Henüz okuma yazma bilmeyen küçük bir kız çocuğu iken, karşı cinsimi oluşturan erkek çocukları kafamı karıştırmaya (her nasıl bunu beceriyorsa) başlamış ve böylece aşka doğru uzanan hayatımızın en anlamlı diyebileceğimiz en güzel engebelerine  sahip olan uzun bir yolun ilk adımlarını atmaya başlamıştım. Belki de bu yola bu kadar erken denilebilecek bir yaşta adım atmamın nedeni; beni en çok güldüren kişi olmayı başarabildiği gibi aynı zamanda en çok sinirlendiren ve buna rağmen oyun oynamaktan da en çok zevk aldığım en yakın arkadaşımın karşı cinsimden olmasından kaynaklanıyordu. Gerçi onun kadar yakın olduğum, çok sevdiğim ve onunla aynı gün doğmuş olup o günden itibaren onunla kardeş gibi büyüdüğüm ve dolayısıyla en çok paylaşıma sahip olduğum ilk arkadaşım, kendi cinsimdendi. Ve ben, beni en iyi arkadaşı olarak gören ve bende onu öyle gördüğüm halde bu kız arkadaşımla oyun oynamak yerine karşı cinsimden olan diğer arkadaşımla oynamayı tercih ederdim. Üstelik, bunun nedenini bende bir türlü anlayamazdım. Neden kız arkadaşımın yanağıma kondurduğu bir öpücük değil de, erkek arkadaşımın yanağıma kondurduğu öpücük beni daha mutlu ediveriyordu? Ayrıca ben daha o zamanlardan bir erkeğin peşine takılıp gittiğim için büyüklerimden azar işitmeye başlamıştım. Uslu,sessiz-sakin bir kız çocuğu olan ben, çok yaramaz olan erkek arkadaşımın aklına uyarak onunla birlikte gizlice anaokulundan kaçmayı başarmıştım. Ne büyük bir başarıymış ki, dillere destan oluvermişiz.

 

Derken, ilk okul dönemi başladı. Okuma-yazmayı öğrenmenin yanı sıra derslerin öz konusunu oluşturan tarihimizin ve sayıların hayatımızdaki yerini ve önemini anlamaya çalışmak ve kavramak,bunlarla ilgili ödevler yapmak gibi bir takım görevlerle ve sorumluluklarla yüklenmeye başladık. Ama bunlar da bir şekilde yapılıyordu. Gerek sonunda bizi sevindirecek bir takım kandırma yöntemleriyle yaptırılıyor gerekse biz yapamasak bile aile fertlerinden biri muhakkak bize bu konuda yardımcı oluyordu. Biz çocuklar için yine herşeyden önce arkadaşlarımızla birlikte oyun oynamak ya da çizgi film seyretmek geliyordu. Biraz daha büyüyünce de durum pek değişmedi. Sadece önceleri oynanan “saklambaç”, “yağ satarım bal satarım”, “tilki tilki saatin kaç” gibi oyunların ya da arabalarla bebeklerle oynamanın yerine artık kendi başına organize ederek doğum günü partileri veren, gençliğe adım atmak üzere olan bizler  “dansa davet”, “kim-kiminle,nerede,nasıl,ne zaman” gibi şuanda abuk sabuk bulduğum bu oyunları oynamaya başlamıştık. Yani oyunlarımızın içeriğini karşı cinsle olan ilişkilerimiz oluşturmaya başlamıştı. Zaten bu oyunların devamında da önce, kalplerle ve iki tarafında isimlerinin baş harfleriyle süslenmiş resimler ve güzel sözlerden oluşan kağıtlar, gizlice çantaların içine konmaya ya da okul çıkışında bir anda cebimize sokuşturulmaya veya hiçbir söz bile söylemeden elimize tutturulmaya çalışılmış, sonrasında da ilk deneyim olduğu için çekingenliğin vermiş olduğu bu gizemle gelen sessiz ama tatlı-romantik olan yazılı aşk ilanlarının yerine adeta bir cesaret gösterisine dönüşen çıkma teklifleri gelmeye başladı. Arkadaşlarla bir araya gelindiğinde yapılan sohbetlerin tek konusunu “acaba o da beni seviyor mu?” şeklindeki cümlelerle başlayan karşı cinsimizle olan ilişkilerimiz oluşturuyordu. Kısacası, hayatımızdaki öncelik sırasını hep aşk mevzuları oluşturuyordu. Ancak zamanla hayatın içinden olan ve hatta daha önce de belki yanı başımızda duran ancak göremediğimiz başka önemli konularda  yaşantımızda yer edinmeye başlamış ve verdiğimiz değere ve öneme göre oluşturduğumuz hayatımızın öncelik sırası ister istemez değişikliklere maruz kalmaya başlamıştı.

