Sonsuz:
Mısır turlarımızda en çok ilgiyi çeken konuşmamız, Paganizm üzerine olanıydı. Paganizm, çok ama çok önemli bir konu ve maalesef ki yeterince bilinmiyor. Aslında bugün ki spiritüel bilgilerin kaynağı bile Paganizm’e dayanıyor. Bu konuda, Burak Eldem ve Cem Şen’den öğrenecek çok bilgimiz var deyip, çekiliyorum bendeniz aradan. Çünkü turlarda da bu konuda, moderasyon ya da yönlendirmeye hiç ihtiyaç duymadan müthiş sunumlar yaptılar. Aynısını tekrarlamak istiyorum ve aradan çekiliyorum. Şimdi öncelikle sözü, Burak Eldem’e bırakıyor ve bu çok önemli konunun girişini dinliyoruz.
Burak Eldem :
Aslında her şeyden önce, artık terim haline gelmiş bir sözcüğün yarattığı yanlış çağrışımları düzeltmek adına, küçük ama önemli bir kavramsal düzeltmeyle girmek lazım konuya. “Pagan” sözcüğü, içeriği ve sınırları belli, homojen bir inanç sistemini tanımlamak üzere üretilmiş bir terim değil. Belli bir kurumsal inanç geleneğine bağlı grupların, “kendilerinden olmayana” verdikleri, olumsuz bir ad olarak beliriyor literatürde. En kısa anlatımıyla, bu.
Sözcük olarak “Pagan”, beşinci yüzyıl ve sonrasında bilinen Antik Dünya’nın kent merkezlerinde değil, kırsal kesiminde yaşayan insanları tanımlıyor. Tam karşılığı, “köylü”. Kurumsal tektanrılı dinlerin ilk “global” temsilcisi Hıristiyanlık, beşinci yüzyıldan itibaren Roma’nın resmi ve egemen dini haline geldiğinde, eski inanç kültlerine karşı sistematik bir baskının devreye girmesine tanık oluyoruz. Büyük kent merkezlerinde resmi din, zaman içinde denetimi bütünüyle eline alsa da merkezlere uzak kırsal kesimdeki insanları baskı altına almakta zorlanan otorite, “eski inançtan vazgeçmeyen köylüleri” kastetmek için “Pagan” sözcüğünü kullanıyor.
Etimolojik olarak da Pagan’ın anlamı, köylülük zaten; tıpkı bugün Fransızca’da halen kullanılan “paisan” gibi. Ancak resmi otoritenin egemen dini kabul ettirme süreci içinde sözcük farklı bir “felsefi” anlam da kazanıyor yavaş yavaş. Artık sosyal ya da demografik bir tanım olmaktan çıkıp, “tektanrıcı dogmatizme direnen ve eski inanca bağlılığı sürdüren grupları” nitelemekte kullanılır oluyor.
Aslına bakılırsa, anlamın dışında, sosyal olarak da kırsal kesim ya da köylülüğün ötelerine uzanıyor pagan ve ondan türeyen “paganizm” sözcükleri; çünkü büyük kentlerde yaşayıp ağır baskıya uğrayan insanlar zaman içinde inanç ve dünya görüşlerini koruyabilmek için kırsal kesime göç etmeye başlıyorlar. Hatta 8. yüzyıl gibi geç sayılabilecek bir tarihte bile, Avrupa’nın birçok bölgesinde, kentlerden kırsal kesime kaçan eski inanca bağlı entelektüellerin, “paganizm” pratiğini bir tür “direniş kültü” gibi yaşattıklarına tanık oluyoruz. Bu yönüyle baktığımızda, spesifik ve tabii aslında gayet de politik bir terim. Ama günümüzde, terminolojide kavram kargaşası yaratmamak adına, tektanrıcı (ya da daha doğru bir ifadeyle “İbrahimî”) dinler öncesindeki inançları benimseyen gruplara “pagan”, onların felsefelerine de “paganizm” deniyor. Genellikle, bir başka yanılsamayı beraberinde getiriyor bu tanım ve genel kabul gören bir kategorizasyonla “tektanrılılık – çoktanrılılık” gibi bir yanlış ayrıma kapı açıyor. Bunun derinine daha sonra gireriz. Ben giriş adına, altını çizerek şunu söyleyip bırakayım şu an için: Paganizm olarak adlandırılan düşünce ve evren kavrayış sistemi, egemen merkezi ve kurumsal dinlerin öncesindeki yaygın, köklü ve kadim inanç ve düşünce geleneğini sürdüren grupları nitelemekte kullanılıyor. Bu evren anlayışı, 1. “Din” değil, bir yaşam ve düşünce biçimi, 2. “Çoktanrılı” değil, “çoğul ve heterojen” bir evrensel güçler, enerjiler sistemini gözetiyor. Cem, sanıyorum böylesi bir girizgah daha rahatlatacak bundan sonra konuşmanın izleyeceği seyri.
