“Fraternis” adlı yeni kitabında Burak Eldem, uygarlık tarihinin en eski ve en uzun soluklu misyon örgütünü, batıl inanç ve komplo teorilerinden arındırılmış bir bakışla masaya yatırıp, kendi kesintisizliği içinde inceliyor. Eldem’e göre “sınıflı toplumlar” ve eşitsizlik üzerine kurulu olan insanoğlunun yazılı tarihinde en kritik evre, ataerkil ilişkilerin ortaya çıkışı ve kadınların baskı altına alınıp statülerini yitirmeleri. Fraternis adını verdiği misyon hareketiyse, anaerkil dönemin özgürlük, eşitlik ve barış ilkelerini restore etmek isteyen “Ana Tanrıça” kültüne bağlı bilge kadınların mücadelesiyle doğmuş; binlerce yıllık bir süreç içinde çeşitli görünümlerde varlığını sürdürdükten sonra, on sekizinci yüzyıl sonunda Mason localarının ideale ihanet edip havlu atmasıyla çözülüp dağılmış.

Hakkında çok konuşulan “2012: Marduk’la Randevu” kitabının yazarı Burak Eldem, onun devamı niteliğindeki “Fraternis” adını taşıyan kitabıyla, beş bin yıllık bir gizemler bütününün kapısını aralıyor. “Kardeşlik, Kardeşliğe ait” anlamına gelen Fraternis’te Eldem bizi yine  tarihte uzun bir yolculuğa çıkarıyor. Bu tarihi yolculukta eşitlik, özgürlük, paylaşımcılık ilkelerinin hakim olduğu anaerkil altın çağdan, sınıflı topluma geçişle birlikte, yönetici sınıfların bu idealleri yok etme çabaları ve bu çabaya tarih boyunca direnmiş köklü bir geleneğin temsilcilerinin mücadelesi yer alıyor. Geleneğe, yani Fraternis’e rehberlik eden, efsanelere konu olmuş, Sibylline Kitapları ve sahip olanlara prestij, saygınlık ve güç kazandıran içindeki gizemli bilgiler ise serinin üçüncü ve son kitabında karşımıza çıkacak.

Ünlü düşünür Pythagoras’ın oluşturduğu Kardeşlik Örgütü’nden, Roma’da cumhuriyetin kuruluşunu hızlandıran kurmay kadroya, Balkanlardaki Bogomillerden Cathar’lara, Kybele’den Şeyh Bedreddin’e kadar eşitlikçi ve paylaşımcı hareketlere rehberlik eden Fraternis, Fransız İhtilali’nde ve ABD Bağımsızlık Savaşı’nda ciddi rol oynuyor, binlerce yıl korunan bilgi ve ideal, sürecin son aşamalarında Tapınak Şövalyeleri aracılığı ile masonlara kadar ulaşıyor. Çözülme ve çöküş de bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü Eldem, bugün erkekler kulübü görünümündeki masonların, simgelerini dahi aldığı bilge kadınlar kültünün ilkelerinden ve kendi kökeninde yatan devrimci ideallerden keskin bir U-dönüşüyle çark ettiği; on sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren teslimiyetçi ve uzlaşmacı bir “muhafazakar burjuva kültürü cemiyeti”ne dönüştüğü görüşünde.

Kitabınız masonlarla ilgili tartışmalarla gündeme geliyor, ama aslında her şeyden önce bir alternatif tarih çalışması. Analizinizde de “bilgi” kavramı öne çıkıyor. Tarihi belirleyen bu “bilgi”nin özelliği nedir?

“2012: Mardukla Randevu”da da bilginin güç getiren bir unsur olarak toplumsal hiyerarşinin oluşmasındaki belirleyiciliğine dikkat çekmiştim. Uygarlık tarihine baktığımız zaman, sınıflı toplumların ortaya çıkışını analiz ederken, ilk farklılaşmanın doğuşunu anlamlı kılacak bir gerekçe ve ilksel neden bulmanız lazım. Marx’ın “ilkel komünal toplum” dediği paylaşımcı, dikey hiyerarşinin olmadığı bir toplumsal yapıdan, nasıl olup da belli bir zümrenin farklılaştığı sınıflı toplum düzenine geçtiğini açıklamak için belirleyici bir unsura ihtiyacımız var. Ben bunun bütünüyle bilginin mülkiyetiyle bağlantılı olduğunu söylüyorum. Birilerinin üretim araçlarına hangi güce ve gerekçeye yaslanarak, nasıl sahip olduğunu geriye bakarak incelediğiniz zaman, birinci unsur olarak prestij ve saygınlık ortaya çıkıyor. Ortaklaşa yaşanan bir toplumda, içlerinden bir grubun karar alma konusunda kendilerini daha farklı kılması ve çoğunluk tarafından da kabul edilmesi için, her şeyden önce prestij ve saygınlık lazım. Çoğunluğun bunu kabul etmesi için de tartışmasız bir üstünlüğün olması gerekiyor teorik olarak. O üstünlüğü ve ayrıcalığı sağlayan unsur, sosyal yaşamın ilk filizlerinin ortaya çıktığı aşamada, kaba güç değil, ondan çok daha etkili olan bir şey, yani bilgi.

Bu bilginin varlığıyla kadınların bağlantısı nedir?

