16 Nisan referandumu sonrasında duvarında şu iletiyi yazmıştı bir arkadaşımız.
“Dalga mı geçiyorsunuz ya ?
Mühürsüz pusulayı geçerli kılmak demek, seçim sürecini ALENEN, herkesin GÖZÜ ÖNÜNDE, manipüle ediyorum demek.
Hiç bir HUKUK DEVLETİNDE, hiç bir hukuk sisteminde bunu meşru kılacak bir dayanak yoktur, olamaz !”
Ona şu yanıtı yazdım:
“Sorun da bu zaten tatlım. Biz insanlık olarak kendi yarattığımız hukukun bir illüzyon olduğunu, kuvvetler ayrılığının işe yarayacağı inancının arkasında sahte bir huzurla yaşamak olduğunu öğreniyoruz şimdi.
Binlerce yıldır, yüzlerce yerde, bir gün bir akıllı çıktığında her şeyi kendine yontuyor ve bütün bir sistem bir günde alaşağı oluyor.
İnsanlar olarak BEN yerine BİZ demeyi öğrenebilirsek, diğerini cahil bırakmaktan medet ummayı, hukukta bulunan boşlukları kendi tarafımıza yontmaktan, ekonomideki açıkları kendi kar hanemize irat kaydetmekten, gücü/parayı/silahı ele geçirdiğimizde diğerine şuursuzca doğrultmaktan ancak maraz doğacağını anlayabilir ve kabul edebilirsek insanlık olarak yükseleceğiz.
AB ülkeleri bunu fark etmiş ve yatırımın çoğunu insanı eğitmeye ve BİR’lik bilincine yapıyor. Ülkesinde aç, yoksul, cahil bırakılmış insan olmasından medet ummak yerine gerçek anlamda kalkınmaya değer/önem veriyor, haliyle hukuk da kendisine geniş bir çalışma ve gelişme alanı buluyor.
Trump gelene kadar ABD de kuvvetler ayrılığından memnundu, halkı cahil bırakıp yönetmek orada da kolay geliyordu, Trump geldi onların da oyunu bozuldu.
İnsanlık olarak sıçramak için önce düşmenin gerekmesi çok acıtıyorsa da bundan ders alacak mıyız? Asıl soru tam da bu işte…”
Durum ortada. İnsanız ve düalite içinde yaşıyoruz. Kazanmaya odaklıyız. 3 Boyutlu gerçeklikte zamanı doğrusal, karanlığı etkin sanıp gizlilik içinde bir sürü deneyim yaşıyoruz. Sorsak hepimiz dürüstüz ve sevgi doluyuz ama iş bireysel veya kabilesel çıkarlara geldiğinde kazanç olarak gördüğümüz şeyi elde etmek adına her türlü karanlığa balıklama dalmaktan çekinmiyoruz.
Yarattığımız illüzyonlarla, kazancın maddi şeylerle sınırlı olduğu inancına odaklanmış bakış açımızla yola devam ettiğimizde genellikle “nasıl daha fazla hile yapılabilir” konusunda uzmanlaşıyoruz. Bu bakış açımızın kimseye uzun vadede katkısı olmadığını biliyoruz ama böyle bir bakış açımız yokmuş gibi davranıyoruz. Vicdanımız bu bakış açımızla hareket etmemizi engelleyecek olan parçamız ya, onunla ilgilenmiyormuş gibi görünerek vicdanımızı susturacağımızı sanıyoruz her halde 😛
Uzun zamandan beri kazanmanın da kaybetmenin de aslında ardışık düzenlerden ibaret olduğu gerçeğini yok saydık. Neredeyse hepimiz bugün kazananın, kazanç hanesine bir artı koyduğu andan itibaren kaybetmeye başladığını, sürecin hiç bir zaman tersine işlemediğini, sadece süresinin değiştiğini göz ardı ediyoruz.
