi istismarlar da hiçbir zaman uzun süreli olmamıştır. Aydınlanmış bir kişi onları yeri geldiğinde çıkar gözetmeksizin ve ayrım yapmadan herkes için kullanır; üstelik ancak daha pozitif ve kalıcı olduklarında ruhsal güç olarak tanımlanmaları doğru olur. Bunlardan ilki sevgiden yoksunluk ve menfaatperestlik, ikincisi ise gücünü şefkat ve bilgelikten alan hamiyetperverlik ve insanseverlik olarak nitelenebilir. İnsana saygı olmaksızın ve sevgiden yoksunlukla aydınlanma olmaz; geçici ve zorlama gelişmeler aydınlanma değildir, astral etiğe de uymazlar. Öylesi kişiler gerçekçi bir ezoterik gözlem yapamazlar, zaten gerçekte böyle bir kaygılarının olduğu da söylenemez. Onların ruhsal, astral ve eterik yapıları bu davranışları nedeniyle sürekli olumsuz etkilenecek ve gelecekteki arınmalarını da hayli zorlaştıracaktır; yani acı çekmeleri kaçınılmazdır. Eylemlerinin ve edimlerinin karşılığındaki karmatik takdir böyledir.
Ezoterik ve okült yolda yürümek isteyen mutlaka cesur ve korkusuz, ama aynı oranda da ihtiyatlı ve eleştirel olabilmelidir. Bunlar ancak aydınlanma yolunda kendini hazırlayabilmiş, sağlam bir altyapıya sahip olan ciddi araştırmacıların altından güvenle kalkabileceği konulardır. Doğrularla yüzleşebilme irade ve özgürlüğü kadar, değerlendirmedeki sabır ve sükûnet de son derece önemlidir. Belirli bazı güçlere erişebilmek için aydınlanmaya bağlanmak olacak şey değildir, zaten o vakit gerçekleşmez de… Fiziksel dünyadan biliyoruz; aynı bilgi ve güç, yıkıcı olarak da yapıcı olarak da kullanılabilir. Psişik ve astral yaşamlarda da durum buna benzerdir. Fiziksel engellerin, perdelemelerin, görme zorluklarının benzeri olgular ruhsal yaşamda ve bu kez duyular ötesi algılamalar için de geçerlidir. Yani orada da görüşten görüşe, görenden göremeyene, bakanların ‘erişim’ düzeylerine bağlı farklılıklar olacaktır. Yani orada da perde kalktığında, gönül gözü yeni bir aşamaya açıldığında, bir aydınlanma boyutuna ulaşıldığında… herkesin aynı şeyi aynı biçimde görebilmesi söz konusu değildir. Örneğin ‘kibir’ denen şeye içinde bulunduğumuz boyutta belki bir ölçüde tahammül edilebilir, ama öylesi farklı ve gelişmiş boyutlarda hiç yeri yoktur. Çünkü orası daha kusursuz bir kavrayışı gerektirir.
Spiritüalizmin hemen herkes üzerinde az ya da çok etkide bulunması doğaldır. Nedeni bir yanda bilinemeyenin gizemi ve cazibesi, diğer yanda ise böylesi bir olanağın uzun yıllardır süregelen koşullanmışlıklar sonucu zihinlerde birikmiş sorulara yanıt bulabilme umudunu kamçılamış olmasıdır.
Ruhçularca bir yandan gerçek varlığın ruh olduğuna dair yanlış ve yanıltıcı telkinler hiç durmaksızın sürdürülürken, diğer yandan ruhçuluğa giderek bütün dinlerin ve felsefi akımların üzerinde ve ötesinde bir başka pâye verilmesi, onun bir başka üst-din veya inanç sistemi gibi görülmeye, gösterilmeye ve işlev gördürülmeye çalışılması gerçekten de hayli ilginçtir. Önceki yazılarımızdan birinde üzerinde önemle durduğumuz gibi; bütün semavi dinler ruhçuluğu dışlamış olduğuna göre, örneğin hem inançlı bir müslüman hem de kalkıp ruhçu olmak, dinin temel kuralları uyarınca gerçekte mümkün olamıyor. Aksi halde ‘şirk koşmuş’ oluyorsunuz ve zaten onlar da sizi hemen dışlıyorlar. Öte yandan bu işler öyle iki kitap, üç dergi okumakla ya da herhangi bir spiritüel gruba veya cemaate katılmakla da olmuyor. Öyleyse acaba ne yapmalı?… Yapılacak tek şey var: ‘Ruhçuluğunuzu sonlandırmak!’ ve kendinize daha akılcı, güvenilir, kendi içinde tutarlı bir yol bulmak.
