Descartes, felsefesine “zihin”den başlarken, Spinoza ise “Tanrı” ile ilgilenir daha düşüncesinin en başlarında. Ancak o, Tanrıtanımaz olduğu gerekçesiyle mensup olduğu Yahudi toplumundan dışlanmıştır. Ancak kimileri içinse Spinoza, bırakın tanrıtanımazlığı, “Tanrı zehirlenmesine uğramış adam” ya da, “Tanrı sarhoşu”dur; yani gereğinden fazla Tanrı teneffüs etmiş birisidir. Kimi düşünürlerine göre dinsiz, atesit; kimilerine göreyse, fazlasıyla dindardır. Hegel ise farklı bir yaklaşımla tanımlar Spinoza’yı; Spinoza Tanrı’nın varolmadığını değil, Tanrı’dan başka hiçbir şey olmadığını öne sürer. Gerçekten de şöyle bir bakıldığında, Spinoza’nın ünlü eseri Törebilim’de en çok yer kaplayan konulardan birinin de Tanrı kavramı olduğu görülür. Peki nedir Spinoza? Ateist mi, Deist mi, yoksa başka bir şey mi?

Goethe, “Spinoza, Tanrının varoluşunu kanıtlamaz, varoluşun Tanrı olduğunu söyler, bazıları bu yüzden ona ateist muamelesi yapıyorsa, ben de onu teistissimus adı ile övmek istiyorum.” diyerek onu en üstün derecede tanrıcı bir düşünür olma sıfatıyla ödüllendirir. Ancak bizim Spinoza’ya hangi sıfatı uygun gördüğümüz, Tanrı’yı algılayış biçimimizle çok yakın bir paralellik gösterir. Eğer Tanrı bizim için, evrenden ayrı, onu kendi iradesi ile yaratmış, yarattıklarını yüce bir kral gibi izleyen, yöneten, tapınılmaya ihtiyaç duyan, ödüllendiren ve cezalandıran bir varlık ise, Spinoza’nın bir ateist olduğunu söylemek yerinde olur.

Ancak Spinoza’nın tanrısı yaratıcı değil, üretkendir. Tanrı, tüm şeylerin içinde bulunan yaşamın ta kendisidir. Tanrı doğadır, Tanrı evrendir. Tanrının ya da doğanın hiçbir amacı, hiçbir hedefi yoktur. Evren, sürekli bir oluşumdur, ve yaratılanla yaratan bir ve aynı şeydir. Tanrı devamlı kendini üretmekte, üretmektedir. Spinoza’nın Tanrısı, kimi dogmatik dini kavramların olduğu gibi, bazı katı ve materyalist bilimcilerin anlayışlarından da tamamen farklıdır. Onun Tanrı’sı “üstün akıl”dır, doğada, evrende ve var olan her şeyde bulunan, aslında her şeyin ta kendisi olan üstün bir bilinç, bir iradedir. Spinoza’nın Tanrısı Chi’dir, Tao’dur, Yunus’un, Mevlana’nın Tanrısıdır…

Düşüncelerini Tümdengelim yöntemiyle açıklamayı uygun bulan Spinoza, doğal olarak işe Tanrı’dan başlar. “Tanrı anlaşılabilir mi?” sorusuna “Evet” olarak cevap veren Spinoza için Tanrı, insanların cehaletlerinin sığanığıdır bir bakıma.

 

Çözemedikleri her şeyi tanrıya bağlayan insanlar, Tanrı’nın tamamı ile anlaşılabilir olduğunu, hatta bütün anlaşılabilirliklerin temeli olduğunu gözardı etmişlerdir.  Spinoza’ya göre, var olan her şeyin ilk nedeni ve tözü Tanrı’dır. Ve aynı zamanda Tanrı, kendi kendisinin nedenidir, varlığı kendi özünün gereğidir. Evrende varlığına tanık olduğumuz ve deneyimlediğimiz şeyler, tek bir ortak ana malzemenin ve kaynağın ürünüdür. Tüm bunlar, o ortak ana maddenin, tözün, farklı görüntülerde karşımıza çıkmasından başka bir şey değildir. Töz, anlaşılması, daha derindeki başka bir maddenin anlaşılmasına gerek olmayan, en özdeki, saf ve gerçek varlıktır. Tüm diğer varlıklar da, bu tözün çeşitli modifikasyonlarından başka bir şey değillerdir, ve anlaşılmaları, tözlerinin niteliğinin kavranmasına bağlıdır. Bu töz sonsuzdur ve tektir. Bu töz, Tanrı, veya başka bir deyişle doğadır, evrendir. Tanrıdan başka hiç bir töz olamaz. Var olan her şey Tanrıdadır ve o olmadan hiç bir şey var olamaz. Spinoza’ya göre Tanrı evrenin yaratıcısı değildir, onun ta kendisidir, ve onunla birdir.

