İnananla bilen arasındaki temel fark  ‘bilinemeyen’e karşı tutumlarında belirginleşir. Bilen kişi bilinemeyeni  ‘araştırır’, inanan ise onu kendisine dayatıldığı biçimde kayıtsız şartsız kabul eder. Üstelik bilinemeyenin bilinebilir olup olmamasıyla da ilgili değildir; çünkü bir kez zihinsel bakımdan biat etmiştir.

Kimi dinseller ise bir yandan, bilinemeyenin her zaman bilinemeyen olarak kalacağına, o nedenle de buyrulduğu biçimde inanmanın gerekli ve ‘erdemli’ birşey olduğuna inanırlar. Sanal-gerçeklikleri mutlak gerçekmiş gibi kabul etmeye yönelik böylesi bir tutumun kendi içinde çelişkili, hattâ mantıksal bakımdan da çarpık olduğuna aldırmazlar bile. Tabii böyle bir tutumun, davranışlarına ne denli yansımış olabileceğine de… Ve giderek kendileri de o türden sanal-gerçekliklerin birer parçası olup çıkarlar. Hayatı da inançlarını da bilmedikleri halde  ‘yaşadıklarını’  sanırlar. Halbuki o nedenle, kendini yinelediğini sandıkları varoluşun gerçekte sürekli yenilendiğini, sonsuzluğun da bir bakıma bu demek olduğunu idrakten yoksun kalmışlardır. Hayatı bir türlü ciddiye alamamaları da onu yeterince önemsemedikleri içindir, bir bakıma sürekli depresyon hâlinde olmaları da. İnancın illâ ki din olduğunu sanmaları da bir başka saflık ve aldatılmışlıklarıdır.
Pek çok terimi eksik ya da yanlış açıklayan 2244 sayfalık koca TDK Türkçe Sözlük,  ‘inanmak’  ve  ‘bilmek’  sözcüklerinde de aynı yetersizliğini sürdürmüş.

‘Bilmek’  sözcüğüne yaptığı 10 açıklamadan ilki şöyle:  “1. Bir şeyi anlamış veya öğrenmiş bulunmak”.  Bu kadar.  ‘İnanmak’  için ise 6 açıklama yapılmış. Bunlardan ilki,  “1. Bir şeyi doğru olarak benimsemek”;  üçüncüsü,  “3. Bir şeyin varlığını, doğruluğunu kabul etmek”;  sonuncusu da,  “6. İman etmek”.  Oldu da bitti maşallah!

Bir şeyi anlamış veya öğrenmiş bulunmak, tek başına nasıl  ‘bilmek’  olabilir ki. Yanlış anlamış veya size kasıtlı olarak yanlış öğretilmiş ise onun adı  ‘sözde-bilgi’,  edim ise  ‘sözde-bilmek’  olur.

Şemseddin Sâmi’nin  ‘Kâmus-ı Türkî’si bile bundan çok daha ciddiydi. O  ‘bilmek’  sözcüğünü şöyle açıklamış:  “Bir şey hakkında bilgi sahibi olmak”.  Yani önemli olan sizin nasıl anladığınız değil. Keza  ‘inanmak’  sözcüğünü de Sâmi, TDK’dan çok daha iyi açıklamış. Şöyle diyor;  “Doğru diye bakmak, gerçek olarak kabul etmek”.  Yani inanmanın sadece bir  ‘kabul’  veya  ‘varsayım’  olduğunu biliyor ve tam yüz yıl önce kaleme alındığı düşünülürse ne kadar başarılı olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Biz de, hakkında yeterli bilgiye sahip olmaksızın bir şeyin ya da fikrin doğruluğunu kabul etmeye veya bir olasılığa, kanıtlama yükümlülüğü aranmaksızın, böyle bir sorumluluğu hissetmeksizin fütursuzca güvenmeye  ‘inanmak’;  doğruluğu açık seçik ve gerektiğinde bilimsel bakımdan da kanıtlanarak benimsenmiş ise  ‘bilmek’  diyoruz. Yani doğrusunu bilmek dışındaki her tür kabullenmeler, aslında  ‘doğru olduğuna veya olabileceğine inanmak’  demektir.

Pek çoğumuz için inanmak, aslında gerçeği aramaktan vazgeçmektir. Bir kez inandınız mı herşey biter. Oysaki bilmeden inanmak ego’yu güçlendiren en etkin ve önemli araçlardan başlıcasıdır. Bu sayede var olanı (mevcûdât) özgürce kavrayabilmekten uzaklaşır, gerçekliklerle yüzleşmekten kaçınırsınız; çünkü artık önyargılarınız, düşüncenizin oluşumunda ve kararlarınızın belirlenmesinde önemli ve ağırlıklı hâle gelmiştir. Bir defa gerçekdışılıklarla haşır neşir olmaya başladıktan sonra da gerçekliklerden gittikçe uzaklaşmaya başlamanız kaçınılmaz olur. Ve zamanla gerçekdışılıklarla veya sanal-gerçekliklerle yaşamaya öyle bir alışırız ki, bu kez gerçekliklerden rahatsızlık duymaya başlarız. Bu türden bilinci gölgeleyen, yozlaştırıcı inançlar zihninizin hakimiyetini ele geçirirse… herşey için çok geç kalınmış olur. Peki, tanrıyı gerçeklerden kaçarak mı, kendinizi kandırarak mı bulacaksınız? …Kaldı ki bilinçsizce itaat de kimseyi erdemli yapmaz… Böyle kimselerin, istedikleri kadar tapınıp dua ve niyaz etsinler, gerçekte tanrısallığın ya da tanrısal olanın peşinde olduklarına, nispeten bilinçli olan başkalarını inandırabilmeleri mümkün değildir. Gerçekte, evren ve onun yasaları hakkındaki bilgimiz ne kadar artarsa tanrı, tanrısallık ve onun yasaları hakkındaki farkındalığımız da o kadar artmış olacaktır.

Herkesin kendi inancına dört elle sarılmasının insanları nasıl böldüğünü, dünyayı ne denli yaşanamaz hâle getirdiğini, geçmişin dine ve inanca dayalı çatışmalarından görmüş ve tüm yaşananlardan aslında ders almış olmalıyız. Hepimiz biliyoruz ki geçmişte o tür  ‘duygusal’  ya da  ‘mekanik’  inançlar dünyamızı cehenneme çevirmiştir… Özellikle dinsel inançlar ile katılaşmış siyasal eğilimlerin değişmesi hayli zordur. Zaten toplumlar da en büyük sıkıntıları bu ikisinden ve onların hoşgörüsüz temsilcilerinden çekerler… Dinselliğin güçlendiği toplumlarda dine bağlı siyasal ayrımcılığın artması ve giderek keskinleşmesi kaçınılmazdır. Oysa ki asıl açmaz ve zihinlerimize yük olan şey, bilimsel gerçekliklerden doğası gereği kuşku duyulabilirken, dinsel sanal-gerçekliklerden kuşku duyulmasının din kuralı olarak yasaklanmış olmasıdır.

Dünyayı bu hâle getiren şuursuz inançlarımız olduğuna göre, huzura ve esenliğe kavuşturacak olan da şuurlu inançlarımız olmalıdır. Başlanılacak yer  ‘burası’,  zamanı ise hemen  ‘şimdi’dir.  Yeter ki organize dinlerin sanal-hakikat’inin, doğanın gerçeklikleri ile çelişebileceğini farkedebilelim. Çünkü  ‘koşullu gerçeklik olmaz’;  ‘statik ya da mutlak hakikat’  diye birşey sadece zihinlerimizdedir ve esasen de zihnin bir oyunudur; doğada böyle çarpıklıklara yer yoktur. Zihnin güvende olma arzusundan doğan inançlar, böyle bir şeye tevessül eden zihnin yapısını ve işleyişini kaçınılmaz olarak bozmuşlardır. Öyle ki yaratıcı tanrıya inanan birisi, aynı tanrının insanları inançlarına göre ayırmış olduğuna da inanabiliyor. Bu kadar cehalete pes doğrusu…

Kısacası, duygusal ve mekanik inançlar ya zihnin üretimidir ya da ona yüklenilenlerin ağırlığı, olumsuz etkisi ve izlenimi. Şuurlu inanç ise iki biçimde ortaya çıkar. Bunlardan ilki sağlam ve kanıtlanmış bilimsel bilgiden, ikincisi  ‘farkındalık’tan. Öyleyse, olumsuzluklardan kurtulabilmesi veya bir başka ifade ile arınabilmesi için yapılacak tek şey zihnin  ‘dönüştürülmesi’dir. Tüm bağlarından ve bağımlılıklarından özgürleşebilmelidir ki; erdemin, bilgeliğin, aydınlanma ve tekâmülün yoluna koyulabilsin.