Bilginin kategorize edilerek sistematik biçimde derlenmesinin kadınları yakından ilgilendiren yönü, insanın uygarlık tarihindeki ilk yerleşik toplum aşamasında, anaerkil düzenin egemen olmasıyla bağlantılı. Yerleşik aşamadan önce, avcı-toplayıcı konumundayken bile kadının belli bir saygınlığı var. Çünkü kadının doğurganlığı ve üretkenliği; bedeninin doğası ve biyolojik süreçleri, kozmik döngülerle benzeştirilerek algılanıyor. Ama esas her şeyi sağlayan dönüm noktası, yerleşik topluma geçiş. Erkekler ava gidiyor, fizik güç gerektiren işlere bakıyor, kadınlar da hem yaşanan geçici barınaklarla ilgilenip çocuklara bakıyor, hem de toplayıcılık etkinliği sırasında bitkilerle ve toprakla daha fazla haşır neşir olmanın getirdiği bilgi birikimini elde ediyor. Nihayet bir gün, tarımı, yani “tohumun gücünü” keşfediyor kadınlar. Eğer birileri o tohumun insan müdahalesi ve denetimiyle yeniden üretilip geliştirileceğini fark etmeseydi, antropologların ve tarihçilerin “neolitik devrim” dediği şey yaşanmaz, yerleşik toplum ortaya çıkmaz, dolayısıyla bizim bugün bildiğimiz biçimiyle bir uygarlığımız falan olmazdı. Topluma yiyecek garantisi veriyor bu bilgi; yaşamını kendi etkinliği ve inisiyatifiyle sürdürme olanağı sağlıyor. Bunu sağlayan kadınlar olunca, tarımla ilgili teknik kararları veren ve süreci denetleyenlerin de kadınlar olması, son derece doğal. Ne zaman ekim, hasat yapılacağını belirleyen; kolektif işbölümü ve çalışma programını örgütleyenler, kadınlar. Neye göre yapılıyor tarım? Mevsimlere, takvime, yani gökcisimlerinin hareketleri ve döngüleriyle ölçülebilen zaman dilimlerine göre. Kadınlar, gökyüzü gözlemciliğini, bilgi kayıtlarını tutmayı öğreniyor. Yazıdan önce, sözlü olarak. Kesin kanıt olmamakla birlikte, büyük olasılıkla, anaerkil ikonografinin ilk simgelerini ve göksel hesaplarla ilgili işaretleri geliştirerek yazı formlarını ortaya çıkaranlar da yine kadınlar. Bu bilgi anneden kıza aktarılarak devam ediyor ve bundan çok daha fazlasını içeriyor. Dünyanın daha önce ne gibi süreçler yaşadığı, başına neler geldiği, yıldızların izlediği seyirler, hangi bitkiler yenir, hangileri şifalıdır, taşların ve madenlerin yapısı nedir gibi ansiklopedik bilgi birikimine sahip olanlar, doğal olarak topluluk etkinliklerinin yönetimiyle ilgili kararları da alır. Bu aşamada henüz daha sınıfsal farklılaşma yok. Tam anlamıyla kadın erkek eşitliğinin olduğu ve insanlar arasında akonomik anlamda çıkar sağlayacak farklılıkların, teknik olarak ortaya çıkmadığı bir dönemden söz ediyoruz.

 

Bir de anaerkil dönemin hiç var olmadığına dair bir görüşü savunanlar var?

Daha çok seksenlerden sonra ortaya çıktı bu yaklaşımlar. Çok fazla ciddiye alınacak şeyler değil. “Aile yapısının analizi, bir takım varsayımlar ve yanlış anlamalar üzerine kurulmuş ve feministlerce de önemi abartılmış veriler üzerine kuruludur. Anaerkil dönem diye net bir dönemin yaşandığını aslında bilmiyoruz” diyenler var. Yazılı kanıt olmamasına dayanıyorlar bu itirazları gündeme getirirken. Yazı yok daha ortada çünkü, nasıl yazılı kanıt olsun? Ama bugün antropolojik araştırmalar ve arkeolojik bulgularla dağ gibi birikmiş veri yığını, neolitik toplumda “üstünlüğün” değil ama “liderliğin” bir biçimde kadında olduğunu ve bunun söz konusu toplumlarda itirazsız kabullenildiğini gösteriyor. Bu, topluluğun yaşamı ve sosyal organizasyonla ilgili “teknik” kararların kadınlarca alındığı ve kadın erkek eşitliğinin olduğu bir dönem. Bir yaklaşıma göre, kadınların soy ve akrabalık ilişkilerindeki avantajları da rol oynuyor burada: Çocukların annelerinin kim olduğu biliniyor ama babalarının kim olduğu uzunca bir dönem bilinmiyor. Dolayısıyla akrabalık ve klan tanımlamalarının merkezine kadınlar yerleşiyor. Tarımın keşfiyle de sınırlı değil kadınların etkisi. Bunun dışında teknik zanaat anlamında birçok şey de kadınlar tarafından geliştirilmiş. Çömlekçiliği bulan, toplumun beslenmesinin devamlılığında kilit öneme sahip ilk depolama araç gereçlerini üretenler, yine kadınlar. Onu bir teknik olarak geliştirip, bir ustalık sistemi olarak yaşatanlar kadınlar. Birçok tarım aletini bulanlar kadınlar. Çok büyük bir ihtimalle madenciliğin ilk örneklerinde de kadınlar var. Çünkü bilgiye sahip olup, karar alma şansını elde ettiğiniz zaman, günlük üretim rutininin bir adım uzağında durup, zamanınızı daha çok deney, gözlem ve geliştirmeye ayırma olanağınız oluyor. Bu da, bir zamanların el baltası, mızrak, ok gibi basit aletlerinden çok daha gelişmiş; karmaşık bir toplumsal yaşama uygun , görece modern avadanlıklar üzerine düşünme ve çalışma fırsatını birlikte getiriyor. Eğer o dönemin toplumsal ve ruhani liderliğini üstlenen bilge kadınlar için bir ayrıcalıktan söz edeceksek, o da bu “zaman kullanma” ve karar alma ayrıcalığı. “Sınıf” yaratacak bir mülkiyet üstünlüğü falan asla söz konusu değil. Üretim de, hasat da, paylaşım da kolektif o dönemde.

