Sevgi deyince aklıma sevgili, sevgili deyinceyse uzun bir isim listesi geliyor. Yatağıma uzanıp düşündüğümde, bazen suratlarını yüzümün önüne getiremediğim, bazen de tesadüfen fotoğraflarını bulduğumda yanlış hatırladığımı fark ettiğim isimler. Çoğu şu anda ne yaptıklarını hiç bilmediğim isimler, ne yaptıkları umurumda olmayan isimler, bazılarıysa çok merak ettiğim isimler.

Herkese göre değişen bir tabir bu sevgi.

‘Sevgi zayıf bir duygudur ama çok güçlü bir silahtır’ demişti tanıdığım bir kız. İlk kez birini sevdiğinde 16 yaşındaymış, kırık bir kalple terk edildiğindeyse 17. Yaşıt olduğumuza göre üstünden 13 sene geçmiş, fakat kız hala unutamamış bunu. Şu anda erkek arkadaşları sayesinde bir evi, bir de arabası var ama yanlış anlaşılmasın kesinlikle fahişe değil. Seçtiği erkekler onu o kadar iyi beslediler ki muhteşem bir şekilde para biriktirmeyi başardı. Şu an en sevdiği şeylerden biriyse hala erkeklere eziyet çektirmek. Zayıf bir duygu ama muhteşem bir silah…

Sevgi konusunda acayip talihsiz bir erkek tanıdığım var. Adamın peşinde ne güzel kızlar mahvoldu, ama o hepsiyle gönül eğlendirdi, sonra gitti en kamyoncusunu seçti. Evlendi de onunla, mutluydu en son gördüğümde. Eee gönül bu, nereye konacağı belli olmaz.
Bana gelecek olursak…

İlk sevgilimin kim olduğunu hatırlamıyorum. Hafızam zayıf o yüzden iki kız arasında gidip geliyorum ama galiba Opal’di ilk sevgilim. Babası NATO’da çalışan ve bana budizmin temel ilkelerini öğreten bir Japon subaydı. Opal onun kızıydı. Henüz Lise 1’e giden, ergenliğe geç girme problemli, kısa boylu, gürbüz ve yüzünde tüy bitmeyen toy bir delikanlıydım o zamanlar. Onunla yaşadıklarımı hatırlayınca şu an sadece hafif bir tebessüm yayılıyor suratıma. Çocukça şeylerdi. Yan yana yürürken omuzlarımız birbirine dokunduğunda elektrik çarpardı. Fazla kafe yoktu o zamanlar Alsancak’ta ama birine oturduğumuzda, bir şeyler yediğimizde çok mutlu olurdum. Bir insanla bir şeyler paylaşmak, beraber yaşamak… Hoş şeylerdi. Benim gibi anti sosyal birinde ne bulduğunu hala bilmiyorum.

Zaten çabuk girdi hayatıma ve çabuk çıktı.

Bir sene sonra akciğer kanserinden öldü. Hayatında bir tek sigara içmemesine rağmen. Tanrı’nın tuhaf bir mizah anlayışı olduğuna o zaman inanmıştım. Annesi de aynı illetten ölmüştü yanlış hatırlamıyorsam. Babası hayatındaki en önemli iki kadını kaybedince ordudan ayrıldı, sonra da Türkiye’den. Ayrılmadan evvel bana Opal’in sürekli taktığı bandanasını (o zamanlar modaydı ya, Axl Rose hep takardı) bana vermişti. Uzun bir süre sakladım o bandanayı, sonra kayboldu gitti herhalde. Uzun süre rüyalarıma girmişti Opal. Hatta ilk birkaç yıl, tam öldüğü gün hayaletini gördüm (hayalet görme mevzusu çok olur bende, örnek olarak geçen sayılarda yazdığım Emre, Arzu ve Yıldızlar yazılarına bakabilirsiniz) Sonra gelmedi bir daha… Ben de zamanla unuttum gitti.

Sevgi ilginç bir duygu. Az önce anlattığım olaydan kurtulmam iki senemi almıştı. Bayağı yoğunmuş o duyduğum sevgi demek ki.

Ama sevgi sadece sevgiliyle yaşanan yoğun duygular değildir. Anlık hissettiğin ve günün ağırlığını üstünden atmana yardımcı olan minik sevgiler vardır ki bunlar da çok güzeldir.
Askerliği bu gibi küçük sevgiler, mutluluklar sayesinde vukuat işlemeden bitirdim. Mesela yatağa yatmadan evvel göğe bakardım. O karların üstüne yavaşça batan güneş, pembe, mor ışıklar yayardı. Muhteşem bir görüntü olurdu ve içim küçük bir neşeyle, sevgiyle dolardı.
Aslında bu tarz küçük mutlulukları çok yaşıyoruz, hatta Pişmiş Kelle’nin eski çizerlerinden biri (Metin Fidan galiba) bu minik olguyu çok iyi yakalayıp her ay bununla ilgili enstantaneler yazardı.

‘Severim… sabah erken kalkıp da vapura yürüdüğümde, yüzümü yıkamadığımda gözlerimde oluşan çapak tortularını silmeyi…’
‘Severim… evde boş boş otururken birden sokaktan geçen tahin-pekmez satıcısının geceyi yırtan çığlığını duymayı…’ şeklinde minik minik yazılar yazardı.

Gerçekten de ilk başta “sevgi” denince akla önce sevgili geliyor.

Biraz yüzeysel düşününce aklınıza bir sürü başka sevdiğimiz şeyler de gelir. Mesela çikolata, dondurma, bira, para gibi… Daha edebi düşünün, sevdiğiniz yazarlar ve çizerler vardır… Metin Fidan gibi düşünün, sevdiğiniz bir sürü minik detay olduğunu fark edeceksiniz.

 

derKi’yi takip edenler bilir Emre ve Elçin’in “Bir çift” diye başlayan bir yazı dizileri vardır. Bu ayki bölümünde “Barmen Ali’yi sen yaz” dediler bana, Emre’yle karşılıklı oturup yazdık ve inanılmaz sevdim o işi yapmayı ve keyif aldım. Normalde amelelik gibi gelirdi.
Demek ki sevginin ne zaman ve nerede karşımıza çıkacağı da belli olmuyor.
Hakkında binlerce kitap ve roman yazılan bu olguyu anlatmaya devam edersem herhalde ömrüm yetmez. Ama varmak istediğim noktayı yakaladım.

Kısacası sevgi, sadece sevgiliyle kısıtlı değil. Sevgi hayatımızın her yerinde ve her noktasında, yeter ki ona ulaşmayı bilelim.

Sevgiyle ilgili çok hoş bir hikâye ile yazıma son veriyorum.

İhtiyar bir kedi, genç bir kedinin kendi kuyruğunu kovaladığını, olduğu yerde dönüp durduğunu görmüş ve merak etmiş.
“Ne yapıyorsun sen öyle? “ diye sormuş.
Yavru kedi soluk soluğa cevap vermiş.
“Bana kuyruğumun sevgi olduğunu söylediler. Ben sevmek, sevilmek istiyorum, o yüzden onu yakalamaya çalışıyorum”
İhtiyar kedi gülmüş.
“Bana da gençken aynısı söylenmişti. Ben de o yüzden uzun bir süre kuyruğumu (sevgiyi) yakalamaya çalıştım ama başaramadım. Sonra vazgeçtim ve kendi bildiğim gibi yoluma koyuldum, sonra bir de baktım, meğer arkamdan geliyormuş.”