Birey olarak kazandığımızda (kazandığımıza inandığımızda) sevinç duyup diğerinin üzüntüsüne sebep olduğumuzu neredeyse unutuyoruz (ya da “e her zaman bir kazanan olur, bu sefer ben/benim kabilem oldu” sığlığında bir bahane dosyasına sıkıştırıyoruz kazanma hırsımızın duygusal tepkisini). Üzülen kardeşimiz bile olsa. Ailemiz kazandığında diğer ailenin kederi bizi ilgilendirmiyor. O aile yakın akrabalarımız, kuzenlerimizden oluşsa bile… Mahalle, şehir, ülke kazanımları da elbette aynı gerçeklikte sıkışıp kalıyor. Bu yüzden mesela olimpiyatların bağlayıcı, birleştirici olması gerekirken fiili uygulamada “hukuken “yasak” olan doping neredeyse her seferinde bir gerçeklik olarak varlığını sürüdürüyor. Ortaya çıkma olasılığının yüksekliğine rağmen aşırı hırslı sporcular doping almaktan ya da yöneticiler onlara açıkça veya gizlice vermekten çok da çekinmiyorlar. Sporcular da yarışırken kazanabilmek için diğerine maddi manevi zarar verme kaygısını neredeyse hiç duymuyor, böyle bir kaygısı olsa da görmezden geliyor, yok sayıyor. Kaldırılan kupa, boyuna asılan madalya düşmanlığa ödül kisvesinde bir kılıf olup içteki karanlığı perdeliyor.
Bir ülke diğeriyle savaşarak ya da bugün olduğu gibi finansal kölelik yaratarak bir şeyler kazandığında o ülkenin -neredeyse- bütün ulusu sevinç çığlıkları içinde o kazanımı sağlayan yöneticiyi ayakta alkışlıyor. Diğer ülkedekinin bilendiğini, daha ilk kayıptan itibaren nasıl intikam alacağını düşünmeye başladığını bilmezmiş gibi gibi yapıyor. Aslında biliyor elbette. Bütün tarih bu gel git ile doluyken bilmemesi olanaksız da… Bilse de kendi kabilesinin gücüne o kadar güveniyor ki, diğerinin bir şey yapabileceği, kaybını geri alıp üstüne yeni kazanç eklemek adına daha önce kazanmış tarafın özkaynaklarına saldırabileceği aklına bile getirmemeye çabalıyor.
Anlık, günlük, yıllık, dönemlik kazanımlara o kadar alışkınız ki hepimizin sadece aynı bütünün birer minik parçası olduğumuz gerçekliğini hep unutuveriyoruz.
Ne kadar çok illüzyonumuz varmış…
Bu karanlık yanımızı ne kadar örtmeye çalışsak da o ortada. Hiç örtülemiyor. Bunu biliyoruz ve bir gün biri o karanlığa yenilip hata yapar diye korktuğumuzdan adına hukuk dediğimiz başka bir illüzyonu yarattık.
Sahi yaaa! Bu spiritüel bakış açısı, BİR’lik ve BÜTÜN’lük gibi kavramlarla daha yeni yeni tanıştığım dönemde bir kitapta “yaşadığınız her şey illüzyondan ibaret ve 3 boyutlu realitede olanın doğası gereği siz bunu göremiyorsunuz” gibi bir şey yazıyordu. O zamanki bakış açıma göre illüzyon gözü aldatmak için yapılan oyunlardan ibaretti. Gerçek değildi. Bir tür rüya haliydi ve tabii can da yakamazdı. Kendimi cimcikledim ve canım acıdı. Okuduğum kitaba baktım ve “al işte bak elim acıyor, rüya olsa elim acır mıydı hiç” dedim. Şimdilerde o halim sık sık aklıma geliyor ve kendime gülüyorum. Gülüyorum çünkü orada illüzyon dediklerinde ne demeye çalıştıklarını anlamaya başladım.
Hepimiz 3b gerçekliğinde yaşadığımızdan ayrılık illüzyonuna kapılıp gitmiş durumdayız. Bizleri birleştiren, bütünün parçaları olduğumuzu anlamamıza destek sağlayacak titreşimsel bağları göremiyoruz. Birimizin basit bir hareket olan elini kaldırma, saçını düzeltme, gözünü kırpma gibi farkında bile olmadan yaptığı şeyin bütünde bazen çok ciddi etkili olduğunu anlatmak için “kelebek etkisi” metaforunu kullanıyoruz da her edimimizin bütüne etkisinin gerçek olduğunu yine de göremiyoruz.