Bu düşünceler batı dünyası için yeni sayılabilecek nitelikte olduğundan, Spinoxa, okuyucuyu önyargılardan arındırmak için birkaç not düşer;

“Tanrının doğası ile insanınkini karıştıranlar, imnsan zihnine ait tutkuları kolaylıkla Tanrıya yakıştırırlar. Tabii, bu arada, bu tutkuların nasıl oluştuğu hakkında hiçbir fikirleri olmadığı için, insanlar için bile doğru olmayan bu ruh hallerini Tanrıya atfederler. Halbuki, insanlar, tözün doğasına kulak verseler, önermelerimin ve tanımlamalarımın doğruluğundan kuşku duymayacaklardır.”

Tanrı ile aynı şey olan Doğa, kendi kendisinin ve her şeyin nedenidir Spinoza’ya göre. Tanrı mutlak olarak sonsuz bir varlıktır, ancak bu sonsuzluk durgun bir yücelik değildir. Tanrı, kendi kendisinin nedeni olarak, kendi öz-üretimindeki devinimin de ta kendisidir. Başka bir deyişle, Tanrı, kendinde olan tüm şeylerin üretici dinamiğidir. Hem üretilen hem de üretendir. Ya da, Spinoza’nın ünlü ikilisi ile söyleyecek olursak, Tanrı Natura Naturans ve Natura Naturata’dır, yani “Doğalayan Doğa” ve “Doğalanan Doğa”’dır.

Spinoza, kitabında böyle betimler Tanrı’yı ve onun doğasını. Daha sonra da önermelerinin doğru kavranmasını engelleyen insan koşullandırmalarından bahsetmeye başlar:

“…bu önyargıları aklın sınavına tabi tutmaya değer diye düşünüdüm. Zaten burda işaret etmek istediğim önyargıların tümü, bir tanesinden kaynaklanır, o da genellikle insanların doğadaki her şeyin, kendileri gibi, bir amaçla hareket ettiğini sanmaları, ve bu sanılarını giderek, Tanrı’nın bile her şeyi belirli bir sona yönelttiğini güvenle söyleyecek kadar ileri götürmeleridir.”

Spinoza daha sonra bütün insanların amaçlarla hareket ettiklerini, ve sahip oldukları bu doğadan yola çıkarak var olan her şeyin bir amacı olması gerektiğini zannettiklerini söyler. Gözlerin görmek için, aydınlanmak için Güneş’in, beslenmek için hayvanların var olduğunu söylemek gibi… Bir kez tüm bu var olanları birer araç olarak gördükten sonra, artık bunların kendiliğinden, nedensiz ve amaçsız oluşmuş olabileceklerine inanmaları mümkün de olamaz. Kendileri için hazırlamaya alışık oldukları araçlarla benzerlik kurarak, doğanın; insan özgürlüğü ile donatılı, onlar için her şeyin çaresine bakan ve tüm şeyleri onların kullanımına sunmak için yapmış, bir ya da birçok yöneticisinin bulunduğu kanısına ulaşırlar.

Bu sözde yöneticilerin doğalarına dair bir fikirleri olmadığı için de, kendi doğalarından yola çıkar, ve buna bağlı olarak, Tanrı’nın insanları kendisine bağlamak ve onlardan en yüksek saygıyı görmek için, her şeyi onların yararına yönettiği sonucunu çıkarırlar.