Peki Sibylline Kitapları’nın içeriği hakkındaki en yaygın tahmin nedir?

Söylenti düzeyini çok aşmamakla beraber astronomiyle, dünyayla, doğayla, tıpla, insan uygarlığının başlangıcıyla ve o başlangıçtan itibaren yaşadığı serüvenle ilgili düşülmüş çok önemli notların ve kayıtların derlemelerinden oluştuğu yolunda görüşler var. Bazı Romalı tarihçilere göre, bu kitaplardaki bilgiler, geriye doğru çok uzak bir geçmişe kadar giden bir akış içinde insanoğlunun yaşadığı ciddi doğal afetleri de içeriyor. Bunların döngüleri ve ne zaman yinelenebileceğine dair hesaplar ve bilgiler de var. Dolayısıyla, gücü sağlayan biraz da o. Benim kişisel tahminim, adı ister Sibylline Kitapları olsun, ister Corpus Hermeticum, ister Fenike Yazmaları, o bilgi koleksiyonunun bugün en yaygın tanımıyla ansiklopedi diyebileceğimiz nitelikte bir temel rehber olduğu yolunda.

Bu kitapların varlığı tarihsel olarak kesin mi?

Tabii. Ama orijinalleri kaybolmuş ya da kaybolduğu sanılıyor.

Anaerkil düzen nasıl bozuluyor?

Anaerkil düzenin temel ilkeleri sınıfsız, eşitlikçi, paylaşımcı ve barışçı bir toplum ideali üzerine kurulu. Ataerkil düzen yalnızca cinsiyetler arasındaki dengesizliği ve kadının statü kaybını ortaya çıkarmakla kalmıyor, fiziksel gücün üstünlüğüyle birlikte, bildiğimiz anlamda sosyal sınıflar da ortaya çıkıyor. Burada sözünü ettiğimiz dönem, artık toplumun yaptığı üretimin kendi ihtiyaçlarının üstüne çıktığı, bir üretim fazlasına varabildiği aşamalar. Dolayısıyla bu fazlaya kim sahip olacak sorusu ortaya çıktığı anda, onun cevabı zaten fiziksel güç tarafından verilmiş: Yumruğu vuran! Ataerkil aile yapısı bu dönüşümü hızlandırıcı birincil ve en temel unsur. Erkek fiziksel gücüyle toplumsal ilişkilere ağırlığını koydukça, askerlik ve savaş kavramları da ön plana çıkıyor. Diğer klanın zenginliğine onları köleleştirerek, çalışmadan sahip olma gibi bir savaş güdüsü genel kabul görmeye başladıkça da, tabii ki askerlik, savaşçılık ve dolayısıyla erkek rolü önemseniyor. Fiziksel güç ve üstünlük, yalnızca “ürüne” değil, üretimi sağlayan temel unsurlara, yani toprağa ve üretim araçlarına sahip olmayı da gündeme getirdiğinde, “mülkiyet”in kaçınılmaz sonuçlarıyla karşılaşıyoruz. O toplumun komutanları, yönetimi elinde tutanları, tarım üretiminin temel kaynakları üzerinde mülkiyet ve denetim ilişkilerini pekiştirerek, “egemen sınıf” olmaya başlıyor. Burada Marx’ın tarif ettiği anlamda bir egemen sınıf tanımından söz ediyoruz, yalnızca basit bir dikey hiyerarşiden değil. Bu kritik değişime dek binyıllar boyunca yaşanmış anaerkil ilişki ve sosyal yapıda, hem kadınların üretime doğrudan ve belirleyici katılımları ve karar alma avantajları vardı, hem de yalnızca cinsiyetler arasında değil, topluluğun tüm üyeleri arasında temel hak ve görevler açısından eşitlik ve paylaşım. Elbette bu “altyapı”nın arka planında, onunla bire bir örtüşen bir ideoloji ve dünya kavrayışı da söz konusuydu. Dünya’ya (dolayısıyla aslında evrene) koruyucu, şefkatli ve sevecen bir “anne” olarak bakıyorlardı. Bugün anladığımız anlamda bir “din” değildi bu ama. Toprağın doğurganlığıyla kadının doğurganlığı bir tutulduğu için; doğanın, bitki örtüsü ve su kaynakları aracılığıyla insanları bir anne gibi beslediği düşünüldüğü için, Ana Tanrıça kültüne zemin oluşturacak simgesel temel hazırdı zaten. Altyapıda eşitlik, paylaşımcılık, ortaklaşa mülkiyet; üst yapıda da koruyucu, sevecen anne motifi ve Ana Tanrıça kültü. Yönetimde kararları alan kadınlar, ama herkes eşit katılıyor. Şimdi, böyle yaygın ve köklü bir toplumsal yapı, ataerkil ilişkilerin doğuşu ve erkek-egemen sosyal yapının gelişmesiyle birden alaşağı olmuş durumda. Hem kadınlar ciddi biçimde statü kaybına uğramış, hem de bununla eşzamanlı olarak farklı sosyal sınıflar ortaya çıkmış. Bazıları, bazı toprakların sahibi olup “üretimin efendisi” haline gelmiş. Bir azınlık, diğerlerine göre daha üstte ve erkekler yönetime geçtikten sonra olmuş bir şey bu. Bunun ideolojik karşılığı da erkek tanrılar. İktidardaysan, gücü aldıysan, insanlar da hâlâ Anne’yi unutamıyorsa, o zaman ona eşdeğer bir erkek tanrı figürü çıkaracaksın ortaya. O da sert, cezalandırıcı, güçlü fırtına tanrısı, savaş tanrısı falan oluyor.