O güzel hukukçu kızıma yazdığım gibi, hukuk da yarattığımız rüyasal gerçeklerden biri sadece. Neden hukuka gerek duyduk? İçte bir yerde hepimizin karanlık yanları olduğunu bildiğimizden mi yoksa o karanlık yanın kendimize karşı kullanıldığında uğradığımıza inandığımız zararın “daha adil” bakacak birileri tarafından görülüp bizi korumasını umut ettiğimizden mi?
Bana sorarsanız “Habil ve Kabil hikayesinde anlatılana bakıp zarar gören taraf ben olursam” (arkasını siz doldurun) ile başlayan bir cümle sonucu, tamamen bencilce ve kendimizi korumak için hukuku yarattık. Yani “adalet benim için çalışıyorsa hukuk iyidir, bana zarar verecekse hukuku nereden eğip bükeyim acaba” diyen bir parçamız hep vardı. Vicdanımızın gücüne göre bu parçayı bazılarımız daha çok bazılarımız daha az ender sayıdaki kişi de -elinden geldiyse- hiç kullanmadı. Ancak adalete gerçekten inanan, herkes için adalet isteyen, yaratan hukukçu hayata gelmemiş bile olabilir. Hukukçunun varlık sebebi kriminalitenin bekasıyla bağlantılıdır. Sadece bu durum bile adaletsizliğin sürmesini ve adalet illüzyonunun gelişmesini istememiz için bir sebep olabilir :(.
TEMEL HUKUK SİSTEMİ
Temel hukuk sistemleri genelde üç ayaktan oluşuyor (bazen jüriyle birlikte dört de olabiliyor). Şimdi bunlara kısaca göz atalım.
(Bu yazının asıl amacı nasıl bir illüzyonun içinde olduğumuz anlatmak olduğundan işin olumsuz kısmından, çürük yanlarından söz edeceğim. Bu yazdıklarıma bakıp bütün adalet sistemi çalışanlarını aynı kefeye koyduğumu düşünmeyin lütfen. Yürekten gelen inançla işlerini yapan, ülkelerinin hayrı için çalışan niceleri de var.)
Savcı: Birilerinin hakkını korumak adına delilleri değerlendiren, tanıkları, olayların taraflarını dinleyerek sav yaratan kurumun temsilcisi olan kişi. Birçok ülkede hile, hurda ile sav yarattıkları, sahte delillerle insanları suçladıkları defalarca görülmüş.
Hakim: O savları ve delilleri değerlendirerek önceden tasarlanmış yasaları uygulayarak karar vermesi öngörülen kurumun temsilcisi olan kişi. Tarih boyunca hangi ülkelerde, kaç kez satın alındığını ölçmek olası bile değildir.
Savunma: Bunlar da ikiye ayrılıyorlar. Şikayet edenin avukatı. Sahte deliller üretmek de dahil kaç türlü hukuksuzluk yapmışlardır tarih boyunca? Şikayet edilenin/suçlananın avukatı. Kaç suçluyu yasanın orasını burasını iyice didikleyip açıklarını bularak cezadan kurtarmış veya az ceza alınmasını sağlamışlardır?
(Jüri olan yerlerde kaç kez jüri üyeleri para ile satın alınma, tehdit edilerek gerçekleri saptırma durumunda kaldılar acaba?)