‘Tanrının suretinde’ yaratılmış olma meselesine daha önce değinmiştik, ama bu kez konuyu biraz daha açmak gerekiyor.
Fiziksel evren bütünüyle tanrısal iradenin bugün için ‘maddesel’ kabul ettiğimiz yaşam biçimindeki görünümüdür, değişkendir ve sürekli akış halindedir. Maddesel anlamda matematik ve fizik yasalarıyla; oluşumsal anlamda nedenselliğin ve diyalektiğin yasalarıyla; düşünsel planda zihnin, aklın geliştirilip bilinçle etkileşimi sonundaki çıkarımlamalarımızla (bugün için kaba materyalden kuantuma kadar); nihai olarak ise karma ve karşılıklı-bağımlılık, kesintisiz-oluşum ve sürekli-yaratılış’ın farkındalığı ile kısmen anlaşılıp idrak edilebilir. Burada sayılanlar bir bakıma çağımıza uygun ve onun bilgisiyle fark edilebilecek aydınlanma sürecinin elemanlarıdır. O nedenle ‘tanrı suretinde’ çevirisinden kastedilen ‘sima’ veya ‘biçimsel’ ya da ‘görüntüsünün benzeştirilmesi’ değil, sadece ve sadece ‘yansıması’ olarak anlaşılmalıdır. Peki, ‘neredeki?’ denilirse; fiziksel dünya söz konusu olduğunda, ‘oradaki’ ve ‘ona uygun’ yansıması; mental, ruhsal, astral, eterik… ortamlarda ise bu ortamların her birine ayrı ayrı uygun olan ve oralarda algılanabilecek, kanıtları farkedilebilecek farklı yansımalar olarak… Ruhsal boyutta veya eterik boyutta söz konusu olabilecek tanrısal bir yansımayı içinde bulunduğumuz fiziksel boyutta öyle uluorta görüntüleyemeyeceğiniz gibi, fiziksel boyuta özgü tanrısal yansıma veya suretleri de örneğin astral boyutta belki gözlemleyebilir ama deneyimleyemezsiniz. Ancak bir farkla; her üst boyuta ulaşılarak oranın farkındalığına erişildiğinde, alt boyutlardaki bilgi, varoluş ve aydınlanma süreçlerinin farkındalığı zaten aşılmış olduğundan öncekilere ait bilgilerde ve farkındalıkta herhangi bir eksiklik olmayacaktır. Yani örneğin şuurluluktan yaratıcılığa geçilirken ‘Duyusal Enerji’ boyutu sorun olmaktan çıktığı gibi, onunla ilgili farkındalık da çoktan rafine edilmiş durumdadır. Keza ‘Birleştirici Enerji’nin kullanılabildiği boyutta da bu kez arındırılmış haldeki ‘Şuurlu’ ve ‘Yaratıcı’ enerjiden hem yararlanılmakta hem de o tür enerjiler ‘Birleştirici Enerji’ye dönüştürülmektedir…
Enerjiler ve enerji dönüşümleri konudaki ayrıntılı bilgi, 33’üncü sayımızda “İnsanın Dört Boyutu” başlıklı yazımızda verilmiştir.
‘Tanrının suretinde yaratılma’ya dair son söyleyeceklerimiz; bunun fiziksel anlamda bir suret olamayacağı, çünkü tanrıya suret yakıştırılmasında bulunulamayacağı, suret izafe edilemeyeceği; dolayısıyle de ‘kişileştirilemeyeceği’dir. “Zaman’dan ve mekân’dan münezzeh” olanın ne bir sureti ne de belirli bir makamı olabilir. Çünkü herhangi bir biçimde ‘belirlemek’ ya da ‘nitelemek’ aynı zamanda ‘sınırlamak’ olacaktır. O halde bugünkü ve buradaki idrakimizle, sürç-i lisân etmeksizin söyleyebileceğimiz şey; madem ki ‘tanrı sevgidir’, o halde bizlerin de ‘sevgi suretinde’ yaratılmış olduğumuzdur. Zaten o nedenledir ki tanrısallıktan gelen ‘birleştirici’ unsurlara ve potansiyele sahibiz. Yani akıl, zekâ, irade, yaratıcılık, ruh, bilinç…, tümü de büyük oluşumun bizdeki tezahürleri ve kozmik amaca erişebilmemiz için sağlanmış araçlar ve bileşenlerdir. Bu gerçeğe bir gün tüm aslî benliğimizle, kalbimizle ve bilincimizle erişebilirsek her şeyin nasıl farklılaştığı görülebilecektir. O zaman, önce ‘ham’ iken nasıl ‘piştiği’ni, sonra nasıl ‘yandığı’nı fark edebilen, bu halin sözcüklerle ifadesinde nasıl yetersiz kaldığını da görecek ve doğal olarak ‘sessiz kalmayı’ yeğleyecektir. İşte bu aşamada hangi inançsal gelenekten yola çıkmış olduğunuzun da anlamı kalmayacaktır. Bu da demek oluyor ki, az ya da çok bugünkü bencilliğimiz, zaman zaman (kimileri içinse çoğu zaman) tanrısallıktan uzaklaşmamız, doğuştan veya yaratılıştan değil, sonradan edinilmedir.