Cem Şen :
Sanırım Paganizmi net bir şekilde kavrayabilmek için biraz inanç sistemlerinin gelişimini incelemekte ve aradaki boşlukları da biraz varsayımlarla doldurmakta fayda olabilir. Varsayım diyorum çünkü yazı öncesi tarih ile ilgili elimizdeki veriler gerçekten oldukça kısıtlı. Çoğunlukla bu alan efsanelerin ve söylencelerin konusuna giriyor. Bu konuda en fazla sözlü geleneğe ulaşabililiyoruz fakat ne gariptir ki sözlü gelenek daha gerçek dışı kabul edilirken yazılı kaynaklar daha geçerli kabul ediliyor bu konuda.
İnsanoğlunun bilinen en eski ruhsal ya da dini deneyimine sanırım Animizm diyebiliriz. Animizst dünya görüşü temel olarak doğayı oluşturan görünen ve görünmeyen varlıkların ya da güçlerin tamamının bir ruha sahip olduklarını, canlı olduklarını ve bir bütünün parçası olduklarını söylüyor. Erken dönemlerdeki gelişmiş insanlar, bu anlamda, bildiğimiz kadarıyla animist bir yaşam sürmekteydiler. Bu yaşam bir anlamda cennet bahçesi tasvirlerini andırıyordu. Tüm varlıkların canlı oldukları, ruha sahip oldukları bir dünyada, bir birey olarak asla yalnız değilimdir ve her şey ile bir olduğum için bu anlamda güven içinde yaşayabilirim.
Bugünün tarihçileri ya da bakış açısı bize o dönemi korku dolu bir dönem olarak anlatır. Adeta ormanın içinde, vahşi hayvanların insafına kalmış bir yaşam yaşıyorduk o dönemlerde. Bu nedenle de o dönemler günümüz insanının bakış açısından korku dolu dönemlerdir. Oysa durum hiç de öyle değildi. Bunu nereden mi biliyoruz? Halen bizim taş devri olarak adlandırdığımız dönemde yaşamakta olan günümüzdeki bir takım kabilelerden. Elbette bunlar çok az sayıda kalmış olsalar da, yine de bize evrenin canlı olduğunu ve burada güven içinde yaşadıklarını anlamamızı sağlayan bir takım veriler sunuyorlar.
Bir süre sonra animist dünya görüşü biraz evrimleşerek yerini bugün şamanizm olarak adlandırdığımız bir inanç sistemine bırakıyor. ŞAmanizm bu anlamda halen animist dünya görüşünü benimsemiş durumda ama artık evren ile birlik duygusu yavaş yavaş yerini ruhların seçtiği, seçkin bir insanın, diğer insanlar ile ruhlar arasındaki dengeyi kurma görevi üstlendiği bir anlayışa bırakmaya başlıyor.
Bu anlayış halen baskıcı bir anlayış değil. İnsanı halen tüm evrenle iletişim halinde kabul ediyor. Özellikle günümüzde Fransa’daki bir mağarada bulunan zengin duvar resimleri bunu çok iyi anlatıyor. Bu duvar resimlerinde, günümüz bilim insanları ve tarihçiler tarafından “şaman” olarak adlandırılan geyik boşnuzlu, baykuş gözlü, insan bedenli ve diğer pek çok hayvanın karışımından oluşan betimleme
bunun en iyi örneklerinden bir tanesi. Bu betimleme insan ile diğer canlı türlerini birleştiriyor. Üstelik bu canlı türleri, ağırlıklı olarak insanın avladığı hayvanlardan oluşuyor. Yani insan, o havyanı avlayıp yediğinde bir anlamda o hayvanı kendi bedeninde yaşatmış oluyor.