“Ve öyle oluştu ki, herkes, Tanrı’nın kendisini diğerlerinden fazla sevmesini ve doğanın tümünü, açgözlülüğünü ve o doymak bilmeyen hırsını tatmin etmek uğruna yönetmesini sağlamak için, çeşitli tapınma türleri, dinler icat etti. Fakat, Tanrı’nın hiçbir şeyi boşa, (yani insanın yararına olmayacak biçimde) yapmayacağını ileri sürerken, Tanrı’nın da insanlar kadar deli olduğunu kastetmekten daha öteye gidemediler! Tanrı’nın sunduğu o kadar yararlı şey arasında, depremler, hastalıklar, vb. gibi hiç de az sayıda olmayan zararlı şeyin de olduğunu gördüler, ve bunların insanların kötü davranışlarından, ahlaksızlıklarından, günahlarından kaynaklandığını söylediler. Günlük deneyimin tüm itirazlarına, zararlı veya yararlı, tüm olayların hiç ayrım yapmaksızın, inançlılara veya inançsızlara da rastladığını sayısız örneklerle göstermesine rağmen, bu kökleşmiş önyargılarından vazgeçmediler.”

Spinoza bu erekçi doktrinin, yani her şeyin belli bir amaca sahip olduğunu veya bir amaç için yapıldığını öne süren öğretinin, doğayı tersine çevirdiğini, olduğunun tam tersi gibi gösterdiğini söyler. Gerçekten de, önce yaratılmış veya gerçekleşmiş bir şeyin, daha sonra olacak bir şeye hazırlık olduğuna inanırsak, o ikinci şeyin, birincinin nedeni olduğunu, asıl tasarının bu ikinci şeyi yapmak olduğunu düşünmemiz gerekir ki bu doğayı tersine çevirmek, nedeni sonuç, sonucu da neden olarak görmek demektir.

Zaten bu erekçi doktrin, Tanrı’nın mükemmelliğine kanıt oluşturmaya çabalarken tam tersini yapar. Çünkü Tanrı eğer bir amaca ulaşmak için çalışıyorsa, bu kendisinden eksik olan bir şeyi istiyor demektir, ve bu da onun mükemmelliğini ortadan kaldırır.

Mükemmelliğe değinmişken, Spinoza, insanları sınırlayan göreceli kavramlardan bahseder. Spinoza’ya göre, insanlar doğada var olan her şeyin kendileri için yağıldığı kanısına ulaştıktan sonra, onları en hoş biçimde etkileyen şeylerin en mükemmel olduğu kanısına varırlar. Bundan yola çıkarak; iyi, kötü, düzen, karmaşa, güzellik, çirkinlik gibi şeylerin doğasını açıkladıklarını ileri sürdükleri kavramlar ileri sürdüler. Bu kavramlar aslında hiçbir şey ifade etmez, sadece insana yararlı olup olmaması, insan zihnine anlaşılır görünüp görünmemesine göre biçim değiştiren ve bunlardan başka birşey ifade etmeyen sözcüklerdir. Doğadaki varlıkların gerçek doğalarıyla alakaları yoktur, bir takım imgeleme tarzlarıdır ve yanlıdırlar.

Spinoza’ya göre tüm bunları, insanın sahip olduğu öznel yargılardır ve kişiden kişiye değişirler. Matematik gibi güçlü bir ikna etme silahından yoksun olan imgeleme gücü ve onun doğurduğu bu tarz fikirler (güzellik,çirkinlik,iyilik,kötülük…) Dahası, insanların yargıya vardığı tüm bu şeyler, gerçek şeyler değil, insanların onların yerine oluşturduğu kendi imgeleme tarzlarının ürünleridir. Dolayısıyla, bu kadar fikir ve “gerçeklik” ayrılığının ortasında, kuşkuculuğun doğmuş olmasında şaşılacak birşey yoktur. Tüm bu yargılar da bize gerçeklik değil de imgelemlerler hakkında bir fikir verebilir sadece.

Ancak, Doğa ne iyidir ne de kötü. Ne güzel ne de çirkin. Spinoza’ya göre, Doğa, bu tür sıfatların uygulanabileceği bir yer değildir. Hem bir şeyin mükemmel olup olmadığına, onun duyularımıza hoş gelmesi ya da rahatsız etmesine göre değil, kendi doğası ve gücüne göre, ve onu yaratanın tasarısına uygun olup olmadığına göre karar verebiliriz. Bunun ötesi ise önyargıdır.

