Bölüm 1: Arayarak Bulamazsınız!
Kızımız uluslararası bir şirkette yöneticidir, 30’lu yaşlarını geçmiş, sürekli yurtdışına gelip giden tipik bir büyükşehir kadını. Bir iki uzun süreli ilişkisi olmuştur, ama bir türlü aradığını bulamadığından yakınır. Derken günlerden bir gün, bir adamla tanışır. Pardon vurulur, yanar biter kül olur. Adam da ona ilgi duyunca bizimki iyice uçar. Artık “Facebook durumu”na “I found the one” (O’nu buldum) tarzı cümleler döşenmeye başlar. Sonra bir gece aniden “durum”da “Life sucks!” (Yaşam berbat!) mesajını görür ve ona mesaj atar ne olduğunu sorarsınız, morali “down”dır. “Herkes mi yalancı” diye isyan eder size; “Aradığımı bulduğumu sandım, ama gene çuvalladım” diye dert yanar. Ama aslında evrensel bir gerçek vardır: Aradığınız her kim veya ne ise, onu zaten arayarak bulamazsınız!
Bu noktada bizim evin kedisi Zuma ile annemin sıcak(!) ilişkisine değinmek lazım. Annem Zuma’yı sevmez ve geceleri üstüne atlayacak diye kovalamaya çalışır. Bana da sürekli “al bu kediyi odaya, yatamıyorum” der. Ama Zuma öyle bir yere girmiştir ki yakalayamazsın kesinlikle. Ona şunu derim, anne kendi haline bırak, o zaten az sonra yanıma gelir benim, alır odaya koyarım. Ama o diretir ve Zuma’yı kendi kovalar, kedi hayvanı da kaçar durur. İşte size bir evrensel gerçek daha: Peşinde koştuğunuz her ne ise, siz yakalamaya çalıştıkça o sizden kaçacaktır. Ama kendi haline bırakılınca, o size kendiliğinden gelir. Nitekim annem yatar, kovalamaca biter, Zuma da tıpış tıpış gelir yanıma, ben de alır odaya koyarım onu.
Yine kedi hayvanıyla ilgili sevdiğim bir hikaye de şudur: Küçük kedi sürekli kuyruğunu kovalar, büyük kedi bunu neden yaptığını sorar. Küçük kedi, kuyruğunu yakarlarsa mutluluğu bulacağını söyler. Büyük kedi gülümser, “Ha o mesele mi, ben de senin gibiydim ama bir türlü yakalayamadım, sonra yürüyüp gittiğimde o benim arkamdan geldi” der. İşte ben de o küçük kedinin yaptığını yıllarca yapmış biriyim. Aradığım aşkı bulacağım, mutlu olacağım diyerek yıllarca eşeleyip durdum. Her yeni tanıştığım insan da “evet, tamam şimdi buldum” hissini verdi ilk başta. Ama sonrasında, yine hayalkırıklığı, yine hüzün, yine hüsran… Derken 10 Ekim 2004 öğleden sonrasında artık evrene şu çığlığı attım, “Tamam, yeter, ben bırakıyorum, artık hayatımda kız mız istemiyorum, kendimi yalnızlığıma tamamen kapatacağım ve bir daha da böyle sorunlar yaşamayacağım. Benim için aşk, meşk, sevgili vs. konuları tamamen bitmiştir!” Gümüşsuyu Yokuşu’ndan Taksim AKM’nin önüne doğru ağır ağır yürürken içimdeki hisler böyleydi. Bitmiş, çökmüş, bırakmış bir Hasan. Birazdan kitabımı okuyup bana benimle tanışmak istediğini söyleyen bir okurumla buluşacaktım. Aslında mailini ilk gördüğümde içimde bir ses, dikkat et bu maile demişti, farklı bir enerjisi vardı. Bu yüzden tanışma teklifini reddetmemiştim, ama işte buluşmaya giderken anlattığım haldeydim. Uzun süren bir ilişkiden çıktıktan sonra yıllarca kendini toparlayamayıp, başka kişileri denemiş ama her seferinde de kendini parçalanmış hissetmiş bir ben. Ağır ağır yürüyordum yokuştan yukarı tüm geçmişimi düşünüp, kendime acıyarak…
Aradan tam 45 dakika geçmişti ve o gecikmişti. “Bununla sevgili olan yandı, hele es kaza senle bişi olursa yandın, çok bekletir adamı” diye söylenirken içimden, uzaktan gördüm kendisini. Sonra yavaş yavaş yaklaştı… Yanıma geldi… Yüzüne baktım ve o an içimde sadece tek bir ses vardı: “İşte eşin geldi.” Aradan 10 saniye bile geçmemişti ve karşımdaki insanın eşim olduğunu biliyordum. İşin daha da ilginç noktası onunla, aşka dair tüm arayışlarımı bıraktıktan ve bunu evrene söyledikten yaklaşık 1 saat 45 dakika sonra tanışıyor olmamdı.