Körü körüne inanmak ve sorgusuz-sualsiz kabullenmek En Yüce olanın kavranabilmesine uygun bir tutum ve yöntem olamaz. Buradaki şuurluluk için önce ‘buradaki hayat’a gereksinim vardır, yani önce ‘burada yaşıyor’ olmak gerekir. Buranın koşulları, olanakları, sınırları, kısıtlamalarıyla algılanabilecek, fark edilebilecek gerçeklikler ancak buraya ait olanlar ve burada ‘erişilebilecek’ olanlardır. Yani Sonsuz Varoluş’un buraya uygun tezahürleriyle bağımlıyızdır. Ötesi’ne geçebilmekse herkesin kendisine kalmıştır.
Her boyutta, her yerde, her andaki yaşama şuuru dahil edemezsek bilinçli yaşamış sayılmayız. Bilinç söz konusu olmadığında ise zaten yaşamış ve yaşanmış olunamıyor. O nedenledir ki gelişme, büyüme, tekâmül ve aydınlanma dediğimiz şey bilinçli olunmadan gerçekleşemiyor. İçimizde tanrısal olan bir şey varsa yaratıcılık potansiyelinin de olmasından daha doğal bir şey olabilir mi? Ama dinseller bu ‘yaratıcı olma’ sözcüğüne fena halde takmış durumdalar; “yaratmak allaha mahsustur” deyip durur ve yaratıcılıktan sözedenleri kıyasıya eleştirirler. Nedeni insandaki öylesi bir özelliğin farkındalığına bir türlü erişememiş olmalarıdır.
Hepimiz az ya da çok kusurluyuz ki buradayız… ve yaşamın ‘bu formu’nu taşımaktayız. Eksiğimiz-noksanımızla, ama onları fark edip aşmaya çalışarak gelişebiliriz. Burası hepimiz için birer arınma fırsatıdır. Yani bir bakıma gelişim, tedavi veya rehabilitasyon için burada olduğumuzu bilmeliyiz, unutmamalıyız; ve burada aslâ kendi başımıza bırakılmış da değiliz. Öğretmenler de, doktorlar da… buradalar ve yardımcı olabilmek için kendilerine erişmemizi bekliyorlar…
Bireysel varoluşumuzun farkındalığına giden yolda, bigi kirliliği, çevresel etkenler, yanlış eğitim ve koşullanmışlıklar gibi pek çok yapaylığın da olumsuz etkilerine maruz kalırız. Bu süreçte aklın yanında zihin de oluşmaya başlar. Düşünce, doğal olarak zihinsel birikimleri kullanır; eldeki veriler aklın yanında beyin gibi bir işlemcinin yardımı, aynı zamanda bilincin fonksiyonu ve onun bir tür yansıması olan zekânın da katkılarıyla işlenir; böylelikle yeni çıkarılmamalara erişilir. Sonuçların gerçeğe yakınlığı da kalitesi de, her bir bileşenin ve sürece katılan tüm diğer etkenlerin ayrı ayrı miktar ve niteliğine, sürecin doğru işletilip işletilememesine, ayrıca bütün bu oluşuma bilincin ne ölçüde katılabilmiş ya da ona ne kadar yaklaşılabilmiş olduğuna bağlıdır.
Fiziksel duyularımızı kapasitelerinin çok altında kullanıyoruz; bazı organlarımızı, bu arada tabii ki beynimizi ve aklımızı da… O zaman da daha az biliyor, daha az farkediyoruz… Yani bilme, anlama, öğrenme ve çıkarımlama kapasitemizin pek azını kullanabildiğimiz çok açık.