Tabii polisler de var. Savcı ile senkronize olması gereken, delil toplamada, suçu işleyeni ortaya çıkarma, tutuklama, tanıkları bulup görüşlerini, bilgilerini edinmede ilk yardımı sağlaması gerekenler. Onlar da yasalara tabiler ve hareket alanları yasalarla sınırlı. İşkence ile sorgulama yapmaları, olmayan delili üretmeleri veya olan delili karartmaları yasaktır mesela… Uyarlar mı? Bulunduklar ülkeye göre mecbur oldukları, hata yaparlarsa ortaya çıkmayacağından emin oldukları kadar… Emniyet güçleri suçüstü bile yakalasalar suçluyu canlı yakalamak zorundadırlar, ateş etmelerinden başka seçenek almadığı bir durumda iseler, suçlu da olsa önce kişilerin yaşamlarını korumaya yönelik hareket etmek zorundadırlar. Yaparlar mı? Yaşadıkları ülkenin yasayı uygularken ortaya koyduğu toplu vicdan kadar….
Yapmadıklarında yasalar kadar kendi vicdanları önünde de sorumludurlar. Vicdanlarını bastırmak için “ama biz haklıyız” demeleri ve buna kendilerini inandırmaları bile yeterlidir. Oysa adalet, gerçek adalet herkese gerekebilir.
HATA YAPMAYAN VAR MIDIR?
Hayır, hatasız insan yoktur. Hata insan doğasının bir gereğidir. Daha iyiye ulaşabilmek için soru sormamız, soru sorabilmemiz için de bir durumla karşılaşmamız gerekiyor. Sadece hata mı suçlar da var…
Hukuk varken ve içi çeşitli cezalarla doluyken hepimiz çekiniyoruz. Yani yasalar kriminaliteyi bir ölçüde önlüyor. Yine de hiç birimiz suç işlemiyor değiliz. Hatta hepimizin büyük küçük (hata demiyorum) suçlarımız var ve onları içimizin karanlık yanlarında saklıyoruz. Çocuklukta köşeye sıkıştığımıza inanıp arkadaşımıza iftira atmak, seksek oynarken çizgiye basıp diğer oyuncular göremediyse gizlemek, sıra diğerine geldiğinde ya da hata yapıp sırayı kaptırdığımızda mızıkçılık yapıp oyunu yarıda bırakmak, manavdan erik, annemizin çantasından sakız, top, çikolata, vs için para araklamak… Böyle başlayan ve giderek suça, hataya, hileye daha çok alışan yapımız, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veren ve ağ şeklinde öğreten sosyal mekanizmaya rağmen gerçek dürüstlüğe pek de geçemiyor. Zaten tam dürüstlüğe geçen olduğunda da biraz aptal muamelesi görüyor bazılarımız :(.
Her birimiz diğerinin de sırları olduğunu biliyor aslında ama zihnin yarattığı toplumsal bir konsensüs gereği hiç kimse diğerine “senin de kusurların, hataların, suçların var ve onları gizliyorsun, hepimiz biliyoruz” gibi bir şeyler söylemiyor. Biliyor ki söylese aynısı kendisine de söylenebilir ve haşaaa, o tertemiz olmalı ki…
Oysa ilkel toplumlarda durum farklı oluyor anladığımız kadarıyla.
Mesela okuduklarımdan öğrendiğime göre, Afrika Kabilelerinin bazılarında, (hala bugün, 21. yy.ın bu ilk çeyreği tamamlanırken bile) akşam olup da insanlar dinlenme aşamasına geçince köy halkı toplanıyor ve aralarında günü konuşuyor. Bazen kabilenin bilge kişisi en toy olana “kusur işlemişsin, olabilir bu bir sorun değil, hepimiz hata yapabiliriz, bak ben de zamanında şöyle şöyle hatalar yapmış, kusurlar ortaya koymuştum, içimde taşısam yük olurdu, taşımadım anlattım, geçti gitti, ben de bir daha aynı hatayı yapmadım veya daha hafifini yaptım” diyor. Toy gence örnek olup zaten bilinen ama gencin bir sebeple gizli tutmaya çalıştığı şeyi anlattırıyor. Böylece insanlar edimlerinden utanmak, insanlar karşısında rezil olmak, hataları yüzünden mahcubiyet yaşamak gibi zihinsel alışkanlıklar edinmek yerine anlatmak ve hafiflemek gibi bir yolun var olduğunu öğreniyorlar.