İdeale geri dönüş fikrinin ortaya çıkışı nasıl gerçekleşiyor?

İdeale geri dönüş, oradaki eşitlik, özgürlük, paylaşım ve barış unsurlarını tekrar yaşama geçirme düşüncesi. Böyle bir kararı tabii ki prestij, güç ve iktidar ellerinden gitmiş olan kadın bilge rahibeler veriyor. Ellerinde bazı tapınakları tutuyorlar hâlâ çünkü, tamamını kaybetmiş değiller. Bilgiyi ellerinde tutuyorlar. Yeniden restore etmek istediklerinde karşılarında kaba güç var. O zaman ne yapacaklar? Yavaş yavaş (ve tabii gizlice) örgütlenerek, insanları hazırlayıp, eski değer ve ilkeleri yeniden toplumsal ilişkilere egemen kılma çabasına giriyorlar. Bu misyonun biçimlenip kesin yapısına kavuşması, aşağı yukarı İ.Ö. 1200’ler civarında Sibyl adı verilen bilge Ana Tanrıça rahibelerinin girişimleriyle başlıyor.

Anaerkil düzenin ideallerine dönüş için kurulan bir kadın örgütlenmesi, bir aşamada kadınları dışlamaya ve erkekler kulübüne dönüşmeye başlıyor. Bunun nedeni ne?

Benim çok önemli bulduğum bir aşama, M.Ö 530-500’lerde, Samos ve Delphi Sibyl’ları tarafından yetiştirilen Pythagoras’ın ilk ciddi “kardeşlik örgütü”nü oluşturması ve İtalya’nın güneyindeki Yunan kolonilerinden Kroton’da, bu örgütün ilk iktidar deneyimini gerçekleştirmesi. Bu sistematik biçimde, yani bir siyasi parti gibi çalışarak, belli bir yerde iktidarı alıp yavaş yavaş toplumu değişimlere hazırlayarak geçişi sağlamak gibi, birbirine bağlı ve kesintisiz aşamaları yaşama geçirmek üzerine kurulu bir “değişim” anlayışının ilk örneği. Pythagoras grubu Kroton’da yenildikten sonra ayakta kalan üyeler, Roma’da yeni bir güç olarak ortaya çıkıyor. Kardeşliğin kurmay takımı gidip orada örgütleniyor ve Roma’da cumhuriyetin direkt kurucusu olmamakla birlikte, ciddi biçimde katalizör  görevini yapan ve cumhuriyet kurumlarının oluşması için çaba harcayan bir siyasi parti olarak çalışıyorlar, ama kendilerini, daha doğrusu misyonlarını ve örgütsel yapılarını bir şekilde gizlemek durumunda kalıyorlar. Cumhuriyet’in gelişimi süresince, egemen sınıf durumundaki Patrici’lere kabul ettirdikleri Sibylline Kitapları aracılığıyla, devletin işleyiş mekanizmaları içinde kendilerine özerk bir yapı ve kritik anlarda neredeyse Senato ile eşdeğer bir karar alma ayrıcalığı sağlıyorlar. Gücü kısmen paylaştıkları ya da etkinliklerini korudukları üç yüz yılı aşkın süre içinde, başta toplumun ikincil sınıfı Pleb’leri örgütleyip cumhuriyet içinde güç kazandırmak olmak üzere, ciddi reform ve dönüşümleri hazırladıklarına, koşulları farklı yöntem ve kanallarla zorladıklarına, sivil toplum içinde politik nitelikli eğitim ve örgütlenme çalışmaları yaptıklarına tanık oluyoruz. Arka planda hep Ana Tanrıça geleneğine yaslanan feminen gizem kültlerinin yaygınlaştırılması çabaları var ki, bu da bütünüyle Sibylline Kitapları’nın “yorumlanması” aracılığıyla Senato’ya yollanan karar ve tavsiyelerle gerçekleştiriliyor. Roma’daki deneyimleri süresince çok kritik iki olay var: Biri, söz konusu gizem kültlerinin en yaygın ve en güçlülerinden Bacchus grubunun, “komplo düzenleme” suçlamasıyla siyasi iktidar tarafından ezilmesine yol açan ve tarihe “Bacchanalia Kalkışması” adıyla geçen olay. Külte karşı operasyonların düzenlenmesi, Bacchus müritlerinden bir kadının resmi mercilere bilgi sızdırmasından sonra başlıyor. İkinci olaysa, Roma’da cumhuriyetin çözülme dönemlerine doğru, yine bir Fraternis hamlesi olarak nitelenebilecek, Catilina’nın darbe girişimi sırasında konsül Cicero’ya haber sızdırılması ve böylelikle hareketin başlamadan ezilmesi. Her iki olayda da gizliliğin bozulup bilginin sızdırılmasında kadın üyelerin rol oynaması, oradan itibaren hareketin içinde kadınlara karşı güvensizlik eğiliminin, “Kadından laf sızar” tedirginliğinin ortaya çıkmasına neden olmuş gibi. Daha sonra, imparatorluk döneminde Fraternis’in gücü her ne pahasına olursa olsun yeniden elde etme çabaları sırasında ortaya çıkan en ciddi örgütlenme diyebileceğimiz Mithra locaları, kesinlikle yalnızca erkeklerin üye kabul edildiği, “maskülen” bir görüntüye sahip.