Peki çözüm nedir? Duyularımızı ve tüm diğer olanaklarımızı alışılmışın ve sıradanlığın dışında kullanabilmeyi öğrenmek. Olur veya olmaz, o ayrı bir konu. Üstelik herkes bir diğerinden farklı olduğu için, böylesi bir çabanın etkilerinin de sonuçlarının da herkeste farklı olması son derece olağandır. Ama hiç çaba göstermezsek gelişemez, yeni duyumların, yeni ufukların ve anlayışların da farkına varamayız.
Osho diyor ki, “Evrim sürdüğüne göre yaradılış mükemmel değildir”. Bunda garip ya da anlaşılmayacak bir şey yok ki. Meseleye daha geniş bir açıdan bakılırsa, zaten mükemmel olması gerekmiyor ve mümkün de değil. Çünkü yaradılmış (veya oluşmuş), oluşturulmuş, yani bileşenleri olan hiçbir şeyin mükemmel olamayacağı çok açık bir gerçeklik değil midir? Bu bir keşif değil ki; zaten doğanın ‘öylesiliği’ bu, olması gereken de bu; yani başka bir ifadeyle ‘işin doğası’ budur. Aksi halde ‘mükemmellik’ her şeyin sonu olurdu; oysa ki doğada zaten mükemmellik diye bir şey yoktur. Bu tanımlama ancak zihinlerde ve dinsellikte mevcuttur, ki mükemmelliğin sembolü olan cennet bile yedi farklı katmandan oluşuyor; sonrası, sonrası ‘tanrı katı’. Peki orada her şey sonlanıyor mu, ‘Evet’, işte orası dinlere göre her şeyin ve her oluşumun ‘son bulduğu’ yer. Neden, çünkü mükemmelliğe erişilmiş olunduğu kabul ediliyor da ondan. Yani cennet, hemen bütün dinlerde ve dinsel inançlarda gelişimin de, her türden tekâmülün de sona erdiği yerdir. Sonlanan tekâmül anlayışına katılabilmemiz mümkün değildir. Osho zaten şaşırtmayı sever, bunu da çoğu kez bizi konu hakkında bir kez daha ve bir başka açıdan düşündürmek için yapar; ancak Darwin’in ‘durmaksızın süregelen doğal proses’ tanımlaması bizce daha doğru, daha anlaşılır ve daha kapsayıcıdır. Doğal dindarlığa tamamen uygun olan bu anlayışa göre süreç hiçbir zaman sonlanmayacaktır, çünkü tekâmülün sonu yoktur, olamaz. Yaradılışın başı ve sonu olmadığından bu anlayış da her tür sınırlayıcı, kısıtlayıcı ve sonlandırıcı nitelemelerin ötesindedir. Bu bakımdan başka mükemmellikler aramak boşuna olduğu gibi, gerçekte mükemmel olan sürecin kendisidir…
Aydınlanma doğaüstü bir şey değildir. Zaten doğada ‘doğaüstü güç’ olmaz, onlar da yine doğanın içinde yer alırlar ve yine doğanın güçleridirler; daha doğrusu farklı biçimlerdeki enerji yoğunlaşmaları, biçimlenmeleri, oluşumları ve çözünümleridirler. Ancak algı sınırlarımızın, algılama ve anlama kapasitemizin ‘ötesinde’ oldukları için biz onları doğaüstü sanırız. Bunlardan bir kısmı fiziksel doğanın alışılmış veya bilinen koşullarının, bilindiği varsayılan algılamalara ilişkin sınırlarımızın ötesinde, yani bugünkü maddi esaslı bilgimizle henüz anlaşılamayan ve anlaşılamadığı için de çözümlenemeyen farklı boyutlara ilişkin, şimdilik farkına varılamayan bilgi ve gerçekliklerdir. Ancak bazılarının çok küçük tezahürleri (altıncı his, sanatsal ilham, duruişiti… gibi), o da kısmen fark edilebilirler. Bunlardan kimilerini mistikler, sufîler, üst düzey yogiler, ölüme yakın deneyim yaşamış olanlar ve bazı şifacılarla… meditatif bir yaşam süren bir kısım gerçek dindarlar (azizler) fark edebilirler.
