Kimi zaman, içtiğiniz kahvenin ardından kahve falınıza baktırırsınız; falınıza bakan kişi, fincanın içindeki şekilden şekle bürünmüş kahve telvelerini göstererek size neler gördüğünü anlatır. Fincanın içine baktığınızda, rastgele biçim almış telveler yerine gerçekten de anlamlı şekillerden oluşmuş, minyatür benzeri bir resim görürsünüz. Sanki, fincan ters dururken sihirli bir el tarafından çizilmiş gibi…

 

Kimi zaman da birkaç arkadaşınızla bir araya gelirsiniz; A’dan Z’ye harflendirilmiş, 0’dan 9’a numaralandırılmış ve “evet”, “hayır” gibi günlük hayatta sıkça kullanılan sözcüklerin de yer aldığı bir kağıt üzerine bir fincanı ters koyarsınız. Ardından, birkaç anahtar sözcük söyleyerek, işaret parmaklarınızı ters duran fincanın üzerinde (arkasında) değdirmeden bekletirsiniz. Fincan, hiçbir etki olmaksızın, kağıt üzerindeki karakterlere doğru, genelde anlamlı ifadeler oluşturacak şekilde kayıverir. Sanki, sihirli bir el tarafından itiliyormuş gibi…

Allah tarafından insanlığa gönderilen en son kutsal kitap olan ve hala aslını koruyan Kur’an-ı Kerim’de geçen “Evrende yalnız değilsiniz.” ibaresi, yukarıda bahsettiğim “sihirli el” kavramına ışık tutmaktadır. Tabi ki bu bir inanç meselesi olduğu için, Tanrı’ya veya Kur’an-ı Kerim’e inanmayan insanlara bir delil olarak sunulamaz; bu nedenle, kişisel bir görüş olduğunu şimdiden belirtmekte büyük fayda var (Yeri gelmişken, şunu da belirtmek isterim: Düşünerek, mantık yürüterek, gerektiği zaman bilimsel araştırmalar yaparak Allah’ın var olmadığı sonucuna ulaşmış olan insanlara büyük saygım vardır. Gelgelelim, bazı kötü niyetli kimseler -çoğu zaman içlerinde bulundukları sosyal çevrelerine yaranabilmek, kabul edilebilmek için-, Tanrı’nın var olmadığı fikri her ne kadar akıllarına yatmamış olsa da, ateist olmayı, “toplumun genelinden farklı, herkesten özel ve ilgi çekici” olabilmek adına kullanmakta; tanrıtanımazlığı, bilimselliğin altın anahtarı; Allah inancını ise ilim deryası önünde bir engel olarak göstermektedirler. Bu, ateizme düşünerek ulaşan insanlara yapılan bir saygısızlıktır. Bilimsel yöntem, her ne kadar otoriteyi reddetme (klişeleşmiş düşüncelere başkaldırma, bu vesileyle araştırma yoluna yönelme) özelliğine sahip olsa da, bu kimselerin yaptıkları bilimsellik değil, bilim düşmanlığıdır.

Pek çok dinle birlikte İslamiyet’e göre de, insanlardan farklı olarak evrende bulunan çeşitli varlıklar (melekler, cinler gibi) bulunduğu düşüncesi vardır. İslam inancına göre, bu varlıklar arasında, tıpkı insanlar gibi iradeye sahip olan (yani yaptığı iyi veya kötü her işten sorumlu tutulan; bu sorumluluğun karşılığında ise kendisine bazı haklar verilen), yorum yapabilen, düşündüklerini eyleme dökebilenleri, sadece cinlerdir.

Kur’an’da, cinlerin ‘dumansız ateş’ ten yaratıldığı belirtilmektedir. Allah, bundan 1400 sene öncesinde, insanların “radyasyon” kavramıyla henüz tanışmamış olduklarını göz önünde tutarak, bunu insanlara “dumansız ateş” ifadesiyle en güzel biçimde anlatma yoluna gitmiştir. Cinlerin de, tıpkı insanların olduğu gibi birer ruhları ve bedenleri vardır. Allah, nasıl bize verdiği ruha giydirmek için; su, protein, mineral gibi yapılardan oluşan bir bedeni uygun görmüşse; cinler için de radyasyondan (veya belki uzun dalgaboyuna sahip olan radyo/radar dalgalarından, belki de röntgen ışını gibi kısa dalgaboyuna sahip ışınlardan) bir beden seçmiştir.