Düşünce ve inanç sistemi biraz daha değişime uğraştığında bu kez karşımıza bugün paganizm ya da çok tanrıcılık olarak adlandırılan bir sistem çıkıyor. Bu sistemde artık, evren ve onun güçleri bir tür tanrı olarak karşımıza çıkmaya başlıyor. Burada bizlerin tanrı olarak adlandırdığımız şey aslında o dönem innsanı için örneğin tüm geyiklerin toplamından oluşan büyük, kutsal geyik, ya da tüm kadınların dişi ruhun toplamının oluşturduğu büyük dişi, büyük anne, Kyble, Isis, Kwan Yin oluyor. Yani halen tanrılar bizden uzakta değil. Biz ve onlar bir bütünün parçalarıyız. Hepimiz aynı birliğin içindeyiz. Fakat işte tam burada, düşünce sisteminin bir sonraki adımı devreye giriyor ve tek tanrılı inanç sisteminin dünya üzerinde belirmesiyle artık animist dünya görüşünün sonu geliyor. Bu dünya genelinde pek çok efsane ile anlatılıyor. en bilinen efsanelerden bir tanesi bu konuda Merlin efsanesi mesela. Tek tanrılı inancın devreye girmesiyle birlikte artık tanrı ve geri kalan her şey ikilemi başlıyor ve bizler tanrıdan uzaklaşıyoruz. Tam bu noktada sözü yine Burak’a bırakıyorum.
Burak Eldem :
Sosyal antropoloji perspektifiyle baktığımızda resmin görünümü, insan toplumlarının örgütlenme ve yapılanma sürecindeki değişimlerin, doğrudan ya da dolaylı çağrışımlarla “ruhani aleme” yansıtılması halini de alabiliyor tabii. Hatta “Yukarıda nasılsa, aşağıda da aynısı” biçimindeki ünlü Hermetik motto, hafif tersine dönmüş gibi beliriyor burada: “Aşağıda nasılsa, yukarıda da aynısı”. Çünkü sosyal
yapının egemenleri, kendi varlık ve iktidarlarının meşruluğuna evrensel tanıklık ve onay göstergesi yaratabilmek amacıyla “yukarıyı” kullanıyorlar sık sık.
Ben senin toparladığın süreci bir iki cümleyle biraz kronolojik bir düzleme oturtayım: Doğadaki “düşünen insanın” ilk evren kavrayışı, başlangıcını bilemediğimiz kadar uzak bir geçmişe dayanan animizm ile iç içe gidiyor uzun süre. Ardından, nispeten düzenli sosyal gruplar oluşmaya başladığında, ortaya çıkan hiyerarşiye paralel bir “manevi liderlik” konumu doğuyor ve “bilgiye sahip olan” topluluk bireylerinin Şaman dediğimiz spiritüel ve doğal liderlere dönüştüğünü görüyoruz. Yine uzunca bir sürecin içinde adım adım yaşanan değişim, ilk yerleşik toplumlar ortaya çıktığında, yani Neolitik Çağ başlarında bilinen ilk köklü ve sistemli evren anlayışını yaratıyor: “Ana Tanrıça” düşüncesi ve doğanın, evrenin, yaşamın ve yenilenmenin “döngüsel” bir sistem içinde “evrenin kendisi” tarafından yönetildiği yaklaşımı. Yerleşik tarım topluluklarında evren, bir bütün olarak her şeyiyle “doğurgan ve kollayıcı, şefkatli anne” olarak kabul ediliyor. Buna karşılık düşen sosyal yapı da, bu düşünceye bütünüyle uyumlu.
Erkek ve kadının cinsiyet farkı gözetilmeden eşitliği yaşadığı, ancak “manevi liderlik” alanında, kendisi de “doğurgan bir yaratıcı” olan kadının biraz daha öne çıktığı oldukça uzun bir evre bu. Elbette bu sosyal yapıda, yerleşikliği getiren temel olgu durumundaki tarımın, kadınlar tarafından geliştirilmesinin etkilerini de göz ardı etmemek gerek.
Derken, en az altı yedi bin yıl süren bu evre, daha önceki söyleşilerde gündeme getirdiğimiz göç, doğal afetler gibi farklı değişkenlerin devreye girmesi sonucu, ciddi bir kırılma noktasıyla “erkek-egemen” yapıyı gündeme getiriyor ki, inanç ve düşünce sistemlerinin bundan ciddi biçimde etkilendiğine tanık oluyoruz. Farklı görünüm ve dışavurumlarıyla evrenin tek egemeni olan “Büyük Anne”, ilkin bu konumunu bir “yardımcı eril tanrı” ile paylaşmaya başlıyor; zaman içinde eril tanrı ve onun farklı görünümleri öne çıkıp tanrıçayı görece daha arka plana doğru itiyor; aynı dönemde sosyal yapıda da kadınların statüsünün ciddi biçimde gerilemeye başladığına tanık oluyoruz.
