Sanki bu yeryüzünde, bu form ile, bu yaşamın amacı yalnızca seni sevmekmiş gibi geliyor.
Seni sevmek tüm yeryüzünü sevmek, tüm kâinatı sevmek, varoluşu sevmek, seni sevmek kendimi sevmekmiş. Seni sevdikçe ve sen seni sevmeme izin verdikçe, sevgiye teslim oldukça herkes ve her şey birbirini, bizim bizi sevdiğimiz gibi seviyor; ve sonra içimden süzülüp dışarıya yansıyan bu olağanüstü sevgiye hayran oluyorum.
Mevlana Şems’e aşık olmadı; oradaki gizemi hiç kimse anlamadı. Mevlana zaten Aşık doğdu; o Aşık’tı ve Şems’e rastlayıncaya kadar sevebileceği, sevgisini aktarabileceği, sevgisine talip olacak birini aradı.
Sevgi o kadar büyük ve güçlüydü ki, bilinçsizce kaçıyordu herkes. Taşınabilirliği zordur bu tür bir sevginin, çünkü o bir nurdur. Şems’in cesareti bu sevgiye talip olmaktı ve o kendini açıp bir rahim olduğunda, Mevlana bu aşk nurunu kendi engellerinde kaybolmadan aktarabildi.
Benim sevgime talip olan da sensin. Nefesi almamak nefessiz kalmaktır. Derdimiz bir eş, dost, yaren bulma derdi değildir. Tüm bu rollerden öte sevgiye talip olacak, sevgiyi bir nefes gibi içine çekip, tüm cömertliğiyle bırakabilecek bir yürektir aranan. Seni diğerlerinden ayıran tek fark budur. Sende görünen ve hayranlık uyandıracak kadar parlak olan muazzam bir ışıktır bu. Bu sebeple adı Şems’tir. Güneştir. Sevginin nurudur görünen ve bu nuru taşıyabilecek bir başka form arayışındadır insanoğlu yalnızca.