Yazının başındaki fincan örneklerini incelersek, bu ters duran fincanların kendiliğinden hareket etmesini, anlamlı ifadeler oluşturacak şekilde harflerin üzerinde gezmesini veya ters duran fincanın içindeki kahve telvelerinin manalı şekiller almasını, “sihirli el” ifadesiyle açıklamıştım; şimdi bunu, nedenleriyle birlikte irdeleyelim:

İlk önce, “ruh çağırma seansı” olarak bilinen olaydaki fincanın, seanstaki kişilerin ‘biyoenerji’leriyle hareket ettiğini varsayalım: Hemen hemen her seansta fincan, üzerinden geçtiği kelimelerden anlamlı ifadeler oluşturmaktadır. Pek çok zaman bu ifadeler, seanstaki kimselerin de ilk kez duyduğu / o ana kadar duymuş olmaları pek mümkün olmayan bilgiler içermektedirler. Söz konusu kişiler de, kimi zaman akıllarından bile geçmeyen ibarelerle karşılaşmaktadırlar. Eğer bu, bahsettiğimiz kişilerin biyoenerjilerinden kaynaklanıyorsa, nasıl oluyor da bu üç kişinin gönderdiği enerjiler arasında herhangi bir uyumsuzluk yaşanmadan fincan kararlı bir rota çiziyor? Ayrıca, nasıl oluyor da kendilerine, hiçbirinin bilmediği şeyler bilgi olarak sunuluyor? Demek ki bu olayı biyoenerjiyle açıklayamayız.

Şimdi de, bu ruh çağırma seansına gelenlerin, daha önce hayatını kaybetmiş olan insanların ruhları olduğunu düşünelim (Bu arada, bu seanslarda edinilen bilgilerin pek çoğunun, insanları uzun vadede kötü yollara (kolaycılık, bilgi hırsızlığı; hatta inançsızlık) saptıran şeyler olduğunu belirtmem gerekir. Bunu, insanlar üzerinde oynanan bir oyun olarak düşünebiliriz.): Şayet, ölmüş olan ve ruhu gelen kişi cehennemlikse (kıyametten önce insanlar henüz cennete / cehenneme gönderilmemiş oldukları için), onun mekanı (kabir hayatı), “cehennem çukurlarından bir çukur” dur. İslam inancına göre (Bu bilgileri İslam ilimcilerinden edindim ve sizlere aktarıyorum.), bu durumda olan ruhlar, kesinlikle serbest değillerdir; berzah (ruhlar) âleminden asla dışarı çıkamazlar. O halde bunlar gelmiş olamaz. Eğer cennetlik bir insanın ruhuysa, onun mekanı “cennet bahçelerinden bir bahçe” dir ve Allah’ın çok özel bir izni olmadığı sürece, bunlar da berzah âlemini terkedemezler. Böyle cennetlik ruhlar da, Allah’ın nadiren verdiği izni, insanları aldatan bir oyuna alet olarak değil, hayırlı işler yaparak kullanırlar. O halde, bu seanslara gelenler ruh da değildir.

İslam inancına göre melekler, sadece Allah’ın kendilerine verdiği görevleri eksiksiz biçimde yapmakla mükellef olan, iradesi bulunmayan varlıklardır. Bu seanslara gelenler meleklerse, iradeleri olmadığı için, fincanı hareket ettirme gibi bir karar veremez, bunu uygulayamazlar. Meleklerin görevi, sadece ama sadece Allah’ın emirlerini yerine getirmek olduğuna göre, bu ‘sihirli el’ in meleklere ait olmadığı da ortaya çıkmaktadır (Aynı şeyleri, kahve falı için de düşünebiliriz.). Peki ama fincan hareket ediyor, o halde bu sihirli eller kime ait? Cevabı gayet açık: cinlere.

İslam ilim adamlarının belirttiklerine göre, cinlerin yaşantılarında, insanlarınkine benzer noktalar bulunmaktadır. Onlar da nefis sahibidirler ve evlenerek çoğalırlar. İnançlı, inançsız olanları vardır (Onlarda inançsızlık çok daha yaygındır.). İnançlı olan cinlerin, kimi zaman inançlı olan insanlara yardım ettikleri söylenmektedir.

Cinler, insanlarla uğraşmayı sevmezler. Ancak; eğer insanlar, bir şekilde onların dikkatini çekecek eylemlerde bulunurlarsa veya farkında olmadan / olarak onlara zarar verirlerse, insanlara musallat olabilirler. Bu, insanlarla temas aşamasıdır; yani, kimi zaman insanların görebileceği, duyabileceği bir hal alabilir, cisimlere dokunarak onları etkileyecek kadar yoğunlaşabilirler. Cinlerin inançsız (kafir) olanları, insanları Allah yolundan çıkarmayı görev olarak benimsemişlerdir. Bunun için en yaygın olarak kullandıkları yol, inanç konusunda insanların kafalarını karıştırmaktır. Mesela, pek çok zaman, kendilerini ölen kişilerin ruhları olarak tanıtırlar. İşte bu sayede, insanların “Hani İslam’a göre ruhlar berzah âlemindeydi? Bak işte şu an bizimle beraberler ve haberleşiyorlar, o halde İslam’ın söylediği herşey gerçek değil. Biz, ölülerle konuşuyoruz. Bizim diğer insanlardan üstün yanlarımız var, diğer insanların bizlere itaat etmeleri gerekir (bir tür şirk)…” gibi asılsız düşüncelere kapılmalarına ve doğru yoldan sapmalarına önayak olurlar.