Günümüz akademisyenlerinin fazlasıyla Greko-Roman bir yaklaşımla “panteon” olarak tanımlamaya çalıştığı sistematik “çoğul tanrı” grupları” Eski Dünya’nın birçok bölgesinde rastlanır hale geliyor. Aslına bakılırsa, yine bir perspektif ve yaklaşım hatasıyla “din” olarak değerlendirilen bu düşünce ve inanç pratikleri, aynı uygarlık içinde bile zamana ya da yerelliğe bağlı olarak farklılık gösterebiliyor. Asurolog Leo Oppenheim, altmışlı yıllarda çok ses getiren bir yazısında “Mezopotamya dini”nden söz etmenin yanlışlığına değinmişti. Yine birçok öncü Ejiptolog, yaygın ve homojen, tek tip bir “Mısır Dini” olmadığının altını çizmeye çalıştı ama sosyal konulara bugünün gözlükleriyle bakmayı sevenler, kadim uygarlıkların her birinin “dinlerinden” söz etmeyi yeğlediler. Oysa Eski Dünya’daki hiçbir coğrafyada, hiçbir dönem, kesin ve kalıcı, tek tip bir “panteon” modeli (bazı zorlama girişimler dışında) geçerli olmadı. Yukarı Mısır’ın güneyinde yaratıcı tanrı olarak Khnum öne çıkarken, biraz kuzeyindeki Thebes teolojisinde Amen ağır basıyordu. Memphis’te Ptah’la ilgili ritüel ve mitlerin paralellerini, Heliopolis’te Atum ve Ra için duyabiliyordunuz. Bu teolojilerin hiçbiri de diğerleriyle çatışma yaşamıyordu üstelik. Sümer’de Eridu, Enki’nin kentiydi, Uruk ise tanrıça İnanna’nın. Ama Mısır’a göre çok daha derli toplu görünmesine rağmen Mezopotamya’da da bir “egemen din” ve bunun dayattığı “tek bir panteon” söz konusu değildi.
Bu konudaki büyük değişim, büyük merkezi (ve belki de o günün ölçülerine göre “global”) devletler biçimlendikten sonra başladı. Roma’nın Hıristiyanlığı “resmi din” haline getirip, bir sonraki yüzyılın sonlarına doğru da eski inanca bağlı kalanlara kıyım uygulamaya başlamasıyla birlikte, “otoriter ve büyük iktidar mekanizması”nın birincil güçlü enstrümanı olarak “din” kavramı ortaya çıktı. O andan itibaren de Eski Dünya ilk kez, “Yalnızca benim inancım doğru, gerisi yanlış; yalnızca benim tanrım gerçek, diğerleri sahte!” diyen bir düşünce biçimiyle tanıştı. Paganizm terimi de, işte başlı başına bu düşünce biçiminin bir ürünü: “Benden olmayanların hepsi kâfir; kırsalda yaşayan o sinsiler de bizim dinimizi kabul etmeyen putperestler!” Aslında terminolojik olarak Judaizm’in içinde var olan “Goyim=Diğer milletler=Yahudi olmayanlar=Kâfirler” anlayışı, ilk kez büyük bir resmi otoritenin elinde çok büyük bir coğrafyaya egemen kılındı. Oldukça kritik ve tarihin çarkını ciddi biçimde etkileyen bir değişim deyip, Cem’e bırakayım sözü.
Cem Şen:
Aslında, paganizmden tek tanrılı inanç sistemlerine geçiş, özellikle tarım devrimi olarak adlandırabileceğimiz anlayışın doğması ile yakından ilişkili.
Tarım devriminden kastım, tarımın icat edilmesi ya da geliştirilmesi süreci değil. Tarım devrimi dediğimiz süreci başlatan anlayış biçimi. Bu anlayışın gelişimine kadar insan, kendini tümüyle tanrının eline bırakmış durumdaydı. Tanrının diyorum, çünkü tanrılar aslında birden fazla tannrı değil de tek bir tanrının birer sıfatı niteliğindeydiler.
