Güneşli bir bahar gününde Toroslar’ın eteklerinde piknik yapıyorduk. Sanırım 9-10 yaşlarındaydım. Son 20-30 dakikamı, başımı otların arasından kaldırmadan, “dört yapraklı yonca” aramakla geçirmiştim. Ellerimi yeşil otlar arasında gezdirirken, yoğunlaşmaktan bayılmak üzere olan gözlerim beynime “işte dört yapraklı yonca” sinyali göndermek için can atıyordu. “Acaba nafile günlerden biri mi olacak?” sorusuyla umutlarımı yitirmeye başladığım an, muzaffer komutanlar gibi “buldum, buldum” naraları atmaya başladım:
“Dört yapraklı yoncam!”… Ne kadar da şiirsel bir güzelliği vardı benim için. Ömrüm boyunca böyle hissetmişimdir. Ancak kısa bir süredir dört yapraklı yonca için şöyle düşünüyorum: “Ne kadar matematiksel bir güzelliği var!”
Liseli yıllarımda “yönetici olmak” ile “psikolog” olmak arasında tercih yapamaz hale geldiğimde, sık sık kendime ne istediğimi sorardım. İstediğim şey “ kendimi anlamak” dı. Lise son sınıfa geldiğimde bu istek o kadar güçlüydü ki, psikoloji okumak dışında hiçbir şey istemiyordum. Bugünün en popüler meslekleri arasında yer alan psikoloji ve psikiyatri için maalesef o dönemlerde “ deli doktoru” denirdi ve pek de makbul görülmezdi her nedense bu meslekler. Sonuç olarak ben de, matematik bölümü mezunu biri olarak, ailemin diğer üyeleri gibi mühendis olmaya adeta zorlanarak yaptığım tercihler arasına, yüreğimin yalvar yakar bağırmaları ile tek sosyal bilim tercihim olan “Uluslararası İlişkiler”i yazıvermiştim. Yazarken orayı kazanacağımı biliyordum. Sınavdan çıktığım gün Uluslararası İlişkiler’i kazanacağımdan emindim. Böylece, eğitim sistemi sayesinde zaten zorlama ve ezberden ibaret olan matematiği hayatımdan uzunca bir süre çıkarmış oldum. Aslında kendimi arama çabalarım içinde matematiğin önemli olduğuna da inanmıyordum. Farkındalık ve anı yaşamak işin içine girdiğinde hele, matematiğin ne önemi olabilirdi ki?
Oysa Galileo yüzlerce yıl önce şöyle demişti:
“Doğanın büyük kitabı yalnızca onun yazıldığı dili bilenler tarafından doğru okunabilir. Bu dil, matematiktir!”
Birkaç ay önce üniversitenin tanıtım günlerinde sevgili Rıfkı Kahramaner hocamla aynı masada görev yapıyordum. Rıfkı Hocam, bir matematik hocasıdır. O, gerçek bir matematik hocasıdır, zorlama hocalardan değildir. Pür matematik yapmaz ama iyi bir matematik hocasıdır. Tanıdıklarımın en iyisidir! Hocamın o sırada okuduğu kitap, matematik felsefesi üzerineydi. Okuma merakımla başladığım kitabını adeta yalayıp yutarak bitirebilmek ihtiyacı hissetmiştim.
İşte senelerden sonra (tam ondokuz sene sonra) matematik yeniden, belki de ilk kez şimdiki anlamıyla, o tanıtım günlerinde girdi hayatıma. Geçenlerde, oğlumla Beşiktaş’ta gezinirken Kabalcı Kitabevi’ne gittik. Oğlumun favori kitapları olan Tübitak kitapları arasında gezinirken, elimde en az 6-7 matematik kitabıyla ayrıldım Kabalcı Kitabevi’nden. Günlerdir, matematiği anlamak üzerine kitaplar okurken, bazen matematikcilerin bir tavsiyesi ile Dante okuyorum (ve Dante’nin İlahi Komedyası’nı ilk kez şiirsel güzellik değil de, matematiksel güzellik olarak algılıyorum!) bazen bir başka tavsiye ile Gauss veya Einstein’ın hayatını irdeliyorum. Onların nasıl düşündüğünü anlamaya çalışıyorum. Sözün özü, bir süredir etrafımdaki her şeye matematiksel farkındalık ile bakmaya başladım…
Çok sevdiğim şairlerden Robert Frost bir süre çiftçilerle birlikte yaşamıştı. O, bulunduğu doğayı çiftçilerden çok daha farklı görüyordu; tıpkı matematikçilerin soyut dünyasına benzer şekilde gerçeklikten uzak mükemmel tanımlamalar yapıyordu… Ve bir şiirinin dizeleri şöyle:
“Çayırdaki pınarı arındırmaya,
Yaprakları tırmıklamaya gidiyorum
Beklemeye, suyun berraklaşmasını,
Uzun kalmayacağım, gelir misin benimle?”