Orada Fraternis’in askerle organizasyonu ortaya çıkıyor…

Evet, çünkü birincil olarak ordu içinde örgütleniyorlar. Cumhuriyet’in çöküşünü getiren süreç, Sulla’nın askeri darbesinden sonra başlayıp Caesar, Antonius gibi komutanların güç kazanmasıyla doruğa çıktığı için, Augustus imparatorluk rejimini oluşturduktan sonra Fraternis içinde “darbeci” diyebileceğimiz bir kanat, komutanların gücünü ve etkisini kendi yararına kullanmak istiyor. Mithra kültü, bu nedenle yüksek aristokratların yanı sıra ordu içinde yandaş ve üye bulmaya çalışmış ve kendine bağlı komutanlar yaratma yolunu seçmiş. Mithra localarının yöneticileri çoğunlukla generaller ve komutanlardır. Askerlerin hepsi alınlarına “Yenilmez Güneş”in (Sol Invictus) simgesi olan haç işaretini çiziyorlar sefere giderken. Tıpkı komünyon yemeği ve kış gündönümünde kutlanan Noel gibi, haç simgesi de Mithra’nındır; Hıristiyanlık sonradan almıştır haçı. Erkek kulübü görüntüsü böyle çıkıyor ortaya. En son aşamada hasbelkader misyonun mirasıyla baş başa kalan Tapınak Şövalyeleri ise, zaten bir mistik erkek örgütü. Dolayısıyla, Fransa Kralı Philip’in saldırısına uğrayıp dağıldıktan sonra, kaçıp sığındıkları İskoçya’da masonluğun kurucusu da onlar olduğu için, o erkek örgütü hali, masonluğa kadar geçiyor. Ama bu Fraternis’in geç dönem uzantıları içinde bir genel kural değil. Sözgelimi Cathar’larda “Kusursuzlar” denen üst düzey bilge üyeler hem kadın hem de erkek olabiliyor, cinsiyete dayalı ayrım yok. Bir biçimde son aşamalarda Fraternis ile bağlantıları olan İspanyol tarikatı “Alumbrados”ta da liderler bütünüyle kadınlar.

İdealleri yaşatmada İslam’ın nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz?

İslam çok kritik bir dönemde ortaya çıkıyor. Yedinci yüzyıl, Roma Kilisesi’nin eskiye ait ne kadar bilgi varsa yok etmeye, tek bir ideolojiyi egemen kılmaya çalıştığı bir dönem. Böylesi koşullar altında, düşüncesini, inancını ve bilgi birikimini en azından güvenli koşullar altında korumak isteyen insanlar için İslam, bir sığınak gibi beliriyor. İslam devleti, küçük bir Arap kabileler topluluğu halinden bir dünya devleti olmaya doğru büyüdükçe, Arap nüfusunu çok daha aşan büyüklükteki toprakları yönetmeye ve oralarda çok farklı kültürlerle karşılaşmaya başlıyor. Arap Yarımadası’nın dışına çıktıktan sonra karşılaştıkları yeni toplumları anlamaya ve öğrenmeye çalışıyorlar. Tabii ki temkinliler ve onlar da baskıcı, onlar da dogmatik. Ama kaynağını Peygamber’in bilime karşı sıcak tavrından alan bir merak ve öğrenme çabası da var her şeye rağmen. Özellikle Abbasi Rönesansı dediğimiz dönemde, Emevi Hanedanı’nı devirdikten sonra Bağdat’ta kurulan yeni yönetim, hem dışardan gelen Batılı aydınların sığınacağı bir liman haline geliyor, hem de ciddi bir kaynak derlemesi ve kültür seferberliğine girişiyor. Abbasi halifeleri, “Beytül Hikmet” ya da “Hikmet Evi” denilen dev kütüphane ve bilimler akademisini, zamanın en büyük bilgi merkezi haline getiriyor. İşte bu noktada çok önemli bir işlev söz konusu: Abbasi hanedanları, Roma Kilisesi’nin yok etmeye çalıştığı bilgiye sahip çıkıyor, koruyor, hatta üzerine Hint’ten taşınan sayı sistemini geliştiren matematiğiyle, astronomisiyle, kimyasıyla, tıp araştırmalarıyla, kendi katkılarını da ekliyor. Eğer o dönemde İslam ortaya çıkmasaydı, bugün belki klasik Yunan düşünürlerini bile bilmeyecektik; mesela belki Platon, Aristo, Socrates diye birilerinin varlığı bile sisler arasında kaybolmuş birer rivayet haline gelecekti.