Fakat o noktada bir yerlerde bir grup insan, birden bire, peki ya tanrılar bir gün yaşamamıza izin vermezlerse, bize besin göndermezlerse, kaderimiz tanrıların elinde olursa o zaman ne zaman öleceğimize, ne zaman yaşayacağımıza da onlar karar verecek dediler.
Ve derken bu kararı tanrının eline bırakmak yerine kendi ellerine almaya karar verdiler. Bunun ilk adımı da tarım devrimiydi. Bu sayede besini stoklayabilir ve tanrı onlara av hayvanı göndemezse bile hayatta kalabilirlerdi. Derken ya tanrılar onu yaparsa, ya tanrılar bunu yaparsa varsayımlarıyla, bu insan grubu ya da bu anlayış, kendini bir geyik gibi, bir aslan gibi, bir ceylan gibi tanrının eline ya da insafına bırakmak yerine, kendi kaderin kendi eline almak istedi. Bunu yaparken de diğer tüm canlı varlıkların kaderini de kendi eline aldı.
İste bu doğaya tecavüzün de başlangıcı oldu. Bu anlayışın bir sonucu olan tek tanrılı dinlerin kitapları bile, doğanın, içindeki tüm canlılarla birlikte insanoğlunun emrine verildiğini anlatır.
Fakat bu anlayış yerleştiği anda, uzakta bir tanrı, arada insanoğlu, ve onun emrine verilen bir doğa üçlemesi çıkıverdi.
Tanrı en üstte, insan altta, doğa onun da altında. Artık bu üçü bir değildi. Ve daha da acısı insan, tüm doğayı ve doğa güçlerini kontrol altına almaya başladığında gözünü tanrının tahtına dikti. Babil kulesi bunun paganlar tarafından anlatılan bir hikayesidir. Fakat tek tanrılı ilk dinler aslında kendilerini eleştiren öyküleri alıp kendi öğretilerinin içine katarak bu hikayeleri paganlara karşı kullanmak gibi muhteşem bir taktik keşfettiler. Paganizmi çok tanrılı ya da putperest ilan eden tek tanrılı anlayış, aslında paganizmin tek tanrılı bir inanç sistemi olduğunu gözledi. Tüm canlıların tanrının birer parçası olduğunun da gizledi. Bunun yerine tanrı ve insan arasında bir ayrım yarattı. Fakakt paganizmin temel anlayışı şuydu: Evrende tanrıdan başka bir şey yok. Ondan başka bir materyal yok. Dolayısıyla tanrı yaratmak için sadece kendini kullanabilir. Dolayısıyla da yaratılan her şey O’dur.
Bu da bize ondan başka bir şey olmadığını ve her şeyin 1 olduğunu, tanrının tek olduğunu söyler. Fakat tek tanrılı ilk inanç sistemleri bize Tanrı diye bir varlık olduğunu, bu varlığın kendenden başka bir malzeme kullanarak insanı yarattığını anlatır. Bu nedenle Tanrı ve insan ayrı bir şeylerdir. Bu durumda birlik ortadan kalkmış insan ve tanrı diye bir ikilik yaratılmıştır. Bu ikilik durumu, dolayısıyla tarım devrimini başlatan ve paganizmi yerle bir eden anlayışın temel hedefini de ortaya koymaktadır: Her tür gelişim aracını kullanarak (bilim, felsefe vs) tüm kaderini eline geçirmek. bunun için her tür engeli ortadan kaldırmak. En büyük engel Tanrı olduğu için de en nihayetinde onu ontadan kaldırıp onun tahtına oturmak. İşte tek tanrılı inanca sahip olanlar Paganları çok tanrılı ve putperest kafirler olarak nitelerken, paganlar da biraz önce anlattığım mantık uyarınca tek tanrılı anlayışı aslında çok tanrılı ve kafir olarak görüyorlardı. Sonuçta Tarım Devrimi ile başlayan anlayış kazandı ve bugün onun sonucu olan bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünya, insanoğlunun 100000 yıllık barış dolu yaşamının son 5-7 bin yılında oluştu.