İşte okuduğum her matematik kitabı, beni matematiğin mükemmel soyut dünyasına davet ediyor gibi. Bir tarafta yenilerde elde ettiğim matematiksel farkındalık, bir tarafta kendi kendime yaratıp çözmeye çalıştığım karalamalarla dolu kağıtlar var…
Bir binanın duvarlarının ne kadar düzgün ve bir ağacın yapraklarının ne kadar muhteşem olduğunu bir matematikçi gibi görmeye çalışıyorum. Yıldızların büyüsüyle gökyüzüne baktığımda, aslında gördüğüm yıldızların orada olmayabileceğini düşünüyorum ve dördüncü boyutu anlamaya çalışıyorum. Çalışıyorum diyorum çünkü bunu başarıp başaramadığımı bilmiyorum. Bana güzel gelen şeylerin matematiksel oranlara sahip olduğunu fark ediyorum. Da Vinci’yi anlatan kitabımın sayfalarını çevirirken, onun dehasının arkasında yatan şeyin matematik olduğunu ve Da Vinci’nin matematiksel güzelliği ne kadar harika gösterebildiğini hayranlıkla keşfediyorum. Her zaman kendimi bulmak için gittiğim ve son 20 senedir en favori yerlerimden biri olan Sultan Ahmet Cami’ye, geçen hafta ilk kez mimarın gözüyle bakabildim. Her şeyden çok sevdiğim oğluma baktığımda, yüzünün ortasındaki minik burnunun ne kadar hoş bir orana sahip olduğunu düşünüyorum. Ve artık Mozart dinlerken, notaların büyüsü matematikle birleşiyor. İlk kez düşlerimde ve düşüncelerimde gezindiğim ve sık sık kullandığım sonsuzluk kelimesinin matematik olduğunu fark ediyorum.
“Hiç dans ettin mi yağmurun altında,
Kendini unuturcasına,
Kim bilir belki de hatırlarcasına?
Hani sonsuzluğa ulaşırsın,
Her şey ve hiçbir şey olarak.
Tıpkı su damlasının bitmeyen serüveni gibi,
Gök ile toprak arasında.”
Sonsuz sadece matematikte var!
Matematik zihinde oynanan harika bir oyun. Bir dikdörtgen alsam elime, sonra onu hayalimde yuvarlasam altı ve üstü açık bir silindir elde edebilirim. Hayalimde incecik iki dilim alıp biri taban, biri de tavan olacak şekilde kapasam yuvarlağımı, gerçek bir silindir yani kapalı bir alan elde etmiş olurum. Şimdi diyelim ki, ilk dikdörtgenimin alanı belli ama silindirimin hacmi ne? Ne hoş değil mi, insan bir kez başladı mı, sonunu getiremiyor. İstediğim her şekli yaratabilirim matematikle. Sonsuzluk kadar çok alternatifim.
Bir matematikçi olan Alfred Renyi şöyle demiş:
“İnsanın var olmayan şeyler hakkında var olanlardan çok daha fazla şey bilmesi ne gizemli değil mi?” Bundan yıllarca önce aldığım bir Dave Kliman çalışması var: Şimdilerde bir fraktal olduğunu öğrendiğim mandalaya benzer çalışma, yüzlerce kez meditasyonlarım sırasında beni içsel yolculuklara çıkarmıştı: Renk cümbüşlerinden oluşan sarmal şekil, benden uzaklaştıkça kendi derinliğim arasında gezinebilmeme izin veriyordu. Sarmalin yuvarlanarak ta içine ve ortasına düştüğüm an da, sonsuzluğa dokunuyordum ve hız beni hissizliğe sürüklüyordu. O zamanlarda, vücudumdaki her bir hücrenin ritmini duyumsar oluyordum ve galiba Mevlana’nın dönme serüvenini anlıyordum! Hepsi aslında matematiksel bir formülle oluşan sevgili fraktalim sayesinde oluyordu… Oysa ben onu açılan gül yapraklarına benzetiyordum. Her açılan yaprak beni daha da derinlere, aslıma götürüyordu! Demek bir gül de, milyonlarca şiire konu olmasına rağmen, matematiksel bir güzellikti, şiirsel değil! Demek evrenin güzelliği ve büyüsü yani evrenin şiirselliği aslında matemetiksel bir güzellikti!
W.B. Yates’in dediği gibi:
“Her şey değişti, tümden değişti:
Korkunç bir güzellik doğdu.”
Matematiksel farkındalık boyutu beni hiç olmadığı kadar yaratıcı kılarken, hiç olmadığı kadar da mütevazi yapıyor! Tanrı’nin mükemmelliğini anlamak, kendime ve Tanrı’ya ulaşabilmek için matematiği anlamam gerektiğini biliyorum. O yüzden Allah “oku!” demişti Kur’an’ın ilk ayetinde. Galiba “oku ve hatırla sana verdiğim her şeyi” demek istiyordu!
“Hatırla, çünkü matematiksel bir şiirselliğe sahip olan sen, hücrelerinde bilgilerle doğuyorsun zaten. Oku ve hatırla sadece!”
Bu yazı, sevgili hocam Rıfkı Kahramaner ve Tübitak yayınlaraına emeği geçen herkes ile tüm matematikçilere adanmıştır.