Cinlerin dikkatini çekecek davranışlara örnek olarak, onların isimlerini (yani “cin” kelimesini) telafuz etmek, ruh çağırma seansı gibi anlamsız ve gereksiz işlerle uğraşmak verilebilir. Fincanlarla ilgili vermiş olduğum iki örneği düşündüğümüzde de, ‘FİNCANI TERS KOYMA’ eyleminin de bu varlıkların ilgisini çektiği söylenebilir. İslami kaynaklar, cinlere zarar verecek davranışlara örnek olarak da, onların yoğun bulundukları belirtilen yerlere (evlerin lavaboları, bahçeler vb.), özellikle akşam ve gece vaktinde kaynar su dökerek onları yakmayı örnek vermektedirler.

Peki, bu varlıklar gelecekten haber verebilirler mi? Bir konuda bilgi vermek istiyorum: Kimi insanlar derler ki, “Allah bizim ne zaman ne yapacağımızı biliyor, bunları kaderimize o yazmış. O halde, işlediğimiz suçlardan ötürü bizi sorumlu tutamaz. Bizim elimizde olan bir şey değil, o yazmış ve gelecekte ne yapacağımızı o programlamış.”. Bu düşüncede olanlar, Allah’ın insanlara verdiği cüz’i iradeyi reddetmektedirler. Hâlbuki Allah, bizim ne yapacağımızı programlamamış; bu programlama yetkisini bize devretmiştir. O sadece, bizim bu yetkiyi gelecekte nasıl kullanacağımızı bilmektedir. Mesela, ben, 20.01.2010 tarihinin çarşambaya denk geldiğini şimdiden söylersem ve bu tarihe gelindiğinde dediğim doğru çıkarsa bu, ben “Öyle olacak.” dediğim için olmamıştır. Ben sadece, çeşitli hesaplamalar sonucu elde edilen bilgileri aktarmışımdır. İşte, bütün âlemin yaratıcısı olan Allah da, benzer şekilde, sonsuz zekası sayesinde bizim gelecekte neler yapacağımızı, nasıl kararlar alacağımızı (Bunlara “kaza” denir.) hesaplamaktadır (bilmektedir). Yalnızca, ne zaman doğduğumuz, ne zaman öleceğimiz gibi şeyleri Allah belirlemiştir (Bunlara ise “kader” adı verilir.) ve bunlar bizim irademizin dışındadır. Bir insanın geleceğini belirlemede ve bilmede, Allah’tan ve o insandan başka kimsenin payı yoktur.  Bu bilgiler doğrultusunda, gelecek hakkında bilgiye sahip olan tek varlığın Tanrı olduğunu; onun dışındaki varlıkların, tahmin yürütmekten öteye gidemeyeceklerini söyleyebiliriz. Ancak, tahmin yürütme konusunda cinlerin insanlardan çok daha başarılı olduklarını da söylemek gerekir. Bunun sebebi, ömürlerinin bize göre çok çok uzun olmasıdır (1000 yıl gibi uzun bir süreç). Açıktır ki, uzun ömürleri boyunca pek çok deneyim yaşamış, pek çok insanı inceleme fırsatı bulmuşlardır (insanları ‘görünmeden görebilme’leri sayesinde). Ayrıca onlar için ‘zaman’ ve ‘mekan’ kavramları, bizdeki kadar sınırlı değildir. Bununla birlikte, insanların beyinlerindeki çeşitli merkezlere etki ettikleri de sıkça söylenmektedir. Son üç cümleye bakarak, “Şu an aklından böyle şeyler geçen bir insan, şu kadar zaman sonra şu işi yapar; o insanlar da bu kişiye şöyle şöyle yaparlar…” gibi çıkarımlarda bulunma konusunda başarılı olabilecekleri söylenebilir.