Benlik yanılsamaya ve ayrışmaya, bilinç ise farkındalığa ve bütünleşmeye götürür. Bizler yaşamın gerçeğini yeterince bilmiyoruz, o nedenle de sadece görüntüsüne ve algılarımıza kapılıp gidiyoruz. Sonra da o bilemediğimiz yaşamı kalkıp merhalelere bölüyoruz. Örneğin kimilerimiz öğrencilikle, çalışma sürelerimizle, emeklilikle ayırıp, derken fiziksel ölümle sonlandırıyoruz; kimilerimizse onun karşı konulamaz gerçekliklerini kabullenmek istemiyoruz. Oysa ki gerçekte tanrısal yasa tektir, “Bir’lik bütündür, bütünlük Bir’dir”. Bunu algılayamıyorsak noksanlık bizdedir. Adının başında ‘kutsal’ sıfatı bulunan kitaplarda yazılanlar ise sadece yakıştırma, faraziye ve o dönem insanlarının bilgi ve algı düzeyleriyle uyumlandırılmaya çalışılmış, korku katışıklı gündelik yorumlardır. Onlara göre yapmamız gerektiğini sandığımız şeyler, acaba bugün için gerçekten de yapmamız gerekenler midir? Yani bir başka ifade ile, ‘değişmez-mutlak gerçek’ sandıklarımız acaba yüzyıllar ve binyıllar sonra bugün de gerçekten gerçek midirler? Organize dinlerin koyduğu esaslar ve onların ritüellerinin, bugün gerçekte tanrısal birliğin kavranmasının da, tekâmül ve aydınlanmanın da önündeki engellere dönüşebileceğini anlayabilmek, aynı zamanda günümüz insanına din ve inanç adına dayatılmış olan ayrılığın da farkına varmak olacaktır. Gelişen ve değişen dünyaya uyum sağlayamayan, akıl yürütmeksizin teslimiyet anlamındaki saf inanç söz konusu olduğunda, ya da ön plana çıkarıldığında işin içine hurafelerin, yanılgıların, bilinçsiz saplantı ve koşullandırmalarla gerçekdışılıkların karışmaması mümkün müdür?
Kafamızda canlandırmaya çalıştığımız her türlü dinsel-inançsal tasavvurlar, onlara dair hiçbir şey bilmediğimiz halde bize dayatılmış olan kalıplar ve stereotiplerdir. Bu bakımdan o binlerce hindu kökenli figürün, Olimpos’taki hayalî kişiliklerden; tektanrılı dinlerin kutsal kitaplarındaki varlıkların da büyücü ve ruhçuların sanal yaratıklarından ve illüzyonlarından hiçbir farkı yoktur. Unutmadan ekleyelim, hinduların cenneti de yedi kattır…
Sağlıklı olmayı istemek yetmez, ona uygun tutum ve davranışlara da sahip olmalıyız. Peki tanrısal mükâfata layık olabilmek için asgari koşullar ve yükümlülükler nelerdir ve biz bunların ne kadarını yerine getirebiliyoruz? Örneğin kalp kırıyor muyuz; insanları haksız yere aşağılıyor muyuz; cana kıyıyor muyuz; bencilliğimizden ne kadar kurtulabildik; yeteri kadar sevecen, şefkatli ve merhametli miyiz; cahilliklerimizden kurtulabilmek için neler yapıyoruz; bedenimize, zihnimize, aklımıza gereken özeni gösterebiliyor muyuz; yeteri kadar vicdan sahibi miyiz; hoşgörülü ve yardımsever miyiz; Varoluş’a şükrediyor muyuz; dünyaya ve çevreye saygılı mıyız; insanlara yeterince değer veriyor muyuz; tüm yaşayan ve hisseden varlıklara karşı sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz?… Yoksa sadece bir takım dinsel kural ve ritüellere sığınmakla mı yetiniyor, teselli buluyoruz? Yani dışsal ve şekilsel miyiz, yoksa içsel ve bilinçsel mi? Mesele budur.
Aydınlanma’ya giden yolda yapılacak çok şey olmakla birlikte, belki de en öncelikli olanı ‘arınma’dır. Bizi geri bırakan, gelişimimizi engelleyen bedensel, zihinsel ve ruhsal tortularımızı, o hiçbir işe yaramayan boşu boşuna yük ettiğimiz fazlalıklarımızı tıpkı bir bedensel detoks kürü uygular gibi zihinsel ve ruhsal bedenlerimizden de çıkarıp atmalıyız. Bunu yapamazsak edineceğimiz yeni bilgiler, nitelikler ve özellikler, zihinde ve bedende birikmiş olan eskinin kalıntılarıyla karışarak bozulur ve özelliklerini kaybedebilirler. O nedenledir ki bilgeliğe önem veren kadim öğreti ve kültürlerde, sufî gelenekleri dahil, sıkı bir beslenme rejimi ile birlikte farklı sürelerle ciddi inziva uygulamaları ve çeşitli ‘vazifeler’ vardır.