*  *  *

Hani hep terimleri, sözcükleri kirlettiğimizden yakınıyoruz ya, işte onlardan birisi de  ‘pagan’  sözcüğüdür. Hemen hepimiz maalesef dinsel inançlarımızın jargonundan edindik böylesi olumsuz kavram ve yakıştırmaları. Üfürükçülük, büyücülük… gibi şeylere paganlık diyoruz; ama büyük denilen organize dinlerin içine olabildiğince girmiş acayip gelenekleri nedense pagan sınıfına sokmuyoruz. Çünkü o büyük dinler pagan sıfatını, diğerlerini küçümsemek için kullanırlar. Nedense şifacılık, hac ibadeti… paganlık sayılmaz. Yani gerçekte neyin paganlık olup neyin olmadığı anlaşılamaz biçimde birbirine karışmış durumdadır. Oysa ki gerçek anlamdaki paganlık bunlardan hiç birisi değildir. Gerçekte paganlık, şamanlık dediğimiz gelenekle pek çok şeyi paylaşır. Pagan herşeyden önce ‘doğal’dır, yani bir pagan aynı zamanda doğa insanıdır. Zihninin zincirlerini olabildiğince ve bigisi ile olanakları ölçüsünde kırmış, yapaylıkları üzerinden atmış, yalan ve riyadan sıyrılmayı başarmış; en önemlisi de kendisinin, sonsuz varoluş’un bir parçası olduğunu kabul etmiş kişidir. Bir paganın öyle büyük tutkuları, karşılanması veya yerine getirilmesi zor arzuları da yoktur. Yaşamı uzun uzadıya sorgulamaktansa ona katılmayı yeğleyendir. Paganın belirli ve organize olmuş, katı kurallara boğulmuş, yazıya dökülmüş bir dini de yoktur. O nedenledir ki dünyanın her yerindeki paganlar birbirleriyle kolaylıkla anlaşabilirler; iletişim araçları doğanın dilidir. Örneğin günümüzün paganları en çok müzik festivallerinde olmak üzere toplu şenliklerde ve çevre etkinliklerinde boy gösterirler. Hiçbir zaman da  ‘inançlı’  olmakla övünmezler.

Zaten  ‘inançlı olma’nın övünülecek bir tarafı yoktur. Tabii ki tek başına inançsız olmanın da. Unutmamalıyız ki, geriye kalan çok büyük çoğunluk ne bizim gibi düşünüyor, ne de bizim gibi inanıyor.

Şuursuz inanç, toplumdaki en önemli çatışma nedenlerinden birisidir. İnsanlık en fazla inanç kökenli çatışmalar nedeniyle ıstırap yaşamıştır. Kimi zamansa görünürdeki inanç farklılıkları, gerçek nedenleri çok değişik olan çatışmalara âlet edilmişlerdir. Haçlı seferleri ya da istila amacını gizleyen  ‘tanrı için savaş’  (cihad)  bahaneleri gibi. Yani hem din savaşları hem de dinin âlet edildiği savaşlar olarak. Oysaki inanç ne güvenilir birşeydir ne de doğrulanabilir. Öyle olsaydı bugün yeryüzünde hâlâ yüzlerce organize din, binlerce inanç biçimi olur muydu? Oysa bakınız bilimsel doğrular, değişene veya yanlışlanana kadar geçerlidir. Çünkü inanç öznel, bilim ise nesnel ve deneyseldir. O nedenledir ki her fırsatta tanrının gerçek lisanının bilim olduğunu söyleyebiliyoruz. Ve yine o yüzdendir ki hiçbir gerçek bilim insanı dinsel olamaz, olmamalıdır.

‘İnanma’daki önemli bir sorun da insan özgürlüğünü kısıtlayabilecek olmasıdır. Tabii özgürlüğü ile birlikte yaratıcılığını da. Bir inancın safında yer almışsanız yaşama  ‘bütünsel’  olarak bakabilmeniz de zorlaşacaktır. İnancınız ne denli katı ya da zihinsel bakımdan  ‘keskinleşmiş’  ise, içsel dünyanızın arınarak tazelenmesi o kadar zorlaşır. Yani ne kadar çok inanırsanız,  ‘şuur’dan o kadar çok uzaklaşırsınız. Zaten katı biçimde inanan bir kişi bilinmeyene de onu özgür biçimde araştırıp sorgulamaya da açık olamaz; ne kadar çok inanırsa yaşamla da, başkalarıyla da o kadar çok çatışma hâlinde olması kaçınılmazdır. Onun inancı bir anlamda  ‘kaçış’  olmuş, böylelikle de özgürlüğe giden yolu kapatılmıştır. Öylesi bir kişinin  ‘gerçek-kendi’ne yabancılaşacağı muhakkaktır. Kaldı ki şuursuz inanç, insanı bağımlı kılarken, doğrulanmış bilimsel bilgi ve farkındalık her tür bağımlılıktan kurtaracaktır.

“İnancınız nasıl oluşur, hiç düşündünüz mü?”  diye soruyor Krishnamurti; ve yanıtlıyor:

“Yalnızca sizin  ‘kendi’  düşüncelerinizden değil, ama daha çok diğer insanların, kitapların, medyanın, dinî ve siyasî liderlerin kafanıza soktuğu şeylerden ve çokça da korkulardan oluşur.”

Onun dediği gibi; bir kez sonsuz olmayı arzuladıkça ve ona inandıkça bu kez bencilliğimizi ve onun yansıması demek olan ebedî huzur ve güvende olabilme kaygımızı istismar eden din adamları bizi sakatlıyor, hattâ köleleştiriyor olabilirler mi? Ya da birileri binlerce yıl önce öyle buyurmuş ve öyle davranmışlar diye, bugün hâlâ onları ve yaptıklarını taklit etmemiz ne kadar akıl kârı olabilir? Ayrıca şunu da sorabiliriz;  “Daha yüce olduğu kabul edilen örnek bir kişiyi, her ne şekilde olursa olsun taklit etmek, onun yaptıklarını yapmaya çalışmak kimi, nasıl ve ne kadar özgürleştirebilir?”

‘Kişisel’  tanrı inancının hem herkesin kendine göre hem de organize dinlerin ister istemez  ‘kişiselleştirmiş’  olduğu düşündürme biçimine ve anlayışına göre farklılık göstermesi doğaldır. Varlığının kabul edilmesinden (iman) daha zor olanı kanıtlanmasıdır. Böyle bir şey ne formel bilimlerle (matematik, mantık) ne de ampirik bilimlerle (gözleme ve deneye dayanan fiziksel bilimler) mümkündür. Yani herkese göre farklılık göstermesi bir yana, böyle bir savın veya önermenin doğru ya da yanlış olduğunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın kanıtlanabilmesinin olanağı yoktur. Dolayısıyle teistlerin varlığını kanıtlama çabaları kadar, ateistlerin yokluğunu kanıtlamaya çalışmaları da anlamsızdır, zorlamadır. Yanlışlanamamış bilimsel yasalara da, sağlam ve güvenilir bilgiye de dayanmayan tanrı kavramı üzerinde tartışmak o nedenle gereksiz ve sakıncalıdır. Yani bir yerden sonrasına isteyen inanır, istemeyen inanmaz. Sorun, iki tarafın yandaşlarının birbirlerini hasım yerine koymasındadır.