Tüm bu düşünceler ışığında, farkedilen bir şey de Spinoza’nın eleştiri oklarının bugün bile bir çok kişiyi hedef alabileceğini görürüz. Öyle ki, doğayı tersine çevirip nedensellik ilkesine feleğini şaşırtan, sözgelimi depremin, günahlarımızın cezası olarak meydana geldiğini savunabilecek derecede insanlar vardır.

Yine şöyle bir baktığımızda, farkedilen diğer bir şey de, Batılı bir filozof olan Spinoza’nın düşüncesinin Doğu öğretileriyle ne kadar benzeştiğidir. Spinoza, iç özgürlük yolunun insanın kendisini tanımasından geçtiğini söyler. Spinoza’ya göre, bunu sağlamak için önce doğamızaki o “tanrısal” olan, bizi içimizden güden “içkin” varlığın doğasını iyice kavramamız gerekir.

Tanrı’nın veya Evren’in insandan ayrı olmadığını söyelyen Spinoza, Doğa’nın bütünü algılayan sonsuz bir düşünme yetisi olduğunu, ve insan zihninin de bunun bir parçası olup, bedenini algılayan bu düşünce erkinin ta kendisi olduğunu belirtir bir dostuna yazdığı mektupta. Kendi maddi üremesini izleyen koskocaman bir evren fikri… Sonsuz bir ölçekte üreyip sürekli bir biçimde yer kaplarken, bir yandan da kendini algılayan yüce bir evren. Ve bunun küçük bir örneği olarak da, kendi bedenini algılayan insan zihni… Yukarıda anlatılan Evrene dair tüm bu özelliklerden (Yer kaplamak, düşünmek) bahseden Spinoza’ya göre ise bunlar yetersizdi. Çünkü, insanoğlu, sınırlı duyularıyla algılayabildiği bu gereçeklikte, ancak duyularının elverdiği ölçüde tahminlerde bulunabilirdi.

17. yüzyılda yaşamış, Tanrı’yı Evrenle bir tutan, ve insanı da onun bir yansıması, parçası sayan Spinoza’dan beşyüz yıl önce Hallacı Mansur “Enel Hak!” derken, onların hepsinden çok sonra, 21. yüzyılda çeşitli Doğu-Batı kaynaklı öğretilerin günümüzle harmanlanmış şekilleri de makrokozmos-mikrokozmos arasındaki ilişkiyi anlatıp, kollektif bilinçten bahsedeceklerdi.

Evrendeki bütün şeyler, olaylar ve benliğimiz, karşılıklı etkileşim ve birlik içindedirler. Dünyadaki tüm şeyler ve olaylar, bir tek bütünün çeşitli görüntüleridir. Varmayı umut edebileceğimiz en üstün varoluş hali, O kalıcı ve sonsuz varlığın bir tezahüründen başka bir şey olmadığımızı, aklımızı aşan bir anlayış biçimiyle kavramaktır. İşte o zaman tutkularımızdan özgür olur ve istediğimiz yaşam biçimine erişiriz. Spinoza bunu “Beatitudo” olarak adlandırır. Ancak biz buna Fenafillah da diyebiliriz, Samadhi de, Nirvana da…

Spinoza, bugün baktığımız zaman çok sıradışı, çok orjinal bir fikrin savunucusu gibi gelmeyebilir. Sonraki dönemlerde Freud’u, Nietzche’yi, Einstein’i, Hegel’i ve Goethe’yi bile etkileyen Spinoza, yaşadığı toplumda, alışılmamış, sapkın ve dinsiz bir öğretinin savunucusudur. Tümtanrıcı, yani Panteist olarak adlandırılan Spinoza, bir kısım insanların dediği gibi “Tanrı sarhoşu” mudur, “zehirlenmiş” midir, sapkın mıdır bilinmez, ama düşüncesiyle kimilerimizin içinde heyecan kıvılcımları yaratacak kadar başarılı olduysa, o üstün kavrama yetisine sahip bu filozofun önünde “sevgiyle” eğilmek gerekir diye düşünüyor, sizi Spinoza ve düşüncesi hakkında, Doğa’nın neden-sonuç ilişkisini tersyüz edecek bir iyi-kötü, güzel-çirkin yargısında bulunma davranışıyla başbaşa bırakıyorum… =)

Zeynep Oğuz