Yaşamın gün geçtikçe insanın üzerine daha çok yüklendiği ve daha hızlı bir koşuşturma temposu talep ettiği zamanımızda, ‘yapılmazsa olmaz işler’ kategorisine koymak zorunda olduğumuz dünya işleriyle başa çıkabilmek için bazen haftanın yedi gününün yetmediği söylenebilir. Yaşamın akışı bu doğrultuda devam ederse, haftanın günleri yediden sekiz güne çıkarılsa bile, bunun da insanlığın ‘yönü meçhul’ koşuşturmasına yetmeyeceğinden emin olabiliriz. 

Yaşamın son zamanlarda belirgin bir şekilde zorlaştığı ve temposunun hızlandığı yadsınamaz. Bizlerden bağımsız bir şekilde, kendi dinamiğinden kaynaklanan bir ivme ile giderek artan bu tempoya ‘bir anlam’ verebilmek ve mantıklı ‘bir açıklama’ getirebilmek amacıyla, “yaşamı sürdürmek için iş bulmak, para kazanmak her bakımdan zorlaştı ve hayat gittikçe pahalılaştı, yaşam temposu da bundan dolayı giderek daha yüklü ve zorlayıcı oldu” gibi bir açıklama öne sürülebilir. Belli bir açıdan bu sözlerde bir doğruluk payı olabilir. Ama bütün dünyada ‘aynı zamanlarda’ yaşanan bu zorlayıcı ve pek duracağa benzemeyen koşuşturma temposunu açıklamaya çalışırken, kaçınılmaz olarak akla bazı yeni sorular geliyor.

“Neden para kazanmak daha da zorlaştı ve hayat neden durmadan pahalılaşıyor? Para denen şey aslında ne? Paranın varlığını, sonsuz bir evren içinde bulunmamız açısından ele aldığımızda, paranın var olmasını sağlayan ilham nereden geliyor? İnsan, yaşamında ‘bir anlam’ olması için neden para kazanma motivasyonuna odaklanmış durumda? Ve neden ‘az kazanma’- ‘çok kazanma’ gibi değerlendirmelere ihtiyaç duyuyor?

Neden ‘ekonomi’ denen ‘oynak ve güvenilmez sistemin’ esiri olmak zorundayız?

Bunlar akla ilk gelenler. Beraberinde başka sorular getiren bu açıklama, insanlığın içinde bulunduğu durumu aydınlatmakta yetersiz kalıyor.

Aslında, insanların taşımakta giderek zorlandıkları fizikseldünya varoluşununarkasındaki nedenleri anlayabilmek için, sadece fiziksel dünyadan alınma verilerle yapılacak herhangi biraçıklama ve de bu doğrultuda oluşan soruların sunacağı açıklamalar yeterli olmayacaktır. Çünkü içinde bulunduğumuz durum fiziksel dünyada yaşansa bile, aslında kapsamı çok daha geniş bir Kozmik -Tinsel olayın içinde yer almaktadır. Bundan dolayı, ‘bu konunun’ farklı açılardan ele alınarak irdelenmesi gerekir. Bunun sonucunda başka soruların da oluşması kaçınılmazdır. Bu irdelemede ortaya çıkacak tablonun beraberinde getirdiği soruların ayrıntılı yanıtlarının hangi ‘kaynakta’ bulunabileceği açıklanacak.

Para kazanmanın zorlaşması, hayat pahalılığı ve bu doğrultuda yaşam temposunun hızlanması insanın bireysel seçimi dışında oluşan gelişmelerdir.

Buna rağmen insan, dışardan gelen bu tür gelişmelere daima ayak uydurmaya mecbur kalmaktadır. Artan yaşam temposunun talepleri ne kadar yüklü ve yorucu olsa da, herkes bu tempoya uymak zorunluluğunu hissetmekte, neden ve nereden geldiği belli olmayan bu güçlü taleplerin yaşam üzerine dayattığı şeylerden kaçamamaktadır.

“İnsanı strese sokan ve yoran koşuşturmayı, para kazanmanın giderek daha da zorlaşmasını ve hayat pahalılığını aramızda hangi insan istiyor”? diye herkese soracak olsak, “ben istiyorum” diyecek hiç kimsenin ortaya çıkmayacağından emin olabiliriz. Bunları kimse istemiyorsa, o hâlde yaşamın üzerine devamlı ekstra yükler bindirerek taşınmasını zorlaştıran ve koşuşturma temposunu arttıran kim?

İçinde bulunduğumuz bu hâl sadece bu ülkede değil, materyalizm, teknoloji ve endüstri üçgeni içinde sıkışıp kalmış her ülkenin deneyimlediği bir durumdur.

Yani dünya geneline baktığımızda, yükselen değerler olarak materyalizm, teknoloji ve endüstriyi benimsemiş olan bütün ülkelerde aynı gelişmelere tanık olmaktayız.