Burak Eldem :
Bu “tanrının tekliği” ya da “çokluğu” noktasında, sık kullandığım bir benzetmeye başvuracağım yine. Batı dillerinde “sayılabilen ve sayılamayan” (countable – uncountable) diye bir kavram ve kategorizasyon vardır. Bazı maddesel unsurlardan söz ederken bir, iki, üç, beş, yüz vb gibi sayısal nitelemeler kullanılmaz, çünkü bunun teorik ve pratik olarak bir anlamı olmaz. Ben kadim düşünce sistemlerinin “tanrısallık” meselesine biraz buna benzer biçimde yaklaştıkları kanısındayım. Tabii aslında “tanrı” kavramının evrenin kendi yapısı içindeki dinamik, değiştirici, dönüştürücü ve düzenleyici güçlere karşılık gelerek kullanıldığı olgusunu göz ardı etmeden bakmak gerek konuya. Böyle yaklaştığınız zaman, evrenin ve onun içeriğindeki güçlerin “sayılabilirliği” olmaz. Yani ne “tekillik” söz konusudur, ne de “çoğulluk”; bu niteleme ve kategorizasyonların evrensel güçlere uygulanabilirliği yoktur aslında. Bütün bu kozmik oluşumun içinde, yaşam da dahil olmak üzere her bir olgu ve unsuru kendi içinde var eden güçlerin sayılarını, hatta “türlerini” bile bilemezsiniz. Diğer yandan da, söz konusu bu güç ve etkilerin aslında aynı bütüne ait olduğunu sezer, hisseder ya da bilirsiniz.
Bugün “pagan” olarak adlandırılan o heterojen ve değişken düşünce sisteminin bütün çağları aşan ortak özelliği, evreni bir bütün ve tutarlılık içinde görme yaklaşımına dayanıyor. Bu anlamda hem “bir olan” vardır ortada, yani evrenin kendisi, var olan her şeyin bütünü, hem de o bütünün sayısını ve dönüşümlerini asla tahmin edemeyeceğiniz güç ve temel prensiplerinin tezahürleri.
Biraz daha derine girersek, bin yıllara yayılan insan düşüncesi ve gözlemlerinin, büyük kısmı senin sözünü ettiğin sözlü aktarımla korunan birikimi içinde, evrenin dışında, onun ötesinde ve evreni var eden bir “yaratıcı tanrı” anlayışı yok. Eğer mitlere dikkat edilirse, bugün bizim “tanrı” olarak yorumladığımız güçlerin aslında “evrenin düzenleyici dinamiklerine” gönderme olduğunu anlarız.
Zaten etimolojik olarak da kadim düşüncede “tanrı” karşılığı olarak kullanıldığını düşündüğümüz sözcük, ad ve terimlerin büyük bir çoğunluğu, “evrene ait güç ve prensiplere” işaret eder. Mısırlıların “Neter”leri, sonradan Arapça’da “Nâzır” biçimini alan “Gözcü, denetçi”dir; Mezopotamya’da “Din.Gir” ve “İlu” kavramları kozmik güç ve prensiplere karşılık gelir.
Birçok kadim kültür için tanrısallık, evrenin kendi içindeki sonsuz – döngüsel – sınırsız güç ve dönüştürücü etkilerin genel adıyla bağıntılıdır. Böyle baktığımızda, “paganizm” genel adıyla andığımız düşünce sistemlerinin, aslında “kozmoloji” ve “felsefeyle” daha yakından bağlantılı olduğunu görürüz. Evreni aşan, onun üzerinde bir tanrısallık kavramı, tektanrılı anlayışın getirdiği bir düşünsel kırılma noktası. Daha ilgincini söyleyeyim, “Saklı Tarih” dizisinin son kitabında da üzerinde yoğun olarak durduğum bir konu bu: Günümüzde modern bilim ve kozmolojinin evrenin niteliği ve dönüşümleriyle ilgili vardığı nokta, günümüzden en az beş bin yıl öncesinin Mısır, Hindu, Mezopotamya ve Çin kozmogonilerinden çok da farklı değil. Yani bilim, teknoloji, araştırma, veri birikimi ve deney çeşitliliği sonunda, beş bin yıl önceki insanın “sezgisel” diyebileceğimiz bir biçimde ulaştığı “evren teorisine” yaklaşıyoruz. Üzerinde dikkatle durulması gerektiğine inandığım bir nokta bu. İçinde “Big Bang”i de, termodinamiği de, entropiyi de barındıran; dogmadan uzak ve oldukça esnek bir evren teorisine, bilgi düzeyinde olmasa bile sezgisel olarak, insan uygarlığı günümüzden en az beş bin yıl önce ulaşmıştı. Üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken nokta, bu bence.
Sonsuz :
Aslında derya deniz bir konu bu. Yaz yaz da bitmiyor hani. Bu noktada keselim, Tekrar devam edelim kaldığımız yerden. İkinize de teşekkür ediyorum.