Fraternis’in 18’inci yüzyılda uğradığı değişim neydi?

Fraternis, 1640 İngiliz Devrimi ile başlayan bir süreç içinde, Avrupa’da çoktandır yeni bir güç olarak ortaya çıkan burjuvaziyle hem siyasi hem de kültürel anlamda buluşmuş durumdaydı. O burjuvazinin devrimci yönlerini tetikleyerek iktidara yürütmüş, kendisi de onunla beraber iktidara yürümüş. ABD’de Bağımsızlık Savaşı’nın liderliğini üstlenmiş, Fransız Devrimi’ne etkin olarak katılmış ve belli bir aşamada ilk kez ipler eline geçmiş. Fakat o anda çok başka kritik bir karar veriyor Fraternis: “Tamam güç bizde artık, fakat halkı nasıl durduracağız?” Sonuna kadar gitmek istemiyorlar. Çünkü Fraternis’in içindekilerin de kendi sınıfsal çıkarları var; önemli bir bölümü, burjuva. Yani bir ideal sahibi oldukları kadar, onlar da birer insan ve hayatın içinde belli sınıfsal çıkarlara yaslanmış durumdalar. Oradaki tercihler “Burjuvazinin geniş tabanlı iktidarı yeterlidir”de kalıyor, yani eğilim burjuva cumhuriyetinde durmayı öngörüyor birden. O anda Fraternis’te devrimcilik de bitiyor. Kendini inkar etmek gibi bir şey oluyor bu.

Fraternis eğilimler Türk topraklarına girdi mi? Türkiye’de Fraternis’in etkileri nasıl görüldü?

Benim görebildiğim, siyasi ve devrimci anlamda somut tek bir hareket var, o da Şeyh Bedreddin Ayaklanması. Her şeyden önce, Bedreddin’in Balkanlar’da yetişmiş olması ve genç yaşından itibaren iyi bir eğitim alması, belki Paulisyen-Bogomil düşünceleri aracılığıyla, Fraternis’le doğrudan tanışıklığı olma ihtimalini yüksek kılıyor. İkincisi, zaten Bedreddin’in savunduğu ilkeler neredeyse bire bir Fraternis’in ilkeleri. Özel mülkiyet yok, üretim araçları kamusal mülkiyette, hep beraber çalışılıp hep beraber paylaşılacak. Savaş yok, dinde son derece radikal bir reformizm var. Bütün sofu İslam kenara bırakılıyor. Doğanın ve evrenin sahibi bir Tanrı kavramı egemen; onun dışında biçimsel ibadet geri plana atılıyor. Bedreddin ayaklanması dışında Türkiye tarihi içinden verebileceğim çok somut bir örnek yok. Bir tek, kısmen İttihat ve Terakki’nin içinde masonların kısmi varlığından söz edebiliriz. Ama sözünü ettiğimiz tarihler, zaten masonluğun çoktan havlu atıp Fraternis idealleini terk ettiği dönemlere denk geliyor, bu nedenle çok önemli değil. İttihat ve Terakki’nin cumhuriyetçi düşüncenin gelişiminde de bir şekilde etkin olduğu söylenebilir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu izleyen yıllarda, Atatürk’ün masonlukla ilgili tavrı çok net. Araya kesin bir duvar çekmek ve uzak tutmak istiyor.

Kitabınız masonları neden rahatsız etti?

Onu ben de çok anlamış değilim. Aslına bakılırsa bugüne kadar Türkçe’de yüzlerce anti masonik kitap çıkmıştır. Bunların çoğu dışarıdan ithal edilen eğilimler uzantısında, dinci, katolik, aşırı sağcı, genellikle faşist eğilimli düşünce gruplarının ürettiği şeyler. Komplo teorisi merkezli, şablon yaklaşımları vardır ve neredeyse aynı mitolojik bakışla, masonları kötülük merkezleri olarak gösterirler. Böyle yaygın ve popüler bir nefret külliyatı varken, onlardan rahatsızlık duymayıp, hareketin gerçek köklerini ve bir zamanlar sahip olduğu çok desteklenesi idealleri ortaya koyan bu kitaba karşı reaksiyon göstermelerini, en azından entelektüel anlamda ben de anlayamıyorum. Ama tabii ki siyasi anlamda anlıyorum, çünkü ben diyorum ki onlara, son iki yüz yıldır siz bütün gemileri yaktınız, ideallere ihanet ettiniz, terk ettiniz, döndünüz. Tabii ki şu anda masonik yapının içinde ve başında olanlar böyle bir suçlamayı kabul etmek istemiyorlar. Dolayısıyla benim söylediğim her şeyin yanlış olduğunu iddia etme yolunda “sessiz propaganda” çalışması içindeler. Başarıyorlar da! Kendi istediklerini yazdıracak insan buluyorlar.

Engin Ardıç masonların sakladıkları sırrı kendilerinin de bilmediğini yazdı. Sizce de bilmiyorlar mı?