Önemli görevlerimizden birisi de içimizdeki sevgiyi, tutum ve davranışlarımızla, edim ve eylemlerimizle çevremize yansıtmaktır. Bu aynı zamanda bir yandan varoluşa gülümsemek ve ona şükran duymak; öte yandan da en doğal haliyle ibadettir.
Dikkatle incelendiğinde ‘Karma Yasası’nın, düzensizlik ve kaosun yerine evrensel düzen ve adaleti sağlamakta olduğu görülecektir. O bakımdan ‘karma’, tanrısallığın doğasının bir gereği ve işleyişinin zorunluluğudur.
Tüm diğerleri arasından en doğrusu, hattâ tek doğrusu olduğuna inandırıldığımız belli bir dine veya inanç sistemine mensup olacak, belli biçimlerde klişeleştirilmiş ibadetleri yerine getirecek, belirli hazır dualarla sürekli yalvarıp yakaracak ve öldükten sonra da ebedi cennete gideceksiniz, her şey bitecek… Sonsuz yaşamın yöntemi ve amacı bu mudur? Başlangıcınız belli, onlara göre varoluşunuz ancak ana rahmine düştükten sonra ‘ruhun üflenmesi’yle başlıyor. Bu durumda başlangıcınız böylesine belirli iken sonunuz güya belirsiz, ama yine de ‘sonsuz’ mu olacaktır? Oysa ki sonsuz olarak nitelenenin başlangıcı, doğrusal zamana bağlı ve doğrusal zaman çizgisi üzerindeki belirli ve bilinen bir başlangıç noktası olabilir mi? Dinadamları bu soruyu yanıtlayamıyorlar ve yanıtlanması da mümkün değildir. Bir de her sıkıştıklarında “kaadir-i mutlak’ın gücü bu kadar basit bir şeye yetmez mi?” gülünçlüğüne düşmeseler… Kaldı ki bu, ‘nereden geldiğimiz’i açıklamakta da yetersiz kalıyor. Yani ana rahmindeki cenine ruh üfleninceye kadar biz ‘yok’ mu idik? Böylesi bir anlayış bizi ister istemez yaradılışımızda, varoluşumuzda kişisel irademizin söz konusu olmadığı noktasına götürür. Yani ortada ‘biz’ olmadığına göre, bu boyutta ve bu biçimde ‘varolma’yı da istemiş olmamızdan söz edilemez. Onlara göre daha en baştan ‘irade-i külliye’ böyle istemiştir; ruh üflendikten sonra canlanıyor ve bulûğa erdikten sonra da bizdeki ‘irade-i cüzziye’nin artık her şeyinden sorumlu olacağımız bir döneme giriliyor; ve işin garibi dinlere göre o insanî iradede tanrısal olan bir taraf yok, onun yerine her şeyi ‘ruh’ kavramıyla çözümleme kolaycılığı söz konusu. Dinlere göre, bize kimse bir şey sormaksızın her şey gibi bizler de yüce irade tarafından, durup dururken o istedi diye yaratılıyoruz; tüm kaderimiz ve başımıza gelebilecek her şey takdir-i ilâhî tarafından belirlenip kayıt altına alınıyor; sonra buraya sanki zorla gönderiliyoruz, ardından da “tanrı sana akıl vermiş, fikir vermiş” denilerek ebedi âleme giden yoldaki bütün sorumluluk omuzlarımıza yükleniyor. Peki ama koşullandıran da yine aynı din ve o inancın dinadamları değil mi? Önceden miras aldığımız hiçbir şey yok, ama sıkı sıkıya belirlenmiş bir kaderimiz var; hattâ ne kadar yaşayacağımız bile orada yazılı, tesadüflerin dahi yeri yok, yine de güya ne yaparsak ne işlersek kendimiz yapacakmışız… Ama onlara göre yine de tek doğru var, o da dinadamları ne söylerlerse kayıtsız-koşulsuz inanma zorunluluğu olan ‘iman’ ve ‘itikad’a ilişkin esaslarla, ‘kelâm’ ve ‘akâid’e ilişkin hükümler…
Oysa ki buraya kimse bizi zorla göndermedi, kaderimiz de sabit kalemle yazılmadı; hepimiz isteyerek ve evrensel karara uyarak geldik. Yani dünyaya gelmek bir cezalandırma değildir, o halde görevlerimizi yerine getirmeliyiz. Getiremiyorsak kusur bizimdir; aklımızı, zihnimizi, yeteneklerimizi, kısacası bütün potansiyelimizi kullanabilirsek o görevleri yerine getirebilir, kullanamazsak getiremeyiz. Matrix’te Smith’in dediği gibi yeterince “özgür olmadığımız için buradayız”. Bu söylemi eski metinlerin esinleri ile geliştirebiliriz: Yeterince sınavdan geçmediğimiz, yeterince olgunlaşmadığımız… kısacası “yeterince aydınlanmadığımız için buradayız” ve bu durum ‘buradaki son varoluşumuza’, ya da birilerinin dediği gibi ‘son bedenlenişimize kadar’ sürüp gidecektir. Basamakları tırmanma hızımız ve süremiz de, buradaki yeniden varoluş sayımız da bize kalmıştır.