Ben büyüdükçe bununla paralel olarak derslerinde  ağırlaşmaya başlamasıyla gerek okuldaki gerekse evdeki sorumluluklarım ve en önemlisi kendime karşı gerçekleştirmeyi görev bildiğim sorumluluklarım da artış göstermeye başlamıştı. Artık çocukken  kurduğum hayalleri  yavaş yavaş gerçekleştirme zamanı gelmişti. Ve bunu gerçekleştirmek hiç de hayal edildiği gibi kolay olmayacaktı. Oysa “ben büyüyünce doktor olacağım ya da şunu bunu olacağım,şunları yapacağım” demek ne kadar da kolaydı. Bir yandan okuldaki ders notlarını iyi bir ortalama için yüksek tutmaya çalışarak bir yandan da dershanedeki sınav sonuçlarını yükseltmeye çalışarak, önceden kurulan hayallerden belki de diğer hayallerimizi de  gerçekleştirebilmenin ilk adımı olduğu için en önemlisi olan üniversitede okuma hayali için girmeye zorunlu bırakıldığımız bir sınav için bende mücadele veriyordum. Bu öyle bir sınav ki, hesapta öncesinde verilen mücadeleyi ölçüyor. “Çok çalışan kazanır”misali. Oysa bu sınavı çok çalışan kazanamadığı gibi çok çalışmayan  kazanabiliyor. Tabi ki,böyle bir sisteme sahip olsak bile geleceğimize şekil vereceğini ve bizi bu anlamda yönlendireceğini düşündüğümüz bu çok önemli sınav sonucu için bu şekildeki bir bilinçle hareket etmekte insana bir şey kazandırmıyor. Yine de ben bu sınav için gereğinden fazla mücadele verildiğini düşünüyorum. Bir kere bu sınav, sanki hayatımızın sınavıymış gibi benliğimize öyle bir yerleşiyor ki, sayesinde sosyal hayatımız kalmadığı gibi ev içindeki sosyalliğimizi bile köreltebiliyor. Hayatımız varsa yoksa ders kitaplarından ibaret oluveriyor. Bir de çalışkan bir öğrenciysen çevrenin beklentileri de kişiyi daha da bir sınırlandırarak düşünce özgürlüğünü de elinden alabiliyor. Yani yalnızlaşıveriyorsun,ama hiçbir anlamda özgürlüğü olmayan bir yalnızlık bu. Çünkü, çocukluğunda kurduğun o hayalleri gerçekleştirebilmen için önceki alışkanlıklarından ya fedakarlık etmen gerekiyor ya da hayatının vazgeçilmez bir parçası haline gelen bu alışkanlıklarını bir şekilde kısıtlaman gerekiyor. Üstelik benim açımdan da önceleri hayatımda öncelik sırasını verdiğim aşk mevzuları, sonraki yıllarda üniversite sınavına kadar okunmamak üzere rafa kaldırılmış bir kitap ya da çok sevdiğim halde kışın denize giremediğim için yazı beklemek zorunda olmak gibi sabır gerektiren bir duruma dönüşmüştü. Oysa aşk yasak falan dinlemez derler ya, işte insan görmeyi ve dinlemeyi kendine yasak edince aşkın var olduğu dünyadan kendini soyutlayabiliyorsun.