Bir bilim insanının altından kalkamadığı böylesi bir  ‘bilme’  ya da  ‘bilebilme’  sürecinde din adamının gerçekte söyleyebilecek hiçbir şeyi yoktur. O nedenle din adamının görevi, kendisi nasıl  ‘bilmeden inanmışsa’,  başkalarını da fütürsuzca ve tam bir sorumsuzlukla koşullandırmaktır. Yani din adamının yapabileceği ancak, hiçbir kanıtlama yükümlülüğü olmaksızın ve daha çok korkutup tehdit ederek, kendisi de yeterince bilmediği halde, dinsel kurum ve kavramlara insanları inandırmaktır. Buna bilmeden inanma ve inandırma diyoruz. Çünkü yeterince bilmeksizin doğru olduğunu kabul etme veya bir olasılığa güvenmeye  ‘inanma’;  kesin olarak varlığı ortada olan ya da varlığı veya doğruluğu kanıtlanmış olan şey ile ilgili anlayışa  ‘bilme’  denilebilir. Yani inanmak, kanıtlanıncaya kadar hiçbir şey; bilmekse yanlışlanıncaya kadar herşeydir.

Televizyonlarda  ‘genetik’  konusu tartışılıyor, bakıyorsunuz konuşmacılar arasında bir din adamı.  ‘Evrim’  teorisi görüşülüyor, yine bir din âlimi(!). Ekonomi, astronomi… akla gelecek her konuda artık din adamları da boy gösteriyor. Ama konu  ‘din’  olup da kazara iki âlim’i bir arada çıkardılar mı o program bir türlü kavgasız-gürültüsüz bitmiyor… Sizce de bu işte bir gariplik yok mu…?  Şimdi kalkıp hakkında hiçbir şey bilmediği halde, salt öyle inandırıldığı için, yani  ‘inancı gereği evrimi reddeden’  birisiyle neyi tartışabilirsiniz? Bir düşünün, karşınıza geçmiş diyor ki;  “Bundan ellibin-altmışbin yıl önceki atalarımın benden hiçbir farkı yoktu. Hattâ yüzbin yıl öncekiler de aynen benim gibiydi”. Oysaki milyonlarca yıl öncesinden bugüne fiziksel ve zihinsel olarak hiç değişmeden gelebilmiş olmak mümkün müdür? Dikkat ederseniz tekâmül düşüncesini de, reenkarnasyonu da reddedenlerin, aynı zamanda evrim karşıtı olduklarını görürsünüz… Tüm yaşamını, hayallerini, umutlarını bilmeden inanma üzerine oturtmuş birinin, yani mutaasıp bir din adamının olayları, doğayı, evreni doğru anlayıp değerlendirmesi ve sonra da kalkıp yorumlaması ne denli gerçekçi ve sağlıklı olabilir ki? Mistiklerle din adamları arasındaki fark işte burada ortaya çıkıyor. Mistik sürekli arayış hâlinde iken, din adamı en yüce gerçeğe vâkıf olduğunu sanır; o nedenle de kendisi gibi inanmayan herkesi yanlış yollarda yürüyen günahkârlar olarak görür. O nedenledir ki hiçbir din adamı, bir mistik kadar sevgi dolu, hoşgörülü, barışçı, geniş görüşlü, bağışlayıcı, arayış içerisinde, bilge ve erdemli olamaz. Evet, din adamı artık hiçbir şeyi aramadığı gibi kendini yenileme gereğini de duymaz. Çünkü o, evrende mevcut olmayan  ‘mutlak hakikat’i bulduğunu sanır, onunla avunur. Artık tek bir emeli kalmıştır: ‘Ebedî cennete girmek’…

Dinsel bakımdan  ‘iman etme’  anlamında inançlı olan kişi bırakın gerçeklikleri bilmeyi, herşeyden önce kendini bilme konusunda da hiçbir arzu duymaz. Çünkü hangi dinin veya inancın mensubu ise zihni de onun emir ve telkinleriyle biçimlendirilmiş olduğundan,  ‘gerçek-kendi’nin ne olduğuna ilgisizdir; hattâ kendisine dayatılmış olana karşı da hiçbir kuşku duymaz. Artık kolaylıkla dinci de olabilir, ırkçı-şoven milliyetçi de.  ‘Tanrı adına’  ve onun buyruklarına uygun hareket ettiğini sanarak terörist olanlar böyle oluyorlar;  ‘gönül huzuruyla cinayet’  işleyebiliyorlar. Çünkü  ‘kendilerini bilememiş’ler, yaşamlarına değer ve anlam katamamışlar; bir eşi daha bulunmayan insanlar olduklarını da, gerçekte ne kadar değerli kişiler olma potansiyeline sahip olduklarını da farkedememişlerdir. Böyleleri örneğin  ‘evrim kuramı’nı  dinsizlik ve tanrıya isyan biçiminde anlamaya, bütün evrime inananların da ateist ve insanlık için zararlı yaratıklar olduklarına  ‘şuursuzca inandırılmış’lardır. Zaten böyle  ‘inandırılmış’  kitleler, bırakın evrim kuramını, kendi inançlarının kutsal kabul edilen kitabını da bir kez olsun kendi dillerinde baştan sona kadar okumamışlardır…

Bu tip insanlar doğayı tanımadan bilmeden doğaüstü’ne ya da doğaüstü sandıkları şeylere ve onların güçlerine inanmaya hazırdırlar. Hekime değil falcıya ve üfürükçüye, cinciye ve büyücüye giderler. Kimi din büyüklerinin binlerce yıl öncesinde kalmış yalan yanlış sağlık öğütlerinden medet umarlar. Astronomi ve kozmoloji hakkında birşey  bilmez, ama astrologlara  inanır  ve güvenirler. Yaşamı ve yaşamayı,  ‘şimdi’yi  bilmeden  ‘geleceklerini’  öğrenmek isterler. Bilimi umursamaz, bilimsel gelişmeleri izlemez, ama hurafelere taassup derecesinde bağlanıp inanırlar. Dünyada nasıl mutlu olabileceklerine kafa yormaz, körü körüne inandıkları ebedî cennete nasıl olup da kapağı atacaklarına dair sevap/günah çetelesi tutmaya kalkarlar… Bütün bunlarla aslında kendilerini kandırdıklarının da, ne denli bencil olmaya başladıklarının da bir türlü ayırdına varamazlar. Ruhtan ve içselliklerinden çok benliğe odaklandıkları için ibadetleri de çıkar amaçlıdır. Doğa yasalarından veya doğa ile ilgili genel doğrulardan oldukça anlaşılır biçimde sözeden fizik, jeoloji, biyoloji… gibi temel bilimlere ilgi göstermeyip tümünden de habersiz iken; anlaşılmaz ve tamamen kurgusal şeylerden bahseden, her inanca göre değişen teolojinin o zihni esir eden tuzaklarına hem de tamamen gönüllü bir biçimde atlarlar. Bütün bunların nedeni,  ‘inanma’yı  ‘bilmek’ten,  ‘inancı’  da  ‘bilgi’den üstün tutma kolaycılığı ve aynı zamanda da bilinçsizliğidir.

Klasik dinlerin iki temel dayanağı  ‘cehalet’  ve  ‘korku’dur.  Güçlerini bu ikisinden alırlar. İki temel dayanak sonra  ‘önemli bileşenler’ hâline gelerek sanki tüm belirsizliklerin ve kuşkuların çözümündeki araçlara dönüşürler. Ama zamanla özgür düşüncenin, bilimsel kuşkunun ve doğayı kendisinden sorgulayabilmenin önündeki en büyük engeller oluverirler. O nedenledir ki bilmeden inanmak  ve bu tür bir imanı bir de kalkıp yüceltmek, zamanla bütün bâtıl inanışların kaynağı veya nedeni oluverir. Onlara itibar etmekse kaçınılmaz olarak zihni sakatlar.