Zihin kıpır kıpır kaldığı sürece nasıl meditasyona geçilemiyorsa, bölünmüş olduğu sürece de aydınlanma yoluna girilemiyor. Çünkü yapısı gereği zihnimiz rekabetçi, bölücü ve ayrıştırıcıdır.Bu durumda takdir edersiniz ki zihnin ötesine onunla veya onun etkin olduğu, yönlendirdiği bir araçla geçilemez.
Buda neden sessizdir, Tao neden sessizdir derseniz yanıtı, geçmişten kopmayı başarmaları ve zihinlerin aşılmış olmasıdır. Yani ancak zihin sessiz kaldıkça, bir başka deyişle aşılabildikçe o âna kadar bilinemedikleri için gizem sanılan gerçeklerin boygösterebilmelerinin mümkün olduğu anlaşılabilecektir. O nedenledir ki geçmişe takılıp kalmış olanlarla geleceğin kaygısını duyanlar, zihni bölünmüş ve ayrışmış olanlar aydınlanma kavramını anlayamayacak durumdadırlar. Halbuki bir kez yolda yürümeye başlamış iseniz bir daha artık hiçbir biçimde kendinizi zorlamaz, örneğin şiddet karşıtı olmaya dahi çalışmazsınız; çünkü erişilen yeni durum bir kez sizin doğanız olmuş, daha doğrusu sizi gerçek doğanıza döndürecek olan yolu açmıştır. O durumda size bir tek şey kalıyor: Varoluşun doğal akımına katılmak. Bu açıdan bakılırsa birinci basamakta artık doğrudan aydınlanma için veya aydınlanma kastıyla bir şey yapılamayacağı kolayca anlaşılacaktır. O halde yapılması gereken nedir?: ‘Aydınlanmanın önündeki engelleri kaldırmak’. İkincisi ise ortamı hazırlamak ve sürdürebilmektir. Bu nasıl olacak derseniz, herkese göre değişir. Tao, Buda, Zen, İsa…; yoga, tantra, meditasyon…; keman, piyano, ney…; resim, heykel, mimari…; gibi yollarla da neden olmasın!
