Sık sık şu soru karşımıza çıkar: “Peki atalarımızla olan bağlarımızı nasıl dönüştürebileceğiz?” Benim bildiğim kadarıyla hemen anlatayım. Hangi tekniği kullanırsanız kullanın, hangi eğitmenle çalışırsanız çalışın eninde sonunda aynı noktaya çıkarsınız, çünkü sistem aynıdır:
Öncelikle atanızı onurlandıracaksınız. Anneniz, babanız, dedeniz, onun öteleri… Kim olursa olsun ve her ne yapmış olurlarsa olsunlar, onurlandırılmalıdır. Onurlandırmak ise aslında onu kucaklamanız, reddettiklerinizi kabul haline geçmeniz, 0 iken 1 durumu almanızdır. Reddettiğiniz her şey ama her şey önünüzde blokaj olarak dikilir. Çünkü her şey BİR’dir. Hem de her şey ve reddettiğiniz her şey, reddettiğiniz bir parçanızdır aynı zamanda. Her türlü reddediş de blokaj olacağı için yaşam enerjisinin o kısmının size akmasını engelleyecektir. “Kendini Tanıma Yolculuğu” demek her şeye olumlu bakmayı öğrenmek falan değildir, aman ha! Parçalarını ne kadar çok kucaklarsın, o kadar kendin olursun. Tabii bu noktada hemen itirazlar yükselir: “Dedem ablama tecavüz etti.” “Babam annemi öldürdü.” veya daha farklı çok sert deneyimler… Bunları da mı onurlandıracağız yani, bu nasıl bir düşünce sistemidir; aptalca! diye de eklenir peşi sıra… Hani bunlar çok daha karmaşık konular ve arkaplanlarında çok derin karmalar yatar ve bazen bu tarz deneyimlerin onurlandırılması bu hayatlara değil, sonrakilere bile gider… Ama evet, varolan her şey kabul görmelidir. Hem de her şey… Bunu biz istesek de böyle, istemesek de böyle…
Bir diğer nokta da zihinsel olarak yapmak ile hissetmenin farkıdır. Şimdi bu yazıyı okurken hemen dursam da tüm atalarımı onurlandırıyorum diye yüz kere söylesem olay tamam mıdır? sorusu akla gelebilir. Muhtemelen güzel hissedersiniz de mesela o kadar basit değil. Keşke öyle olsa. O onurlandırmayı yaşamak demek, onunla empati kurmak, onun duygularını, öfkelerini, acılarını da hissetmek demektir. Onu “görmek” demektir. Onu gerçekten “gördüğünüz”de ise zaten kabullenme başlar. Sarılınılır reddedilene ve şifalandırıcı enerji akmaya başlar.
Şöyle örnek vereyim: Dün Wayne Dyer’ın hayatını anlatan bir filmi izliyordum. Wayne Dyer, ABD’nin en önde gelen ruhsal eğitmenlerinden. Çok sıkı bir adam. Doğduğunda babası ailesini terk etmiş. Annesi işşizmiş ve üç çocuğuna bakamamış. Dyer ve ailelerini koruyucu aileler büyütmüş. Babasını ömrü boyunca bir kere uzaktan görmüş. Ayrıca babası alkolik ve dolandırıcı. Onu aramaya çıktığında her karşılaştığı “senin baban iyi biri değildi” diyor. Bu arada Dyer, hayatı boyunca çok öfkeli birisi olmuş ve sürekli olarak hayallerinde babasıyla kavga ediyor. Sürekli “Ben sen değilim” diyor. Derken günlerden bir gün, oğlunun doğumgününü mahvediyor ve yine hayallerinde babasıyla oturup karşılıklı “Evet, kabul ediyorum. Ben Senim” diyor. Sonrasında da onu aramaya başlıyor. Ama nasıl öfkeli. Nasıl dolu. Bulayım da bir, sözlerimle mahvedecem onu diyor. Sonunda buluyor da, yıllar önce ölmüş babası ve kimsesizler mezarlığına gömülmüş. Önce mezarın başında saydırıyor babasına. Sonra babasını görüyor vizyon olarak ve bir anda bir farkındalık geliyor ve onun aslında onun hayatındaki yerini anlıyor. “Babam, aslında benim en büyük öğretmenimdi” diyor ve onu bağışlıyor. Zaten bağışlamak demek, “sen bana karşı bir suç işledin ben de senin suçunu bağışlıyorum” demek değildir; orada kibir de vardır bir yandan. Bağışlamak, yüreklerin birbirini hissetmesidir, empatidir, karşındakinin acısını hissedip neden böyle bir seçim yaptığını anlamaktır. İşte ancak o zaman şifalanma başlar. Yoksa böyle tepeden bakar bakışlarla, karşınızda zaten ezilmiş büzülmüş birisine “iyi hadi bağışladım” demekle çözülmez o iş. Siz kalbinizdeki öfkeyi halen taşıyorsunuzdur, sadece baskılamışsınızdır. Tabii bu kolay bir şey değildir ve hele ki olay tazeyse zaman isteyebilir.
Atalarınızı onurlandırdıktan sonra zaten işin büyük kısmı hallolur. Tabii bunu yapana kadar emin olun, defalarca onların yaptığı seçimlerin aynısını yapacaksınız da fark etmeyeceksiniz. Yine evrende işleyen bir kural vardır ki “Neyi eleştiriyorsanız, bir süre sonra ona dönüşürsünüz.” Eleştirdiklerinizi kendiniz yapmaya başlarsınız, çünkü bir reddediş vardır yine ve evren, reddediş değil bütünleniş üzerine kuruludur. Eleştirdiğinize dönüşürsünüz ki onu da kabullenebilin. Hemen soru geliyor değil mi? “Eee peki gördüğümüz yanlışları hiç mi eleştirmeyeceğiz?” Yanlış mı? O sana göre. Amma velakin, görmeniz, böyle bir seçimin olabileceğini kabullenmeniz ve sizin o seçimi yapmamanız enerjiyi tıkamayacaktır. Soranlara da dersiniz, evet bunu yapıyorlar, böyle bir şey de var bu evrende ve ben bunu seçmiyorum çünkü bana uymuyor. Kızgınlık hissetmiyorsanız bunları söylerken, ama gerçekten içinizde cızlamıyorsa bir şey (mış gibi yapmaktan bahsetmiyorum), cidden kabullenmişsiniz demektir o parçanızı. Yok diliniz farklı konuşurken, içiniz çeşitli derecelerde acıyorsa, halen oralarda bir reddediş vardır haberiniz ola.
İlk başlarda zorlansanız da zaman içinde çok daha kolaylaşır bu kabulleniş süreci. Çok karışmış bir düğümü çözmek gibidir bu. İlk başlarda canınız çıkar da gittikçe daha kolaylaşır o düğümleri açmak… Düğümler açıldıkça da bloke olmuş enerjiler, akışkanlık kazanacak ve her türlüsünden şifalanmayı yaşayacaksınız ki buna tüm hayatınızın baştan aşağı değişmesi de dahildir. Tıpkı Wayne Dyer’ın yaşadığı üzere…