Dünyanın, bir daha hiçbir biçimde değişmeyecek olan katı dinsel buyruk ve kurallara göre yönetilebileceğini sanmak, bu düşünceye sahip bir insanı kaçınılmaz olarak tutucu ve gelişme karşıtı yapacaktır. Oysa bilmezler ki, dua ettiklerini sanarak tanrıya yaptıkları yalvarma ve yakarışların çoğu, aslında onların yürürlükteki tanrısal düzenden hiç de memnun olmadıklarının ispatıdır. Kaldı ki, bir yandan tanrının bizi bizden daha iyi bildiğini kabul ediyor, diğer yandan da kendilerini ona sürekli hatırlatıp bir de ayrıcalık talep ediyorlar. Bunun adı da  ‘dua’  oluyor.

Tek bir dinsel inancın bütün insanlar, bütün toplumlar ve coğrafyalar için doğru ve geçerli olduğunu kabul etmek çok büyük bir saflıktır. Oysa ki bu gerçekdışılığı durmaksızın telkin eden ilahiyatçılar ve din âlimleri (!), bu türden kafa karışıklıklarını güya gidermek için her toplumda kendilerine sürekli ihtiyaç duyulsun isterler; bu ilginin ve ihtiyacın hissedilebilmesi için de ellerinden ne geliyorsa yaparlar…, olmadı kendi aralarında yapay tartışma konuları bile yaratabilirler…

Şuursuz iman ve sınırsız itaat, bir bakıma kayıtsız şartsız boyun eğmenin yüceltilmesidir. Böylesi bir durum alışkanlığa ve kanıksanmışlığa dönüşürse ilk olarak bilimsel bilgi horlanır, dinsel kurum ve kurallar herşeyin önüne geçmeye başlar. Bunun sonucunda da, siz istediğiniz kadar  ‘bizim dinimizde ruhban sınıfı yoktur’  deyip durun, kaçınılmaz olarak önce  ‘dinadamları sınıfı’  oluşur; ardından da  ‘dinî liderler’, tarikat şeyhleri ve âyetullah’lar vb. türer. Onlar güya yaşamı anlamış; geçmişi-bugünü-yarını çözümlemiş; ; hattâ buradaki yaşamdan sonra, hangi durumda nelerin olabileceğine de vâkıf olmuş, diğerlerinden çok farklı, adetâ üstün (!) insanlardır; tanrının sevgili kullarıdır. Her türlü gizemli konuyu anlamaya, çözümlemeye ya da en azından yorumlamaya ve sorularınızı yanıtlamaya muktedir, seçkin kişilerdir. Böylesine şuursuz ve koşullandırılmış bir inancın sonunda nereye varılabilir derseniz; bilinçleri karartılmış, zihinleri ipotekli, taklitçi; bu arada kendisinin daha aşağıda ve değersiz, zelil, potansiyel suçlu ve günahkâr olduklarına inandırılmış; ayrıca kurtuluşun da kendilerine korkuyla dayatılmış bir takım dinsel ritüeller ve koşullu inanç biçimlerinde olduğuna ikna edilerek ısmarlama umutlara bağımlı hâle getirilmiş, dikkatleri şimdiye ve geleceğe değil de gerçekte geçmişe odaklanmış, yüzmilyonlarca kul ve köleye… Oysa ki sürekli aynı şeyleri, üstelik defalarca tekrar ederek tekâmül edemez, farkındalığınızı artıramazsınız.

Organize dinlerde ibadete hazırlıkta ve ibadet biçimlerinde şekilsellik kaçınılmaz olarak ön plana çıkarılmaktadır. Söylenecek her söz, yapılacak her hareket önceden kesin kurallarla belirlenmiş, hattâ çoğu yerde kalıplaştırılmıştır. Ritüelik ibadetlerin amacı gerçekte insanı kendine yabancılaştırmak ve kendini bulabilmekten alıkoymaktır. Bunun sonucu da kaçınılmaz olarak zihinselliğin öne çıkarılması ve içsellikten uzaklaşmış olmakla sonuçlanacaktır. Kaldı ki koşullanmış ve tekrarcı bir zihinle ve hep aynı şeyleri yinelemek demek olan tekdüze ibadetlerle varılabilecek bir yer de yoktur.

Osho’yu da derinden etkilemiş olan, Gurdjieff’in yakın çalışma arkadaşı Ouspensky yazıyor:  “insan bütün çalar saatlere alışır ve bir süre sonra onlarla daha iyi uyur. O nedenle, zamanla tüm çalar saatler değiştirilmeli, yenileri icadedilmelidir… İnsan kendisini  ‘uyandırma’  (aydınlanma) konusunda kolayca kandırabilir, yeni bir rüyayı uyanma kabul edebilir.”  (‘In Search of the Miraculous’)

İnsanlarımız maalesef gerçekte hiçbir biçimde yaşamamış oldukları duygular veya deneyimlememiş oldukları  ‘hâl’ler  hakkında, salt birileri öyle söyledi ya da öyle tanımladı diye bilmeksizin inanmaktan başka her konuda olduğu gibi ezoterik yol ve yöntemlerle ilgili olarak da kendilerine kolaylıkla bir takım faraziyeler üretebiliyorlar. Oysaki böyle bir durum bir tür  ‘koşullanmışlık’  ve aynı zamanda en az onun kadar sakıncalı olan  ‘samimiyetsizlik’  demektir. Böylesi tavırların toplamı,  ‘şuursuz iman’  olarak niteleyebileceğimiz tüm o tortuların bütünü ve birikimidir. Pratikte bunlar kolaylıkla bilimsel bilginin de  ‘gerçekten bilme’nin de yerine geçerler. O durumda ise aydınlanmaya engel olan uyku hâli kesintisiz devam edip gider.

Her ilaç herkesteki hastalığa iyi gelmez. Ten’ine uymaz, kan’ına uymaz, gen’ine uymaz. Uygun olanı bulmak ve dozunu doğru belirlemek hekimin görevidir. Her öğreti de herkesin derdine iyi gelmez. Zihnine uymaz, aklının sıkletine, ruhuna uymaz. Uygun olanı önermek ve uygulamanın dozunu ayarlamak usta’nın görevidir. Ama iki durumda da önce teşhisin doğru konulması önem taşır ki, bu da ustanın yetkinliğine bağlıdır.

Farkındalığın ve tekâmülün yolu öncelikle özgür bir  ‘izleyici’  olabilmekten geçer ve vakit çok geç olmadan bunu anlayabilmek herkes için oldukça önemlidir.

Bilinen bütün duyularımız, yani beş duyu ve zihin ile onların ötesindeki  ‘altıncı his’sin  tümü de kısıtlıdır; o nedenle insan yanılmaya ve yanıltılmaya müsaittir. Bu duyularımızın tamamı fiziksel bedenimize bağımlı, onlar aracılığıyla edinilebilen tüm bilgimiz de onların işlevlerine, nitelikli enerji kullanma ve sonuç çıkarma kapasitelerine bağlıdır. Zihinsel beden, fiziksel bedenin üzerine konumlanır. Daha sonra da ruhsal, astral ve eterik… bedenler gelir. Her bir sonraki beden, bir öncekini kuşatır ve böylece devam edip gider. Her bir bedenin niteliği, gücü ve etkisi bileşenlerinin kalitesi ve gelişmişliğine-arınmışlığına bağlıdır.

Duyuların algılarla girişim hâlinde olması zihin/beyin/akıl/zekânın yardımı ve etkileşimleriyle bilgiyi oluşturuyor ve edinilen bilgi hâfızada depolanıyor; ama bu kez de geçmişin bilgisi ile birlikte beyin/akıl/zekâ tarafından yeniden işlenerek bir takım yeni sonuçlar ve çıkarımlamalara erişilebiliyor. Aynı şekilde fizik ötesi beden ve algıların (ruhsal, astral, eterik…) sürece dahil edilmesi ile yepyeni gelişimler (sanatsal ilham, farkındalıkta artış ve gelişme, ruhâniyet, farklı boyut ve oluşumlarla ilişki) sağlanabilecektir. Görüldüğü üzere bunlarda öyle sanıldığı gibi  ‘doğaüstü’  birşey yoktur. Sadece  ‘potansiyel’de,  ‘niteliklerinin artırılması’nda  ve  ‘erişim’de  ileriye dönük gelişmeler söz konusudur.