Evet, tabii. Son iki yüzyıl içindeki dönüşüm sırasında, 19’uncu yüzyılın başında üst düzey masonlar, masonluğun tarihi ve sahip olduğu bilgi külliyatının iyice üstünü örterek bunu yalnızca en üst düzeydekiler için bilinebilir kılmışlar. Daha alt düzeydeki masonların büyük çoğunluğunun geleneğin gerçek köklerinden ve dayanaklarından haberi yok. Üst düzey derken de, sadece 33’üncü dereceden olanların bazıları biliyor büyük olasılıkla. Ama mesela masonik örgütlenme yapısının içinde olup, o ritüelleri ve o kültürü tanıyan üç beş yıllık deneyimli masonların çoğu, ben eminim ki kitapta bir şeylere rastladıkça “Aa, demek ki bu, buymuş!” diyorlar. Çünkü birazcık aklını kullanmayı bilen insan için masonluğun içinde çok kafa karıştırıcı, “Bu nereden çıktı şimdi?” dedirtecek çok fazla unsur var. Onların gerçekte köklerinin ne olduğuyla ilgili benim kurduğum bağlantıların, masonluğun içinde yer alan birçok insanın kafasındaki soru işaretlerini gidereceğini sanıyorum.

Kapalı bir yapıya sahip mason locası geçtiğimiz günlerde skandal sayılabilecek olaylarla gündeme geldi. Bu, içlerindeki bir çatışmanın yansıması mı?

Bugünkü masonluk iki yüz yıl önce U-dönüşü yapmış bir hareketin, işlevini ve gücünü yitirmiş mirasçısı. İki yüzyıl önceki gibi etkin ve nüfuzlu da değil masonlar. Tam tersine şu anda hiçbir etkinlikleri yok gibi. Öyle bir indirgenmiş durumda ki mason örgütünün yapısı ve işlevleri, bugün için yalnızca burjuva kültürünün ve kapitalizmin ahlaki değerlerinin savunucusu bir hayırsever örgütü, mistik unsurlara sahip bir tarikat görüntüsünden öte hiçbir şey değil. Ben son iki yüzyılın masonluğunu ciddiye almıyorum. Fraternis filan değil onlar artık, yalnızca bir hayırsever burjuva örgütü. İnsanlar niye mason oluyor? İyi niyetliler de var tabii içlerinde. Merak ediyor eskinin sırlarını, gizemlerini. Giriyor bakıyor ki, hiçbir şey öğrendiği yok, öyle ortada “sır” filan da yok. Garip ve gülünç görünen birtakım ritüeller var yalnızca. Koca koca adamlar, gizli cemiyet havası içinde müsamere yapıyor. Tabii işime yardımcı olur, yararlı ilişkilerim olur diyerek kişisel çıkar için localara yanaşmaya çalışanlar da var. İşlevini çoktan yitirmiş bir örgüt. Dolayısıyla aralarındaki çıkar çatışmalarının herhangi bir felsefi, ideolojik, inançla ya da örgüt geleneği kökenleriyle bağlantılı olduğunu hiç sanmıyorum. Tamamen herhangi bir şirketin yönetim kurulu başkanıyla diğer üyeler arasında, “Sen şunu götürdün, sen bunu hasıraltı ettin” gibi sürtüşmelerden pek farkı olmayan bir anlaşmazlık olduğunu düşünüyorum bunun.

Kitapta bahsettiğiniz gizemli örgütler arasında Tapınak Şövalyeleri’nden Illuminati’ye kadar adı komplo teorileriyle geçen örgütler de bulunuyor. Özellikle Illuminati neden sürekli komplo teorileriyle anılıyor?

Illuminati aslında bir aydınlar kulübü benzeri, çok küçük bir çekirdek halinde faaliyete geçmiş, çok büyük iddiaları olmayan bir entelektüel örgütüyken zaman içinde mason locaları ile yaptığı işbirliği sayesinde üye sayısını ve etkinliğini artırmış. Illuminati’nin kendine amaç ve ilke olarak belirlediği değerler, Fraternis’in kökenindeki ideal ve ilkelerle aynı. Fakat tabii ki bunu hayata geçirmekten çok uzak, hatta hayalini bile kuramayacak kadar küçük bir örgütten söz ediyoruz. Zaten bir tek basit polisiye operasyonla direnemeden yerle bir olmaları, dağılmaları bunu kanıtlıyor. Peki niçin komplo teorilerine bu kadar konu oldu? Çünkü Illuminati’nin mason locaları içinde varlığının deşifre edildiği ya da üyelerinin tutuklandığı günler, aynı zamanda hem Avrupa’da hem Amerika’da devrim korkularının yönetimdeki insanları sardığı dönemlerle eşzamanlı. Burjuvazi iktidarı ele geçirdi, ama iktidara doğru yürürken işçi sınıfından kentli lumpenine ve köylüsüne kadar birçok kesimi de ayaklandırmış durumdaydı. “İktidara geldim ama devam eden bu hareketin önünü nasıl keseceğim?” korkusunun ortaya çıktığı günlerdi. Fransız Devrimi’ni izleyen günlerde bundan o kadar korktu ki burjuvazi, devrim fobisini besleyecek korkutucu bir güç, bir komplo, bir kötülük merkezi arama eğilimi ortaya çıktı. Illuminati tam da bununla çakışıyor işte. Orada uyanık bir takım muhafazakâr, gerici ve sağcılar, yani devrimci hareketin sürekliliğini engellemek isteyenler, “Bunlar komplocu” dediler. Onlara bir hayalet lazımdı. Nerede özgürlük, demokrasi, bağımsızlık yolunda bir örgütlenme çıktıysa, “İşte onlar, hepimizi köleleştirmek isteyen komplocular!” şeklinde bir ejderha yarattılar. Adı yok ortada, artık silinmiş gitmiş, hâlâ Illuminati’den bahsediliyor. Illuminati hâlâ yaşayan ve ayakta olan bir örgüt olsaydı, o suçlamalar geldiği anda kendi varlığını ortaya koyar, cevabını verirdi. Ölmüş gitmiş bir şeye çamur atmak da çok kolay artık. Ölüler mezarlarından kalkıp suçlamaları yanıtlayamazlar ki.