Modern toplumların yaşamına entegre olmuş bu üç unsur nasıl oldu da insan yaşamı üzerinde bu kadar etkin olabildi? Aslında, bu üçlünün bu kadar güçlü bir şekilde etkin olabilmesi kendi kendine oluşabilecek bir gelişme değildir.

Bu gelişmenin nedenlerini, insanlığın giderek fiziksel dünya ile özdeşleşmesi, materyalizmi benimsemesi ve fiziksel dünyayla ilgili istek ve tutkularının devamlı artmasında bulabiliriz.

Yaşamın zorlaşmasını veya hayat pahalılığını hiçbir birey istemiyor olabilir ama herkesin fiziksel dünya ile ilgili arzularının dozu her geçen gün artmaktadır. Bunun elbette bir bedeli vardır. İnsanın fiziksel dünyaya olan tutkusunun ve onu benimseyip bağlanmasının bedeli, yaşamın her bakımdan zorlaşması ve insan ruhunun katılaşmasıdır.

Yaşamın giderek zorlaşması ve ruhun katılaşması, insanlığın fiziksel dünyayla özdeşleşmesi ve materyale yönelik doyumsuz istekleriyle doğru orantılıdır.

İnsanlık, 19. yüzyılda bilimle başlayan gelişmelere, 20. yüzyılın başlarından itibaren teknolojinin de katılması ve bunu takip eden endüstriyel gelişmelerin sonucunda kendinebambaşka bir dünya tarifi’ yaratmıştır.

Bu gelişmelerden önce dünya, bizlere şimdi yansıtıldığı/tanıtıldığı gibi bir yer değildi ve evvelce insanlık bambaşka bir dünya tarifinefarklı bir gerçekliğe bakmaktaydı. Şimdiki zamanın insanı, eskiden var olan bu farklı tarifi artık tamamen kaybetmiştir. Daha doğrusu insanlar nesiller boyunca, bir evvelki neslin önünde duran dünya tarifinin değişmesine ve kaybolmasına önayak olarak bu günlere kadar gelmişlerdir. Ancak, 20. yüzyılın başlarından itibaren oluşan dünya tarifi kadar radikal bir değişim evvelce söz konusu olmamıştı.

Modern zamanların insanları olarak, elektriğin, uçağın, televizyonun, cep telefonunun, bilgisayarın, internetin ve diğer teknolojik araçların olmadığı bir dünyanın çok zor bir dünya olduğu düşünebiliriz. Hâlbuki bu gelişmelerden evvelki çağlarda yaşamış olan insanların bizlerin bu düşüncesine katılmaları pek mümkün olamazdı. Çünkü onlar bambaşka bir dünya algıladıkları için böyle şeylerin eksikliğini duymuyorlardı. Bilimsel ve özellikle teknolojik gelişmeler henüz dünyada yer almadığı için insanlığın bu yönde istek ve tutkuları da yoktu. Materyalizm daha evvelce de – belli bir tarihten itibaren – bir dereceye kadar etkin olmaya başlamasına rağmen, çağımızdaki kadar güçlü bir biçimde insanlık üzerinde etkin değildi. Dolayısıyla, eski çağlarda varlığı henüz hiç söz konusu olmayan şeylerin yokluğu da o zamanların insanını rahatsız ve mutsuz etmiyordu.

Bu nedenlerden dolayı, hiçbir makine sesinin duyulmadığı bir dünya, bambaşka bir dünya idi ve o devrin dünyasının en önemli özelliği, insanların Tinsel Dünyaya çağımız insanından çok daha yakın olmasıydı. Onların bizler gibi Tinsel Dünyanın varlığına dair kuşku ve şüpheleri yoktu.

Çağımız insanının, yaşamını renklendirmek ve mutlu olabilmek için ihtiyaç duyduğu, ‘devamlı yenilenen’ teknolojik ürünlere eski dünyanın insanının hiç gereksinimi yoktu. Onlar, bizler gibi teknolojiye bağımlı değildi.

Çağımız insanının teknolojiye ne denli bağımlı olduğunu gerçekten anlayabilmek için, bir gün boyunca elektrik enerjisiyle çalışan her aletin fişini prizden çekelim ve otomobil, uçak gibi araçlara binmeyelim, cep telefonunu

bilgisayarı ve interneti kapatalım.

“Bunlar olmazsa hayat felç olur” diye düşünüleceği kesindir. Ve elbette bu teknolojik aletler bir gün dahi olmasa yaşam tamamen felç olur, her şey durur.

Hâlbuki eski dünyanın insanı yaşamını bu ürünler üzerine kurmadan ve bağımlı olmadan yaşıyordu.