Bazı budist okullar  ‘zihnin bilinci’  gibi bir kavramı türetmişlerdir. Bunun kısaca anlamı, aslında hep sözünü ettiğimiz zihnin  ‘arındırılması’  ve  ‘dönüştürülerek’  ‘bilince yönlendirilmesi’nden farklı birşey değildir. Çok eskilerde felsefî ya da psikolojik jargon bugünkü kadar gelişmiş ve yeterli olmadığından onların klasik-geleneksel açıklamaları bugün için yetersiz kalmakta ve kafa karıştırıcı olabilmektedir. Meditasyon pratiklerinde mesafe alındıkça konu hem daha iyi anlaşılacak hem de kolaylıkla çözümlenebilecektir. Keza budizmin  “özsüzlük”  ilkesini de  ‘yapay öz’ün ya da  ‘öz sanılan’ın  gerçekte mevcut olmadığı; çünkü sürekli yenilenip değişime uğradığı biçiminde anlıyoruz. Zaten doğru irdelenirse onun da kavramsal, yani zihinsel olduğu anlaşılacaktır. O halde  ‘özsüzlük’  dahi  ‘aşılması gereken’  bir kuramsallıktır ve bütün kuramlar gibi  ‘insan yapımı’, doğal olmayan, ancak anlatımı ve anlaşılmayı kolaylaştıran bir faraziyedir. Zaten amacı da boşluk felsefesinin anlaşılmasını kolaylaştırmaya yöneliktir.

Böyle bir konuda şeylerin ve olayların bağımsız nesnellikleri olmadığını ileri süren (Prasangika Madhyamika gibi) iyi niyetli budist okulları dahi bir yerden sonra işin içinden çıkamaz hâle gelmişlerdir. O nedenle böylesi konularda derin felsefî tahlillere girmek istemeyenlere çok daha yalın ve anlaşılır olan taocu düşünceye odaklanmalarını, sonra da (eğer isterlerse) Zen literatürünü karıştırmalarını salık verebiliriz. Ama unutulmaması gereken husus Tao düşüncesi belirli bir ölçüde hazmedilmeden Zen’in yeterince anlaşılamayacağıdır.

Burada düşmemiz gereken önemli bir not,  ‘öz’  kavramının zihin-beden iletişim ve etkileşiminden doğmuş olduğu ve mutlaka  ‘aşılması gereken’  bir kavram olduğudur. Bütün zihin kaynaklı çıkarımlamalar gibi aslâ hor görülmemeli; ama doğru anlaşılmalı, doğru yorumlanmalı ve  ‘dönüştürülebilmeli’dir. Bunun için başta meditasyon olmak üzere tüm diğer uygulamaların yoğun biçimde yaşandığı; önce  ‘içe bakış’ı  sonra da farkındalığı geliştiren  ‘inziva’ deneyiminin yaşanması uygun olabilmektedir.

Özetle  ‘kişisel-öz’  arandığında kolaylıkla bulunabilecek birşey değildir. Ama yine de aranması gereklidir. Bu ilk bakışta garip gelebilir; zira onu ararken bulacağınız ya da  ‘erişecekleriniz’  çok daha önemlidir de ondan. İşte o  ‘varlığın birliği’  ve  ‘birlik bilinci’dir; bir başka ifade ile buna  ‘bilincin bir olduğu’nun  kavranması da denebilir. Prasangikalar’ın kuantumcularla ortaklaştığı esas nokta kişilerin elbette varoldukları, ancak meseleye nesnel gerçeklik olarak bakıldığında sürekli değişen karşılıklı ve bağımlı etkileşimlerin durmaksızın süregeldiği evrende sonsuz ve durağan bir varoluş biçiminin mevcut olamayacağı; değişim, başkalaşım ve yeniden oluşumlar hiç durmaksızın sürüp giderken, herkesin birer isim ve kavram olarak ancak geçici birer gerçeklik olduğudur.

İnsanlarda, içinde bulundukları durumu değerlendirme yetisi, uzun dönemli düşünme ve plan yapma becerisi, nedenselliği anlayabilme akıl ve kaabiliyeti ile, herhangi bir öğretiyi irdeleyerek doğru sonuçlara varabilme zekâsı mevcuttur. Bunlar bizleri diğer canlılardan ayıran özelliklerimizdir; yapmamak kusur, ihmali kabahat, ısrarı ise suçtur ve bu suç cezasız kalmayacaktır. Bu ceza kuşkusuz ki fiziksel değil, zihinsel bir ceza olacaktır. Bunlar da, pişmanlıktan vicdan muhasebesine, derin keder ve üzüntüden manevî ıstıraba ve zihinsel özgürlüğün kısıtlanmasına kadar geniş bir yelpazede yer alırlar. Bu durum, sürekli olarak kendimizi gözetmemizi, fiziksel ve ruhsal varlığımıza değer verip özen göstermemizi, gelişimimizin önündeki engelleri kaldırmamızı, muhtemel olumsuz eğilimlere ve yıkıcı duygulara karşı uyanık ve duyarlı olmamızı gerektirmektedir. Bütün bunlar aynı zamanda zihinsellikten bilince yönelmemizin gereği ve göstergesidir.

İnanç, gerçekte yapay bir oluşum ve düzenek olan zihnin koşullu yanıtıdır. O nedenledir ki kadim ustalar, sufiler  “gerçekte zihin yoktur”  derler. Bu söylem, zihnin gerçekte olmadığı anlamında değil de, aydınlanma sürecinde aşılıp  ‘yoksayılması’  gerektiği biçiminde anlaşılmalıdır. Zihnin yokluğunda  ‘gerçek-kendimiz’  ortaya çıkar. O nedenledir ki aydınlanma süreci zihin üzerinde yapılacak olan çalışma ile başlamalı, sonra da onu  ‘aşma’  ile devam etmelidir. Aydınlandıkça zihin arınacak, tüm yapaylıklardan ve tortulardan, birikintilerden temizlendikçe  ‘dönüşecek’  ve  ‘bilince yönelecek’tir. O nedenledir ki iki düşüncenin arasındaki boşlukta, yani gerçek anlamdaki meditasyonda artık  ‘zihin yoktur’;  çünkü orada işlevsizleşmiş ve o anda insan gerçek doğasına yönelmiştir.

‘Zihnin olmaması’,  doğal olarak zihinselliğin de olmadığı bir durumdur. Bu da zihinselliğin baskın olduğu hallerde, özellikle de o zihin bilince yönelememişse, bilinçten ne denli uzak kalındığının göstergesi olacaktır. Aynı şekilde  ‘hakikat yoktur’  sözcüğü iki bakımdan doğrudur. Bunlardan ilki  “sürekli ve mutlak hakikatin olmadığı”,  ikincisi ise  “koşullu zihinle hakikate erişilemeyeceği”  anlamında alınmalıdır. Koşullu bir zihin de, öylesine ve arınmamış zihne sahip birisi de hakikati bulamayacaktır ve erişilemeyecek hakikat de  ‘yok sayılmalı’dır.

Zihnin bütün yaratımları öncelikle birer tasarım ve illüzyondur. Tasarımlar, illüzyonlar gerçeğe yöneldikçe, neden-sonuç ilişkileri doğru çözümlendikçe hayalden gerçekliklere yönelinmiş olunur. Uygulanabilirliği olmayan tasarımlar gibi, deneyimlenemeyen-çözümlenemeyen, neden-sonuç bağıntısı açıklanamayan illüzyonlarsa sadece illüzyon olarak kalırlar; yanılma, aldanma ve aldatmaca sürüp gider. Hattâ bu sayede ona bağlı başka illüzyon ve yanılgılara da zemin hazırlanabilir ki, dinsel inançların süreci ve mekanizması böyledir. Önce bir tasarıma inandırılırsınız, sonra ona bağlı olan bir başkasına. Öncekiler  ‘tartışılamaz doğrular’  kabul edildiğinde, ona bağlı olan diğerlerinin peşpeşe gelmesi kaçınılmaz olur. Ve böylece  ‘teoloji’de  ilerleyip derinleştikçe (!) zihinselliğe gömülür, gerçek-kendi’nizden de bilinçsellikten de uzaklaşırsınız.