İşte, ruh çağırma seansına gelen cinlerin aldatmacaları, bu temele dayanmaktadır. Kimi zaman da, kendilerini daha gerçekçi göstermek için, “Şu kadar zaman sonra bu insan hastalanacak veya ölecek.” diye bilgi verip, bahsettikleri kişinin ‘kanser, epilepsi (sara)’ gibi radyasyonla ve beyindeki elektromanyetik yapıyla iç içe olan hastalıklara yakalanmasına sebebiyet verebilirler (Yani irade sahibi olan katil insanlar nasıl cinayet işliyorlarsa, onlar da ‘cin’ayet  işleyebilirler.). Tabi bu arada aklımıza şöyle bir soru da gelebilir: “Madem insanın insanı öldürdüğü gibi cinler de insanları öldürebiliyorlar; o halde kafir cinler, dünyada ne kadar inançlı insan varsa öldürsünler; onları yoldan çıkarmakla uğraşmak yerine direkt olarak yok etsinler…”. Hemen cevap vereyim: Eğer kişi, Allah’a inanmış bir şekilde, Allah’ın “doğru” olarak belirlediği yolda (Ki buna “Hak yolu” da denir.) ilerlerken, inançları nedeniyle, inanmayanlar tarafından öldürülürse, “şehit” olarak kabul edilebilir. Oysa, kafir cinlerin amacı, insanları bu dünyada şehit ederek öteki dünyada cennete gitmelerini sağlamak değil; bu dünyada yoldan çıkararak, öteki âlemde cehennemde yanmalarına sebebiyet vermektir.

‘Ters duran fincanlar’ ın ikinci bir örneği olan fal meselesine de değindikten sonra, yazımı noktalamak istiyorum:

Kimi insanların güzel fal baktıkları söylenir. Fala inanmayanlarlar, bunların tesadüfen çıktığını söylerler. Kimileri de, bu falcıların geleceği görebildiklerinden bahsederler. Belki şu ana kadar falınıza baktırmışsınızdır.

Diyelim ki siz bir gün kalktınız, yaşadığınız şehirden kilometrelerce uzakta olan bir kente gittiniz. Burada, iyi fal baktığı bilinen bir tanıdığa (vs.) uğradınız (Yaygın biçim olduğu için söylüyorum.), size ikram ettiği kahveyi içtiniz ve fincanı ters çevirip tabağa koydunuz. Bir süre sonra bu kişi, fincanı aldı ve fincandaki manalı telve şekillerine bakmaya, ardından da size, o şekilleri de birer birer göstererek neler gördüğünü anlatmaya başladı; bu arada siz de söz konusu şekillerin son derece anlamlı olduğuna şahit oldunuz. Belki hayatında, sizin yaşadığınız şehri hiç görmemiş, sizin orada ne yaptığınızı kesinlikle duymamış ve gerçekten de bilmeyen bu kişi, sizin buralarda yaşamış olduğunuz ve yaşamakta olduğunuz şeyleri teker teker saydı; siz de, hepsinin doğru çıkmasının verdiği şaşkınlıkla nefesinizi tutup dinleyiverdiniz. Durun, daha bitmedi… Daha sonra size, sizin gelecek hakkındaki planlamalarınızdan; yani isteklerinizden de bahsetti; onların da doğru çıkması sizi iyice şaşırttı. Size gelecekten de bilgiler sunmaya başladı ve onları da dinlediniz; hatta bu bilgilerin pek çoğu için “Zaten bana da böyle olacakmış gibi geliyor…” diyiverdiniz. Kısa keseyim, dönüverdiniz yaşadığınız kente… Size gelecek hakkında söyledikleri de çıkıvermeye başladı (Tabi geçmiş hakkında %99 olan gerçeklik oranı, gelecek için %70-65’lerde olsa bile söylenenlerin çoğu çıkıveriyor… – “Fala inanma, falsız da kalma.” sözü de buradan geliyor olsa gerek.-)…

İşte, yazının genelinde de açıkladığım gibi, ters duran bir fincanı görünce ilgileri uyanan cinler, insanları uzun vadede yoldan çıkarmak amacıyla, kısa vadede onların (insanların) hoşlarına gidebilecek davranışlarda bulunurlar. Uzun ömürleri ve hafızaları sayesinde, falı bakılan kişinin geçmişinden; çok hızlı oluşları sayesinde, aynı anda veya yakın geçmişte uzaklarda olan olaylardan; tecrübeleri sayesinde ise, falı bakılan kişinin geleceğinde olduğunu (olacağını) tahmin ettikleri olaylardan bir ‘derleme’ yaparlar ve bunu resme dökerek, kahve telvelerinden bir minyatür yaparlar… İnsanlar da bu tür işlere kendilerini kaptırıverirler ve amaç gerçekleşmiş olur.

İnsan olarak dünyaya gelmemizdeki amaç, “hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya; yarın ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışmak”tır. Hayatımızı; ruh çağırmak, fal baktırmak, özellikle de bu ve benzeri işlerden rant sağlayanların ekmeğine yağ sürmek yerine; inançlarımız doğrultusunda ve pozitif bilimlerin ışığından ayrılmadan, bize ne tür zararlar vereceğini bilmediğimiz varlıklarla ve konularla uğraşmadan sürdürmeli; doğru bildiklerimizi  insanlarla paylaşarak, yanlış işlerle uğraşanları elimizden geldiğince bilgilendirmeliyiz.