Yine okuduğum kadarıyla bazı Amerikan Yerlileri de benzer bir şey yaparak yaşamışlar barış içinde. Her çocuk için bir şarkı üretilmiş. Daha anne karnındayken bu şarkı dinletilmiş çocuklara. Küçükken uyutma zamanı anneleri ve diğer kadınlar bu şarkıyı söylemeye devam etmişler çocuğa ve bu şarkı o kişinin bir tür işareti adeta sesli imzası haline gelmiş. Kabilede birini kırdığı, üzdüğü, hata yaptığı zamanlarda kendisine bunun ne kadar incitici olduğu anlatılmış ve bütün kabile onun şarkısını ona söyleyerek onun da duygularının akıp gitmesini sağlamışlar…
YASALARIN GÜCÜ VE GÜÇSÜZLÜĞÜ
Mülkiyet kavramı, ilgili yasalar, ilk dini kurallar ortaya çıkmaya başladıkça suç ve ceza da daha fazla anlam kazanmaya başladı. Modern toplumlarda “bizden değilsen onlardansın” denilmesine sebep olan özellikle Hristiyanlık’ın ilk yerleştirilme zamanında iyice ayyuka çıkan “aforoz edilme” cezası… Her bireyin içinde doğduğu aileye/kabileye ait olma hakkını elinden alan bu yaklaşım aslında suçların giderek daha da çok gizlenmesine dolayısıyla ağır vicdanların daha da suça yönelmesine sebep olmaya başladı diye düşünüyorum. Aidiyet zorlaştıkça liyakat ön plana çıktı, suçlar yine de işlendi ve daha çok gizlendi ve kısır döngü…
İlkel toplumların basit yasaları gelişen “insan hakları” bakış açısı kapsamında yerlerini kapsamlı hukuk sistemlerine bırakmak zorunda kaldı. Yarattığımız hukuk sistemi daha çok mahcubiyet ve cezalandırılma korkusu, bu korku da daha fazla hatasını gizleme gereğine sebep oldukça hukuk da kurumsallaşmak için daha fazla alan buldu. Sonra? Sonrası hep aynı illüzyon. Herkes hata yapmaya ve örtbas etmek için de insan eliyle yazılmış ve açıkları olan yasayı kendine yontmaya başladı.
Şimdi anlıyoruz ki aslolan hukuk sistemi ve onun olabildiğince sağlam olması değilmiş. Dar zihnimizle yarattığımız beşeri hukuk, tarihin hiç bir ülke ve zamanında gerçek adaleti yansıtamamış/yaratamamış.
Şimdi öyle bir yerdeyiz ki ya hep beraber kriminal olacağız veya hep beraber zaten dürüstlüğe ve açıklığa evrilerek değişeceğiz.
NE YAPALIM?
Yapılacak çok şey var aslında. Ancak ilk olarak yeni bir bakış açısı yaratmamız gerekiyor. İnsanları BİRlik ve BÜTÜNlük bilincine daha çok alıştırmak önemli. Birinin bir başka kişiye yönelik hareketinin herkesi ve en çok yapanın kendisini yaraladığını, örselediğini, yalnızlığa yönlendirdiğini anlatmalıyız. Bunu bütün sonuçlarıyla görebileceği yollar üretmeliyiz. Belki bilgisayarlardan bu anlamda yararlanabilir, yalan makinesi teknolojisini geliştirip ediminin kişinin bedeni üzerindeki etkisini kağıt üzerinde sonuçlarıyla görmesini sağlayabiliriz (ben şimdi bu fikri ürettim, işi yazılım olan birileri umarım bunu duyar, sahiplenir ve yaratır 🙂 ).
Bazı arkadaşlarımız dindar. Olaylara hep din çerçevesinden bakıyorlar. Baksınlar. Onlara da, öyle olmayanlara da cenneti yaratmak için beklemeye gerek olmadığını söyleyebilir, ikna etmenin yollarını araştırabiliriz. Yarın -belki- gelecek bir cehennem korkusunun işe yaramadığını gördüğümüze göre, göstermek de olasıdır. Kolektif bilinçaltında bu bilgi oluştuğuna göre o insanlara da tohumlar ulaşmıştır. Bize düşen o tohumları sulamak ve filiz sürüp meyve verecek hale gelmesini sağlamaktır.