Şimdi o andan bugüne 5 seneden fazla bir süre geçti. Ben bu yazıyı yazmaya çalışırken o içeride bebelerimizle ilgileniyor. Her kapıdan çıkışımızda da onu 1.5 saate yakın bir süre bekliyorum. Ben akrep, o aslan burcu olduğumuz için de hayatımız bayağı da şenlikli. Gayet de mutluyum yaşamımdan. Geçmişe dair pişmanlığın var mı diye sorarsanız eğer, pişmanlık değil de, imkanım olsa şunu yapmayı isterdim… 18 yaşıma gider ve onu karşıma alıp şunları söylerdim ona: Sevgili Hasan, önündeki 10 yıl boyunca hep aşkın peşinde koşacaksın, ama hep canın yanacak. Aslında canını yakanlar karşındakiler değil doğrudan kendin olacaksın. Karşındaki insanlara hep bir beklentiyle yaklaşacağın için o insanlarla olmanın tadını da çok çıkartamayacaksın ne yazık ki. Halbuki sevgili bir hocanın “Siz gençler, ilişkilerinize ad koymaya o kadar meraklısınız ki onu yaşamayı unutuyorsunuz” sözünden ne kadar etkilenmiştin… Ama hayatında uygulamadın bunu ve hep adlandırmalar peşinden koştun. Bunun yerine gel, onlarla geçirdiğin zamanı, zihinsel beklentilerinin oyunlarının peşinde olmak yerine, cidden onlarla geçir ve yine çok sevdiğin şu benzetmeyi unutma… İnsanlar ırmaklar gibidir, kendini akışına bırakırsan bir bakarsın ki başka bir ırmak sana karışıvermiş, birlikte akıyorsunuz. Zamanı geldiğinde de o ırmakla yollarınız ayrılır, bir başka ırmakla karışıverirsiniz… Yaşamın akışı budur. Bırak kendini evren sana getirsin o anda kiminle akman gerekiyorsa…
Tabii 18 yaşındaki Hasan bu sözlerimi dinler miydi? Muhtemelen hayır! Zaten dinlemeyeceği için de hayattan “arayarak bulamazsın” dersini öğrenecek ve sizlerle bu bilgiyi paylaşabilecek deneyime sahip olacaktı. Çünkü ben 18 yaşındayken, sanki gelecekten birinin kulağıma fısıldadığı bu cümlelere pek aldırmamıştım ve işte size bu satırları yazıyorum.
Bu arada yazının başındaki hanımkızımız mı? O halen arıyor ama umarım artık duracak.
Sizlerin de aramalarınızı durdurmanız ve aradığınızın size gelmesine izin verebilmeniz dileğiyle…
Bölüm 2: “Evrensel” Sipariş Verme Sanatı
Önceki bölümde, aradığınız şey her ne ise onun peşinden koşarak bulmanız mümkün değil, peşinden koştukça sizden uzaklaşır, ama siz yolunuza devam ederseniz o size gelecektir, satırlarının altını çizmiştim. Yazımın ardından,” Tamamdır arkadaş ben yürümeye devam ediyorum o zaman, bu kadar zorladığım yetti kendimi” mesajları geldi mail kutuma. O zaman sizlere şimdi çok önemli bir tüyo daha vermek istiyorum yolumuzda ilerlerken işimize yarayabilecek cinsten… Dileyin ve dileğinizin nasıl gerçekleşeceğini bırakın evren halletsin.