Kısacası aydınlanma olağanüstü bir şey değildir; aksine son derece doğal ve olması gereken bir şeydir… Zaten doğaya karşı olmayan, tam tersine doğal olanla bütünleşmeye yönelik bir süreç doğaüstü olabilir mi? Yaşamın kaynağına ulaşabilme, Varoluş’un anlamını fark edebilme, sanal-kendi’ni aşarak gerçek-kendi’ne ulaşabilme; doğayla uyumlu hâle gelebilme, her türden gerilim ve çatışmanın sona erdiği bir hâl’e ulaşabilmektir aydınlanma…
Eğer Sokrates’e inanıyorsanız, Buda’yı önemsiyor, Konfiçyüs’ü beğeniyor, İsa’yı takdir ediyorsanız; hattâ daha yakınlara gelelim, Freud’a saygı duyuyor, Reich’ı, Fromm’u tanıyorsanız, onların uyarmış olduğu gibi insanın zihinsel yapısı bozulduğunda en azından ikiyüzlü olabileceğini ve kolaylıkla bencilleşebileceğini de kabul ediyorsunuz demektir. Ama toplumlar, insan toplulukları salt zamanla bencilleşmeleri nedeniyle böylesine aydın ve ilerici fikirli kişilere tahammül edememişlerdir. Giordano Bruno’ya, Hallâc-ı Mansûr’a… ve daha pek çoklarına da hep aynı şeyler yapılmıştır. Ama aradan yüzyıllar, binyıllar geçince kimse suçlayanları, küçümseyenleri, cezalandıranları hatırlamaz da insanlığı aydınlatan bu büyük enkarneler hep hatırlanırlar. Oysa ki bütün bu sıra dışı kişiler sürekli olarak insanı özgürleştirmek, aydınlatmak ve onun farkındalığını artırmak istemişlerdi. Tek suçları buydu. O gün gerçeklere gözünü kapatmış, sırtını çevirmiş ve tutucu kalmayı yeğlemiş olan insanoğlu ne yazık ki bugün de aydınlıktan, kendi bilincinden ve içindeki evrensel-öz’den korkar hâle getirilmiştir. Zincirlerini kırmak istememekte, miskin bir korkak olarak, kendisine dayatılmış engellerin çepeçevre sarıp sarmaladığı zihnin o dar alanında yaşamayı tercih etmektedir.
Aslına bakılırsa bu dürüstlük de değildir. Aldatılmışlığı kabullenmek, daha ilerisini düşünemeyen için teselli olmakta; o da tevekkülle, kadercilikle durumuna razı halde kalabilmektedir. Ama bu sayede psişik yapısı öylesine bozulup altüst olmuştur ki; kıskançlığını sevgi sanır, nefretini karakter; bir yerde ısrarla takılıp kalmayı ilkelilik sayar, sanal kutsallıklara inanmış olmayı iman. Bütün bunların doğal olmadığını söyleyenleri önce garipser, sonra olanca tekboyutluluğuyla eleştirir, çünkü hoşgörüden başka özeleştiri ve empati yeteneğini de yitirmiştir. Daha sonra tüm diğerlerinin karşısında saf tutar, onları suçlar, kendi savlarının ışığında kalkıp kendisi yargılar; ve tabii ki suçlu bulup mahkûm eder… ve bu aldatmaca kesintisiz sürüp gider… Çünkü tüm kıskançlıkları, kompleksleri, inançsal kavramları, kendi zihinsel yetersizliklerini gizlemek için başvurulan mazeret ve gerekçelerdir; kendi yaratımları, toplumun değerleri ve değer yargıları ile önce dayatıp sonra da biçimlendirmiş olduğu sıradan ve değersiz saçmalıklarıdır. Oysa ki yukarıda adları sayılan o büyük şahsiyetler haklarındaki suçlamaları, hattâ kimileri de öldürülmeyi hak edecek ne yapmışlardı?
Hiç kimse aslâ olmadığı ve hiçbir zaman olamayacağı, özünde mevcut olmayan ya da içindeki cevherle uyumlu olmayan bir şey ile gerçek anlamda özdeşleşemez, özdeşleştirilemez. Ancak bir taklitçi olabilir veya kendi kendisini aldatabilir o kadar. Yeter ki dönüşüm ile değişim arasındaki fark doğru anlaşılabilsin.
Aydınlanma öyle şiddetle arzulanacak bir şey olmadığı gibi, ona tutkuyla bağlanıp ısrarla peşinden koşan da ancak zihindir. Bu durumda neden erişilemez hâle gelmiş olduğu sanırız kolayca anlaşılacaktır. Aydınlanma, bu dünyadaki yaşam sürerken sahte benliğin ölümü, tek başına olan kişinin yepyeni bir algılama boyutunda gelişmiş olan gerçek bireyselliğinin özgürlük ve farkındalıkla yeniden doğumudur. O nedenledir ki çoğu zaman mâbetlerde, manastırlarda, aşramlarda pazarlanmakta olan şey gerçekte aydınlanma değildir, olamaz da; olsa olsa ‘teknik’tir; yani biçimsellik ve ritüeller pazarlanmış olabilir, hepsi o kadar. Peki kimlere pazarlanmaktadır? Aydınlanmaya ‘tutkuyla bağlananlar’a ve böylesi yol ve yöntemlerle ona erişebileceğini sananlara. Bu anlayıştaki kişiler gerçek anlamda samimi olamadıkları için, isteseler de istemeseler de aydınlanamazlar. Çünkü egoları buna engeldir.