Üniversiteye girince ise, bir süreliğine hayatımda  geri plana atmış olduğum aşık olma durumları ile sosyalleşme çabalarım tekrar canlanıverdi. Ancak,şimdi düşünüce fark ediyorum ki, genel anlamda hayatımda yer verdiğim öncelik sıralamamda ilk sırayı hep kariyer elde etmeye yönelik çabalarım oluşturuyordu. Yani o sıralar hayatımda yaşanmasını istediğim her bir şey vardı ve yaşanıyordu ama önceliğim çoğunlukla kariyerim üzerineydi. Üniversite bitince de durum pek farklı değildi. Sağlam bir kariyer elde etmek adına başvurulan işler,yapılan stajlar veya gidilen kurslar… Ancak, zamanla kariyer önceliği de yerini ister istemez maddi çıkarlara bırakmaya başlıyor. Çünkü, artık diplomanı almış unvanı olan bir bireysin, iş bulabilir ve kazancını kendinde sağlayabilirsin. Ve hatta bu güne kadar senin geçimini sağlamış olan ailene bu sefer sen katkı da bulunmak isteyeceksindir. Önceleri kariyer amaçlı yapılan iş başvuruları sonradan yerini elde olmayan nedenlerden ötürü iyi bir maddi kazanç sağlayabileceğimiz ve aslında gerçekleştirmeyi arzu ettiğimiz hayallerimizle hiç örtüşmeyen iş başvurularına bırakabiliyor. Çok parası olduğu için gerçek mutluluğu yakaladığını düşünen ya da daha doğrusu bunu hisseden insanlar var mıdır? Aşk,sevgi,sağlık,mutluluk parayla satın alınabilir mi? Paranın sadece bir araç olduğunu herkes idrak edemeyebilir, ancak paranın aynı zamanda yaşamak için görmezden gelemeyeceğimiz çok önemli bir ihtiyaç olduğu da maalesef ki yadsınamaz bir gerçek. Ancak, her şey için gerekli olan bir şey var ki, o da sağlığımız…

 

Hayatımızın her döneminde, bizi en çok meşgul eden önceliklerimiz yer değiştirebildiği gibi bunların eşit oranlarda hissedilebildiği zamanlarda olabiliyor tabiki. Yaşadığımız her dönemin beynimizde en çok yer işgal ettiği için öncelikleri dediğim başlıca konularını oluşturan “aşk,kariyer, iş,para ve sağlık” aynı zamanda gerek özel günlerimizde gerekse en sıradan günlerimizde bile sevdiklerimize en içten dileklerimizle gönderdiğimiz mesajların ya da bir anlamda sevgimizi paylaşmak adına tüm içtenliğimizle söylediğimiz ya da samimiyetimizden dolayı ilk anda aklımıza gelipte karşı tarafa iyi gün dileklerinde bulunmak adına kurduğumuz cümlelerin başında gelen kelimelerdir. Böyle zamanlarda akla ilk gelen ve söylenen kelimelerdir bunlar. Çünkü, bunlardan  en az biri bizi yaşamak için ayakta tutan, bize güç veren,umut veren bir nedeni temsil ediyor. Birini elde ettik mi, bu sefer başka birini kendimize bir hedef olarak seçiveriyoruz. Tabi, elde edene kadar da ne zorluklar çekiyoruz. En başta da ruh sağlığımız bozuluyor ve bu durum zamanla tüm bünyemizi ele geçirip bir anda kendini en fazla hissettiren şey olabiliyor. Ancak, biraz stresinde insanı başarıya götürdüğü ve hedeflerine ulaştırmada yardımcı olduğu gerçeği de yadsınamaz. Bu anlamda bizler sadece doyumsuzluğumuzun kurbanı oluveriyoruz diyebilirim. Hep daha mükemmele ulaşma hırsından ya da olanla yetinebilmeyi ve bundan mutlu olmayı bilememekten, her şeyde aşırıya kaçmaktan dolayı kaynaklanan stresler, zamanla sağlığımızı da kendini aşırı derecede hissettirecek şekilde olumsuz olarak etkileyebiliyor. Ve o zaman anlıyoruz ki, hata yapmışız. Hayatta önceliğimizi aslında sağlığın oluşturduğu gerçeğini unutuvermişiz.

Dolayısıyla ben herkese öncelikle sağlık diliyorum. Çünkü, gerisi zaten bir şekilde geliyor, bazen de geldiği gibi gidiveriyor ya da geliyor da yetmiyor ve doymak nedir bilemeyebiliyoruz. Yani gelen şeyin değerini ancak kaybedince anlayıveriyoruz ve tekrar onu geri istiyoruz. Ama asıl değerinin bilinmesi gereken şey var ki, işte onu yitirdik mi geriye yapabileceğimiz ya da yaşayabileceğimiz hiçbir şey kalmıyor. Çünkü, yaşam bizden alınmış oluyor.