İşe aile içinden başlayabiliriz. Çocuğumuz hata yaptığının bugün kendisine (ve diğerlerine) nasıl etki ettiğini tam olarak anlatmaya başlarsak kısa zamanda sosyal ağ mekanizması bu bilgiyi yaygınlaştırmaya başlayabilir.
BENCE İLK ADIM
İnsanlara sırlarımızın aslında görünmeseler bile varlık kazandıkları için o varlıklarını sürdürmeye de gereksinme duyduklarını anlatmakla işe başlayabiliriz. Bütün sırlar, sırrı yaratanın ve içinde tutanın enerji alanında varlıklarını sürdürür. O enerji alanının sahibini beslemesi gereken özenerjiden beslenerek yola devam eder. Bunu yapabilmek yani kendini besleyebilmek için ihtiyaç duyduğu besin yine onunla uyumlu olan bir titreşimden ibarettir. Nerede bizim enerji alanımızda. Nasıl? Kendisine uygun besin tükenmeye başladığında enerji alanımızda bir tür etki yaratarak yeni bir sır yaratmamıza sebep olacak bir eylemde bulunmamızı sağlayıp aynı ya da rezone olabailecek kadar benzeyen enerjiyi yarattırarak. Sırlar arttıkça tükettikleri enerji de çoğaldığından biz giderek daha fazla gizlemek zorunda kalacağımız şeyler yapmaya başlarız. Kendimize kızabilir, rahatsız olabilir, defalarca bir daha yapmayacağımıza söz verebiliriz ama yine de yapmaya devam ederiz… Daha çok utanma, mahcup olma korkusu, daha fazla sır, sırrı korumak ve beslemek için yeni bir eylem, yeni bir sır…
Bu kısır döngüyü kırmanın tek yolu bütün mahcubiyeti göze alıp “benim hatalarım var, beni böyle hatalarımla kabul ettiğiniz için teşekkür ederim” diyebilmek, mümkünse hatalarımızı her türlü dışlanma, cezalandırılma olasılığına rağmen açıkça ortaya koymaktır. Sırlar azaldıkça enerji artar, enerji arttıkça güvenimiz ve onu yararlı bir eylem olarak ortaya koyma kapasitemiz çoğalır ve güçlenir. Daha önce mahcubiyet korkusu yüzünden sırlara, sırlar yüzünden titreşimin giderek düşmesine sebep olan kısır döngünün zıddını böylece yaratabiliriz. Enerji ve titreşim seviyesini böylece yükselterek belki de hiç bir suça gerek kalmayacak açıklığa ulaşır, sevgimizi dürüstlükle ifade edebiliriz.
Tabii bir de daha fazla tüketmeye gereksinmemiz olmadığını, asıl mutluluğun sadelikte olduğunu öğrenmeye ve öğretmeye başlamalıyız. Yoksunluk bilinciyle karışan öğrenme merakımız var. Bizi açgözlü kıldı bu durum. Yoksunluk bilincinden çıkmak biraz zor olsa da bununla ilgili de çalışabiliriz. Önce oradan çıkmalıyız. Bireylerle başlar, toplumlara yayılır her durum. Bu da öyle olacaktır. Sonra merakımızın bizi açgözlü kılan kısımlarını törpülemeyi öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Böylece açgözlülüğü geldiği yere, tekamül için merak duyma formuna döndürmeye çabalayabiliriz. İnanıyorum ki bunu başarmak hepimizin yararına bir yola başlangıç olur.
Bunu yapabildiğimizde yalana, kazanmak için hileye, çalışmadan edinmek için çalmaya, adil paylaşıma geçilebildiği için açgözlülüğe, böylece aidiyeti kaybetmeye sebep olabilecek davranışlara da gerek kalmayacaktır. Bir avuç inatçıyı da Kızılderililer gibi sevgiyle bağrımıza basarak aramızda paylaşır besleriz.