‘Stigmata’  filminde Peder Durning’in bir sözü vardı:  “Andrew’ün sorunu rahip mi yoksa bilimadamı mı olduğuna bir türlü karar verememesi!” diyordu. İşte meselenin en can alıcı noktası burasıdır. O halde biz de soruyoruz:  “Bugünün insanlarına hâlâ,  ‘bırakın din ve bilim çelişip dursun, ama siz yine de dinsel inancın yanında yer alın’  diyebilecek misiniz?” Yine orada, bir başka rahip olanca iyi niyeti ama çaresizliğiyle adeta haykırıyordu:  “2000 yıl önce yakılmış bir mumu arayan, mağaradaki kör insanlarız.”  Bunun nedeni  ‘şimdi’nin  ıskalanmakta olması, ışığa ve aydınlığa tahammülsüzlük, kendini bilme konusundaki yetersizliktir.

Dinsel entelektüalizmin (!) süreci bütün dinlerde böyle işletilir.

Bir görüşe, inanca, dine, felsefeye ‘bağlılık’, beraberinde kaçınılmaz olarak olaylara, insanların davranışlarına, hattâ her şeye onun baktığı açıdan ve onun değer yargıları ile bakmayı getirir. Bunda ne kadar ileri gidersek doğayla, yaşamın gerçeklikleri ile ve derken gerçek yaşamla aramızdaki bağı zayıflatır, örseler, sonunda da yok ederiz. Ya da gerçekte var olan hayat bağlarının yerini, bu kez sanal bağlılık ve bağımlılıklar almaya başlar. Ve nesnellik, bütün bu zihinsel bağlardan ve bağımlılıklardan kurtulmadıkça gerçekleşemeyecektir. Bir de mutsuzluklarımızın kaynağının böylesi çözümlenemez ve uyumlulandırılamaz çelişkiler olduğunu bilebilseydik…  ‘Nasıl bilebiliriz ki?’  derseniz; bütün bunların özgürsüzlük, giderek bağımlılık ve sevgisizlik nedeni olduklarını farkederek… Kör bir imanla kabul edilenin gerçek olması mümkün müdür? Ya da o belki gerçekliğe dair birşeydir ama, bakalım sizin gerçeğiniz midir? Veya sizin idrakinize sığabilecek birşey midir. Oysa ki gerçeğin de gerçekliklerin de dinsel kalıplarla şekillenmiş herhangi bir inanca gereksinimi yoktur. Yani sorun bilimde ve bilmekte değil, dinsellikle mühürlenip boşinançlarla karartılmış olan zihinlerdedir.

Fizik bedenlerimizle içinde yer aldığımız ve kısmen algılayabildiğimiz fiziksel evren, sonsuz varoluşun tarafımızdan gözlemlenebilen çok küçük bir yansımasıdır. Ve burada geçireceğimiz süre de o kadar kısadır. Unutmamamız gereken şey, duyularımız ve algılarımız sınırlı olduğuna göre, bu boyuta dair kişisel realitemizin de sınırlı olması gerektiğidir. İnançlarımız kadar önyargılarımız da dünyanın ve evrenin yeterli doğrulukla kavranılamamasından kaynaklanır. O nedenledir ki bilinçli bilmek bizleri şuurlu inanca götürerek güçlü kılar. Oysa ki  ‘eksik bilme’den  veya bilinemezlikten kaynaklanan duygusal ve mekanik inançlar eksik, yanıltıcı ve tekâmülümüz için sakıncalıdır. Öte yandan doğru bilme ve algılamayı sağlayacak olan araçlarımızda da (akıl, zekâ… gibi) işlevsel bozukluklara yol açarlar. Giderek güçlenen yapay zihin tüm diğerlerinin önüne geçer ve  ‘bilinçle aramızdaki mesafe’  artmaya başlar. Bunun sonucunda da doğru, özgür, yalın ve berrak düşünemez oluruz. O zaman da bu boyutta takılıp kalır, buradan kurtulup, burayı aşarak  ‘ötesi’ne  doğru yolumuza devam edemeyiz. Doğaldır ki içinde bulunduğu boyutu doğru ve yeterince idrak edemeyen onu aşamayacaktır. İçinde bulunduğumuz boyut, aynı zamanda bizlere  ‘buradaki kendimiz’i  bilme, buranın sınırları ve olanakları ölçüsünde aydınlanabilmek için sunulmuş bir fırsattır. Değerlendirip değerlendirmeyeceğimiz veya ne kadar değerlendirebileceğimiz bize kalmıştır. Daha da önemlisi, herhangi bir yolu veya yöntemi izlemenin gelişme ve aydınlanmanın garantisi olmadığını bilmektir.

Bütün inananlar kendi inançlarının iyi ve doğru, diğerlerininse eksik veya yanlış olduğunu kabul ederler. Bir yerde de öyle olduğuna inanmak zorundadırlar; çünkü diğerleriyle aralarında amansız bir rekabet vardır; tabii o inançların izdeşlerinin de… Çünkü dinlerin de dinsellerin de o  ‘edinilmiş zihinsel doğaları’  ya da  ‘zihin iklimleri’  böyledir. Aksi halde, yani kendi inançlarının üstün, haklı ve esenliğe ulaştırıcı olduğu kabul edilmedikçe ne benimsenmesinin ne de izlenmesinin anlamı ve  ‘yararı’  kalmaz. Ama bu durumun insan zihni için nasıl bir yük olduğu bilinebilecek midir derseniz, tutucu izdeşler için böyle bir şeyin mümkün olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Psikologlar (özellikle de anti-psikologlar) her türden arayışın zamanla ego’yu güçlendirdiğini söylerler. Bunun nedeni sonuca koşullanmak ve öylesi bir yolda edindiklerini gerçek bilgi ya da gerçeklik sanmaktır. İşin içine bir de kutsallığı ve tanrısal sanılan kavramları dahil ettiğinizde korku desteğindeki koşullanma da,  ‘tartışılamazlık’  da baskın ve belirleyici unsurlara dönüşür. O nedenledir ki mutlak gerçeği bulmaya koşullanan, izlemeye ya da erişmeye çalışan, onu hiçbir zaman bulamayacaktır. Zaten hiçbir usta da hiçbir öğrencisine  “gerçeği bulabilmek için beni izle”  demez, dememelidir; diyebilen ise usta değildir.

Zihinle birlikte sürdürülebilecek bir arayış, kendi içinde koşullanmışlığın tohumlarını barındırdığından, yararsız hattâ yanıltıcıdır.

İnancın, bilerek de bilmeksizin de varılabilecek (ısmarlama ve koşullu) kalıplaşmış bir yargı durumu olabileceği unutulmamalıdır. Yine de zihinlerimizde yer etmiş inançlarımızdan kurtulamadığımız sürece onlar her yere bizimle birlikte gelirler. Önce düşünce sürecimizin küçük bir parçasını oluşturan inançlarımız, eğer biz onlarla başedemezsek daha sonra büyüyüp gelişerek ve benzeri inanış biçimleriyle etkileşip güçlenerek zamanla zihnimizde çok daha fazla yer kaplar ve yapay benliğimiz hâline gelebilirler. Bu da ruhsal gelişimimizin, arınıp aydınlanabilmemizin önündeki en büyük engeli oluşturur.

Aslında değişime duyarlı bir doğamız ve gelişime fevkalâde uyumlu bir yapımız var. Ama bu yetenek ve becerilerimiz boşinançlarla, önyargılarla, zihne doldurduğumuz atık maddeler ve dinsel inançlarımızla sürekli örselenmiş, bazılarımızda ise ağır tahribata uğratılmış durumdadır. Farkında değiliz ama gerilimlerimizin de, içsel dengemizdeki bozulmaların da nedenleri bunlardır. Bir diğeri de yeteneklerimizin kimi yerde gölgelenmiş, çoğu zamansa engellenmiş olmasıdır.