Hikaye bu ya, adam Tanrı’ya sormuş: “Tanrım, dileklerim nasıl gerçekleşecek, lütfen bana bir yol göster.” Tanrı yanıtlamış, “İçinde bir posta kutusu düşün ve dileğini beyaz bir kağıda yazıp, o posta kutusuna at. O kağıt bana ulaşacaktır, ben de dileğini gerçekleştirmen için sana yardımcı olacağım. Ama sakın bunun nasıl olacağını düşünme, o kısmını bana bırak…” İşte meşhur “sır” budur. Ne istiyorsanız dileyip, bir “içsel” beyaz kağıda yazıp, evrene yollayın. Ama “Nasıl olacak?” kısmına takılmayın, bırakın evren onu halletsin en uygun haliyle. Bunu yıllarca çevremdeki herkese anlattım, ama benden başka dinleyen pek olmadı, çünkü inanmadılar bu söylediğime. Zihinlerimiz “nasıl olacak yahu?” sorusuna o kadar kurulu ki, dileğimizin olacağı varsa da engel oluyoruz. Mesela PC’nizde Photoshop ikonuna tıkladığınızda, program bir süre sonra açılır değil mi? Peki üstüste aynı ikona tıklarsanız ne olur? Sistem, programı üst üste açmaya çalıştığından kilitlenir ve reset atılmadan da çalışmaz hale gelir. Ya da bir restorana gidip, siparişinizi verdiğinizde ne yaparsınız? (Bu örnek, Aykut Öğüt’ün “Evrenden Torpilim Var” kitabından alıntıdır.) Yemek gelene kadar arkadaşınızla sohbet edersiniz, tuzluklarla oynarsınız, gazete okursunuz veya etrafı izlersiniz… Ama şunu söyler misiniz? Arkadaşlar yahu sipariş verdik, ama gelecek mi? Ya gelmezse? Ya aç kalırsak? En iyisi ben gidip bir şefin başına dikileyim bir ya da şu sıska garsonu sıkıştırayım. Bunları yaparsanız ne olur? Restoranın kapısına “kibarca” konursunuz. İşte “nasıl olacak?” sorusuna takıldığımızda da, evrensel işleyişe yaptığımız aynen budur. Endişe ve korkularımızla her şeyi manipüle etmeye çalışır ve eninde sonunda da yüzümüze gözümüze bulaştırırız. Ama akıllanmaz, daha da hırsla saldırırız zihnimizde “nasıl olacak?” takıntısıyla… Ezelden ebede varolan evrensel sistemde bir mikron kadar bile yer kaplamayan bizler, o sonsuz evrenden daha iyi biliyoruzdur çünkü neyin nasıl olup, nasıl olamayacağını ve ona işini öğretmeye kalkarız. Halbuki karşımızda “dile benden ne dilersen” diyen bir sistem var. (Her ne kadar biz buna –kendimizi değer bulmadığımız için- inanmasak da.) Dilediğiniz her şey, ama her şey gerçekleşiyor, amma velakin tam da olması gereken zamanda.
“Dileklerim neden hemen gerçekleşmiyor ya da ne zamandır bekliyorum, neden olmuyor?” sorularının yanıtı da burada yatıyor işte. Siz restoranda siparişi verdiğinizde, her yemeğin bir pişme süresi vardır ve ona uygun olarak beklersiniz. Ben hatırlıyorum, hayatımda ilk defa sufle siparişi verdiğimde garson bana, 45 dakika civarında hazır oluyor bilginiz olsun demişti. Kalkıp 15 dakika sonra, garsonun yakasına yapışmamıştım hani. Dileklerimiz için de geçerli bu, her şeyin bir pişme süresi var ve o süre tamamlandığında, kaşığı içine daldırdığınızda harika lezzetler alabileceğiniz bir deneyim sizleri bekliyor olacak. Ama ne olur aşçıbaşının işine burnunu sokmayın. Sadece siparişinizi verin ve sonra – beklemeye değil- yaşamaya devam edin. Nasılsa o sizin masanıza gelecek.
Şimdiden afiyet olsun hepinize…