Dünyayı yöneten adamlar diye bir şey yok mu yani?

Elbette var böyle bir elit kesim ama bunlar sanıldığı ya da gösterilmeye çalışıldığı gibi, kapalı kapılar ardındaki kişiler değiller. “Dünyayı ele geçirecekler” diye bir şey yok, zaten ellerinde dünya! Kim oldukları gizli saklı, karanlık adamlar değil ki; bunlar zaten belli! Çoğunu tanıyoruz, haber bültenlerinde, magazin programlarında, ekonomi haberlerinde saygın ve güçlü insanlar görüntüsüyle sahte gülücüklerini yolluyorlar bize. Kimdir? Büyük finans, enerji tekelleri, petrolden bankacılığa kadar, tıp, kimya sektörünü, savaş endüstrisini ellerinde tutan büyük çokuluslu şirketler. Bunların yönetim kurulu başkanları, think tank’leri ve bunların desteklediği siyasi örgütler. Mesela ABD’deki PNAC! “Project For The New American Century”. Bunlar Bush’u ve Neoconları iktidara taşıyan, onların think tank’leri görevini yapan örgüt. Yeni yüzyılın ABD’nin yüzyılı olmasını, ABD’nin dünyaya hakim olmasını isteyen ve bir vakıf görüntüsünde çalışan, muhafazakâr finans-kapital elitleri. Ama hiç öyle kapalı kapılar ardında, karanlık tipler değil bunlar, açıkça ortadalar. Bunların en gizlisi “Skull and Bones”tur. İçinde neler döner, neler dönmez bilmezsin, ama ABD’nin en kalburüstü adamları buradan yetişir. Demokrat olsun, Cumhuriyetçi olsun çoğu başkan, başkan yardımcısı buradan çıkar, ama bu bile artık gizli değil, gayet bilinen bir örgüt. Evet, dünyayı yöneten adamlar diye bir azınlık var. Bugün toplasan beş bin kadar aile, onların çevresinde dolaşıp onlar hesabına çalışarak iyi hayat standartlarında yaşayan beş milyon kadar orta ve üst kademe yönetici, geriye kalan insanların anasını ağlatıyorlar. Hepimizin hayatını nasıl yaşayacağına bunlar karar veriyor. Şirket imparatorları bunlar işte. Finans dediğimiz olguyla çıkıyor bu. Olmayan bir değerin, kağıda çevrilmiş bir değerin, banka sermayesi denilen, o kanser gibi yayılan unsurun etkisiyle. O adamlar da gücün simsarları tabii. Politikayı da, askeri operasyonları da bunlar denetliyor. Bunlar sır değil zaten.

Üçüncü cildin konusu nedir?

Bu iki cilt uygarlık tarihinin bildiğimiz beş bin yılını özetlemiş oluyor. “2012: Marduk’la Randevu”da ben ilk sınıflı toplum krallıklarının ortaya çıkmaya başladığı dönemlerden itibaren Hıristiyanlığın doğuşuna kadar geçen süreyi mercek altına almıştım ve şunu savundum: Marx’ın dediği gibi tarih, sınıf savaşımlarının tarihidir. Doğru, hem insanların tarihidir, hem sınıf savaşımlarının tarihidir. Ama bir de uzun aralıklarla doğanın tarihi girer işin içine. Doğanın değişimlerinin de tarihin seyrini şu ya da bu ölçüde etkileyeceğini vurgulamaya çalıştım ve İ.Ö. 1650 sonrasında yaşanan global afetler zincirinin nasıl sosyal, siyasi ve ekonomik bir kaos yarattığına, dönemin güçlü devletlerini yerle bir ettiğine dikkat çektim. Fraternis, bir anlamda onun bıraktığı yerden alıyor ve “Bugüne nasıl geldik?” sorusu üzerine yoğunlaşıyor. “2012: Marduk’la Randevu”da, sınıfsal farklılaşmayı getiren unsurun bilgi olduğunu, bilginin hep bir avantaj unsuru olarak görüldüğünü ve bu nedenle paylaşılmayıp saklı tutulduğunu söylemiştim. Fraternis’te, o gidişi tersine çevirmeye çalışanların tarihsel kesintisizliğini inceledim. Bu beş bin yılı, bu iki kitap hem uygarlık tarihi analizi anlamında hem de insani ideallerin izlediği seyir anlamında derleyip toparlıyor. Üçüncüsünde çok daha temele gideceğiz. Çerçevesi şu anda çok kesin değil ama, neolitik yerleşimlerin başladığı dönemin hemen öncesine uzanıp, insanın toplumsal yaşama başlangıcının nasıl ortaya çıktığını, uygarlığın kuruluşunda başka hesaba katmadığımız faktörlerin olup olamayacağını ve bütün bunlarla beraber bu kitapların içinde aslında ne olduğunu, sorgulayacağız okurlarla birlikte.