Yaşamımıza kendimiz yön verebilmemiz için önce bilinmezlikler üzerine kurulmuş bütün yapaylıklardan özgürleşebilmeliyiz. Bütün inançsal kurum ve kuramlara nesnel bakabilmeliyiz. Yani önce kendi doğamızı kavrayamazsak varoluşun doğasını da kavrayamayız. Onun için de hem  ‘burada’  hem de  ‘şimdi’de olmayı başarabilmeliyiz.

Bilgiye ve deneyime dayanan  ‘şuurlu inanç’  (gerçek dindarlarda olduğu gibi) zihni eğitip zekâyı keskinleştirir; şuursuz inanç ise (tutucu dinsellerde olduğu gibi) zihni yontup törpüleyerek biçimlendirir ve zekâyı körleştirir. Şuurlu inançla keskinleşmiş olan zekâ özgürdür; diğeri ise bağımlıdır, hep biryerlere tâbi olmak ister. Sürekli kutsal metinleri tekrarlayıp durur, aksi halde kendini  ‘güvende hissedemez’, üstelik sürekli korkar. Korktuğu içindir ki, korktuğu her ne ise onu bir türlü gerçek anlamda sevemez. Öyle buyurulduğu için sorgusuz-sualsiz bir takım  ‘klişe’lere  inanır, ya da öyle emredildiği için başka birşeylere hiç düşünmeksizin karşı çıkar.

O zaman ona ne bir  ‘vahiy’,  ne de o vahiylerin gerçek anlamlarını kavrayabilmek nasip olur…

Toplumları yönetenlerin de bu konuda ciddi sorumlulukları vardır. Devlet din ve inanç konusunda tamamen tarafsız ve nötr olmalıdır. Bu aynı zamanda herhangi bir dinin savunucusu olmaması veya onun yanında yer almaması; bütün din, inanç ve yaşam felsefelerinin kendilerini özgürce ifade edebilmelerine imkân sağlamakla yükümlü olması ve bu durumu güvence altına alması gerektiği biçiminde anlaşılmalıdır. Devlet taraf olmadığı gibi, yöneticilerinin hoşuna gitmeyen görüşlere karşı baskı da uygulanmamalı; herkesin kendini ve inancını kolaylıkla ifade edebilmesine imkân sağlanmalıdır. Bunun için de dinler, inançlar ve kültürlerin önündeki engellerin, aralarında hiçbir ayrım yapılmaksızın kaldırılması gerekli ve yeterlidir.

Dünyada 3000’in üzerinde din veya onlara bağlı çeşitli inanç yolları var…, ama sadece bir tane bilim var; ve bizler tanrının gerçek lisanının bilim olduğuna inanmışızdır. Bu da herhangi bir inanç veya o inancın herhangi bir hükmü bilimle çeliştiğinde, inancın değil de bilimin tercih edilmesini, bilimin yolunun izlenmesini gerektirir. Kilise’nin yüzyıllar süren bilim karşıtlığını ve bu nedenle kitleleri nasıl baskı altında tutup mutsuz ettiğini; gericiliğe, kitlesel acılara ve ıstıraplara neden olduğunu hatırlayınız. Din savaşlarının insanlığa asırlarca nelere malolduğunu sanırız bilmeyenimiz yoktur.

Dinler esaslarından, ilkelerinden ve dogmalarından  ‘kuşkulanma’  hakkını hiçbir inananına vermez, vermemiştir. Oysa ki gelişimin kaynağı  ‘doğanın doğru yöntemlerle sorgulanması’ndadır. Bu durum tıp, mühendislik, fizik, kimya, astronomi… gibi bütün bilim dalları için geçerlidir. Dinler ise insanlara hiçbir zaman değişmeyeceği varsayılan kesin ve sözde mutlak doğruları dayatırlar. Halbuki kayıtsız şartsız inanılacak, değişmeyen, kesin ve mutlak doğrular mevcut değildir, olamazlar da… Bilim adamları  ‘eski doğrular’dan  bilimsel anlamda şüphe edebildikleri, onları dogmatik biçimde son ve mutlak gerçekler olarak kabul etmeyip onlarla  ‘yetinmedikleri’  için; yani sürekli doğruyu, iyiyi, güzeli ve yararlı olanı aradıkları için  ‘yeni doğrular’a  erişebilmişler; hayatı kolaylaştırıp güzelleştirebilmişlerdir. Bilimsel gelişmenin de zihinsel tekâmülün de yöntemi budur. Zaten dinler böylesi gelişmelere (din adamlarının çıkarları ve özlemleri nedeniyle) ne kadar engel olmaya çalışmışlarsa da başarılı olamamışlar ve bilim karşısında sürekli yenilgiye uğramışlardır. Bilimsellikten uzak olmaları bir yana, kutsal kabul edilen kitaplardaki tarihlendirmeler de genellikle yanlıştır. Onlara göre insanın yeryüzünde varoluşunun en çok 5500 ilâ 6000 yıllık bir geçmişi olmalıdır. Oysa ki birbirlerini  ‘bozulmuşlukla’  suçlayan dinsel inançların bu konudaki öngörülerinin tümü de yanlıştır ve demek ki o dönem insanlarının tahminlerinden başka birşey değildir. O halde nasıl  ‘tanrı kelâmı’  olabilecekleri de ayrı bir tartışmaya konu edilmelidir (tabii bazı dinsel metin ve inanışlarda yer aldığı gibi, bu kadar süre içerisinde 124 000 peygamberin nasıl gelebilmiş olduğu da ayrı bir muammadır).

Muazzez İlmiye Çığ, insanın yaratılışı ile ilgili olarak eski dinsel metinlerdeki birbirini tutmayan tarihlere değiniyor ve çok haklı olarak soruyor: “Tevrat’a göre yaratılış 6 bin yıl önce olmuş. Hıristiyanlık da bu tarihi kabul etmiş. Kuran’da bu yok. Fakat İslam inanışına göre 5 bin yıl önceymiş. Buna karşılık Sümer kral listesine göre 241.200 yıl öncesine gidiyor. Çinliler 49 bin yıl önce diyorlarmış. Mısırlılara göre 13 bin yıl önce, Heredot ise 17 bin yıl önce diyor. Bunlara göre tektanrılı dinlerin yaratılış başlangıcı olarak verdikleri tarihler, ne tarihsel kaynaklara, ne de bilimsel kanıtlara uyuyor. Bugün 4 milyon yıl önceye ait insan fosilleri bulundu. Allah neden doğrusunu yazdırtmadı acaba?”  (M. İlmiye Çığ, ‘Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni’, s. 45, dipnot. Kaynak Yayınları, Ocak 2009)

İnanca ilişkin konularda,  “birisi dünyevî, diğeri dinsel konudur”  diyerek özgürce tartışabilmekten sıyrılmaya çalışmak pek de akılcı bir yol olmayacaktır. Kuşkusuz ki herkesin dilediğince inanma hakkı ve özgürlüğü vardır. Ama inanç gibi ciddi bir konu bilgisizliğe feda edilebilecek, eğer o inanç bilim karşıtı ise umursanmayacak veya boşinançlara bırakacak kadar önemsiz olabilir mi? Öylesi bir durum zaten yaşamın ve ona yön veren düşüncelerin tutarlılığının bilerek ortadan kaldırılması demek olur. Yani aslında onu tartışmak isteyenler, ona karşı, inançlarının kökenlerini ve nedenlerini bilmeksizin kabul edenlerden çok daha saygılıdırlar. Zaten düalite ile kafalar iyice karışmış ve zihinler bulandırılmış iken, kişiliklerin böylesine ayrıştırılmasını ve inanç konusunun korkularla karışık bilinmezliklere teslim edilmesini  ‘şuurlu’  bir tutum ve davranış kabul etmek mümkün müdür? Kim daha çok iman ediyor ise onu daha makbul saymak, çağlar öncesinde kalmış olan, bilinmeyene itaatin yüceltildiği  ‘şuursuz inanç’tan başka birşey değildir.

Yine de yüzyıllar ya da binyıllar öncesinin dinsel söylemleriyle bugünümüzü şekillendirmeye, onlarla geleceğimize yön vermeye çalışmanın ne denli akılcı olacağı takdir ve tercihinize kalmıştır.

Kısacası, herhangi bir inancın mensubu olmak, tek başına iftihar edilebilecek birşey değildir. Bu biraz da herhangi bir ulusa veya etnik kökene mensup olmakla öğünmek gibidir. Oysaki globalleşen dünyada şoven milliyetçiliğin de, herhangi bir inanca dayanan dinselliğin de pratikte hiçbir önemi kalmamıştır. Aksine bunlara dayanarak ayrıcalık veya üstünlük öne sürmek, zihinsel bakımdan azgelişmişlik kabul edilmektedir.

Medyatik olmuş  ‘din âlimleri’ne (!) dikkat ettiniz mi? Ne kadar  ‘öfkeli’ler ve dinsel dogmalarını eleştirmeye ya da tartışmaya kalktığınızda ne denli saldırgan ve tehditkâr oluveriyorlar; tabii onların izdeşleri de… Çünkü içsel bakımdan huzursuz ve güvensizdirler; önyargılara ve korkulara boğulmuş ve bilinçten uzaklaşmış durumdadırlar. Onlara göre  ‘kuşkulanmak’  dahi yasaktır ve büyük günahtır. Dinsel konularda kendinizce akıl yürütemez, hiçbir esası sorgulayamazsınız.  ‘Bilmeden ve itirazsız iman’  esas olduğundan din adamları da alabildiğine hoşgörüsüzdürler. Bütün o menkul  ‘sözde kanıtları’  da, aşırı derecede biçimlendirilerek  ‘kodlanmış’,  dayatılmış, deneysellik ve bilimsellikten yoksun olan, kendileri dışında oluşturulup dayatılmış olan o tartışılamaz inançlarına endekslenmiştir ve her zaman da  ‘tehdit’  içerirler. Din adamları hiçbir zaman törenselliklerden, basmakalıplıklardan, her türüyle içine düşmüş oldukları şekilsellikten kurtularak kendi içimize dönmemizi ve  ‘tekbaşına’  olabilmemizi istemezler; çünkü öylesi bir durumda onlara gerek kalmayacaktır. Onlar mutluluğun kendisi ile değil de ısmarlama ve sözde reçeteli vaadleriyle ilgilidirler; o nedenle biat etmiş durumdadırlar, katı ve despotturlar. Her biri kendilerince birer  ‘yolgösterici’dir; ama yol’u görememiş, hiçbir zaman da hissedememişlerdir. Tamamen  ‘dünyevî’  ve özünde dışsal olan eylemlerle, sürekli biatı ve tevekkülü aşılayarak; size günahkâr ve zavallı olduğunuzu telkin ederek, ancak böylesi bir imanla ve önerilen ibadetlerle âhiretinizi kurtaracaklarını vaadeder dururlar.

Din adamının tipik, üstelik zorunlu bir özelliği de  ‘yaradılışçı’  olmasıdır. Bununla da yetinmez, yaradılış söz konusu edildiğinde sıklıkla başvurduğu yol, kutsal kitapların o son derece muğlâk ifadelerini zorlama yorumlarla bugünün bilimsel bulgularına uyarlama çabası olur. Böylelikle dinsel metinlerin bilimsel gerçeklere aykırı olmadığını, hattâ kutsal kitapların güya bütün bu gerçeklikleri  ‘çok önceden haber verdiğini’  (gerçekte kendisi bilemese de) anlatmaya çalışır. Ardından da tabii hepimizin bildiği o  ‘şifreciler’  ve onların sözde çıkarımlamaları.

Hiç bir medeni toplumda ciddiye alınması mümkün olmayan, ama büyük paralar verilerek bastırılan o meşhur  ‘yaradılış atlası’ndan da söz edebiliriz. Bir süre önce uluslararası bir bilimsel toplantıya, üstelik  ‘ben Türkiye’yi temsil ediyorum’  diyerek katılan ve gündem dışı söz almaya çalışanların nasıl kapı dışarı edilmiş olduklarını biraz da üzülerek (ama daha çok utanarak) izlemiştik. İlgili mercilerce haklarında herhangi bir işlem yapıldığını da duymadık.

Din adamı gerçekten de hiçbir zaman rahat değildir. Çünkü her an bir büyük günah işleyerek hayatlarındaki tüm dinsel birikimi hebâ etme riski ve tehdidi ile karşı karşıyadırlar. O sürekli tedirginliklerini dindaşlarına da bulaştırmışlardır. Böylesi bir endişeyle, rahatsızlıkla; ebedî âleme dair kuşkular ve cezalandırılacaklarına dair korkularla yaşamaya çalışırken mutlu ve içsel bakımdan da huzurlu ve güvende olunabilir mi? Böyle birşey kesinlikle imkânsızdır… Temel neden, eğer tutucu bir dinsel ya da tam bağımlı bir izdeş iseniz  ‘varoluş’tan her geçen gün biraz daha  ‘uzaklaşmakta’  ve giderek  ‘kendinize yabancılaşmakta’  olmanızdır. Çünkü  ‘korkarsanız, gerçek anlamda sevemezsiniz’!  Yaşamdan korkan yaşamı sevemez, insandan korkan insanı… kişileştirilmiş bir tanrıdan korkmaksa doğal olarak varoluş’u sevebilmemize engeldir. Sevemediğimize  ‘katılabilmemiz’  de, onunla  ‘bir olabilmemiz’  de mümkün değildir.

Dinlerin ve tabii ki dinadamlarının bir diğer  ‘görevi’  de insanları ayrıştırmak, kamplara bölmek; kendisi gibi inanmayanları kusurlu, suçlu ve günahkâr göstermektir. Dünya haritasını önünüze alıp bakınız. Klasik ve organize dinlerden herhangi birisine taassup derecesinde bağlı ve düşkün olan, inanç özgürlüğünü yerleştiremeyen, farklı düşüncelere özgürlük tanımayan bütün toplumların geri kalmış oldukları görülecektir. Nedeni bilimden ve bilinçlilikten uzaklaşmış olmalarıdır.

‘Eleştirmeyin’ sözü kadim zamanlar için doğru olabilirdi. Bugün dünya ve içinde yer aldığımız koşullar daha hızlı değişmektedir, vakit de artık daha değerlidir. O nedenle doğru eleştiri hem kişi hem de toplum için  ‘hizmet’  olabilmektedir. Tabii özgürlüğün yaşamsal olduğu, demokrasi fikrinin yerleşip özümsendiği toplumlarda.

Ama bazı dostlarımız, kadim bilgeliğin esasına ve amacına önem ve değer vermek yerine, eski alışkanlıklardan olsa gerek, o günler için gerekli olabilecek biçimselliklere ve görünürdeki ritüellere, hattâ kılık-kıyafete takılıp kalabilmektedirler. Bugünün dünyasında yeterince iyi niyetle, nezaket ve zerafetle yapılan eleştiri gerekli ve yararlıdır. O vakitler insanlar içsel gelişime odaklanmıştı, zaman daha yavaş akıyordu; o nedenle öylesine sabırlı uygulamalar amaca hizmet için uygun ve yeterliydi. İletişim ve toplumsallaşma da alt düzeydeydi, hattâ gerekmiyordu bile. Bugün doğru ve yeterli bilgiye ulaşabilme imkânları elli yıl, hattâ yirmi yıl öncesiyle dahi kıyaslanamayacak kadar gelişmiş ve çeşitlenmiştir. Öğretiler gelişip değişirken, bilgelik ve erdeme ilişkin yol ve yöntemlerin de değişebilmesinden daha doğal ne olabilir…

Kısacası, en doğru bildiklerimizin dahi ne kadar doğru ve yeterli olabildiğinin tartışıldığı bir dünyada, kimlerin aslını esasını bilmeksizin neye inanmış olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bu konuda en doğru saptamayı yapmış olan ustamız Gurdjieff’in o eşsiz yorumunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var:
“Şuurlu inanç, özgürlüktür;
Duygusal inanç, köleliktir;
Mekanik inanç ise, aptallıktır.”

A. Kerim Soley