Çağımız insanının, kendinden önceki insanlığın ruhsal, entelektüel ve düşünceyapısının kendisininkiyle aynı olduğunu zannetmesi ve kendinle karşılaştırıldığında, önceki insanların en önemli eksiğinin bilim, teknoloji ve endüstri olduğunu varsayması büyük bir yanılgıdır.

Bilim ve teknolojinin insan yaşamı üzerinde etkin olmaya başlamadan önceki zamanlarda yaşayan insanlarının baktığı ve algıladığı farklı dünyada, Tanrısal âlemin /Yüksek Tinsel güçlerin varlığı ve etkinliği hala devam ediyordu.

O devirlerin insanı dünyaya bunun farkındalığıyla bakıyordu.

Bizlerin şimdi baktığı ve algıladığı dünya ve kâinat ise, bir anlamda

ters -yüz edilmiş bir dünya ve kâinat tarifidir.

Şimdi görebildiğimiz şey, arkasında Tin olmayan bir doğa ve sadece katı ve cansız bir uzaydır.

Evvelce dünyanın arkasında var olan Tin(Spirit) artık geri çekilmiş olduğu için, doğayı da Tinden yoksun biçimiyle algılamaktayız.. Bilimsel bakış ve teknolojinin etkisi altında olmayan evvelki çağların insanları, doğanın ve kâinatın hemen arkasındaki Tini görebiliyordu. Böyle bir gerçekliği hissedebildikleri için yaşamlarında herhangi bir eksiklik duymuyorlardı.

Evrimi süresince farkında olmadan geçirdiği bazı değişiklikler sonucunda insan,

giderek Tanrısal alemden uzaklaşmış ve en sonunda da tamamen koparak kendini, dünyadaki her şeyin ölçüldüğü tartıldığı ve sayılarla ifade edildiği

soyut bir dünyada bulmuştur. Aslında bu soyut dünyayı insanın kendinin oluşturduğunu söylemek daha doğru olur. Sayı, ölçü ve tartıyı dünyadaki her şeye uygulayan insan, adım adım kendisine soyut bir dünya tarifi yarattı.

Metrik sistem ve evvelce var olan ölçü birimlerinin ortaya çıkış nedenlerinden biri, yaşadığımız dünyaya ve içinde bulunduğumuz uzaya bir tanımlama –bir tarif getirmek arzusudur. Ancak insanın, her şeyi ölçerek tartarak ve sayıları kullanarak yeni baştan oluşturduğu dünya tarifi, esas gerçeğinden çok farklı bir tablo oluşturdu. Bu tarifin soyut bir tarif olmasının nedeni, hiçbir şekilde güneş sisteminin ve evrenin arkasındaki tinsel gerçekleri yansıtmamasıdır.

Metrik sistemin esasını oluşturan 1 metreyi ele alalım. 1 metre nedir, nereden kaynaklanmıştır? Aslında ‘var olmayan’ Ekvator çizgisinden, kuzey kutbunun tepesindeki merkez noktaya kadar uzanan meridyen uzunluğunun 10.000.000’da biri 1 metre olarak tespit edilmiştir. Bununla ilgili olarak şu soruyu mutlaka sormalıyız: Dünyada, ekvatordan kuzey kutbuna uzanan, deniz dibi derinliği, dağ, tepe ve vadisi olmayan ve de cam gibi pürüzsüz bir uzantı var mı ki ortaya bu kadar kesin bir ölçü birimi çıkabilsin? Ve neden bu mesafenin on milyonda biri alınmış? Biraz irdeleyince, metre olarak benimsediğimiz ölçünün ne kadar soyut bir ölçü birimi olduğu belirginleşir.

Bu ölçü biriminin yaşamımıza kolaylık getirecek şekilde sadece cansız nesneler ve bina, alet yapımı gibi işler için kullanılması anlaşılır bir şeydir. Buna bir itirazımız olamaz. Fakat insana yaşam verme özelliğini artık unutup kanıksadığımız ‘suyun’ esas gerçeğini ‘litre ve metreküple’ ölçmeye indirgediğimizde, bunun gibi; her nefeste alınmazsa yokluğu insanın ölümüne neden olacak olan şeyin adını ‘oksijen’ olarak belirleyip, ‘havayı’ da santimetre küp şeklinde ölçtüğümüzde, bu tanımlamalar onların ‘tinsel doğasını’ ve ‘tinselle bağlantısını’ açıklayabiliyor mu?

Dünya yaşamının devamlılığını sağlayan ‘güneş ışığının’ bu özelliğini (ve diğer tinsel özelliklerini) hiç göz önünde bulundurmadan, ışık hızı: saniyede 300.000 kilometredir şeklinde yapılmış bir tespitin ve uzay boşluğunda dönmekte olan gezegenlerle aramızdaki mesafeyi ‘kilometre’ ile ölçerek elde edilen soyut sayıların, Kozmos’un Tanrısal gerçeklerini yansıttığı söylenebilir mi?

İnsanın, elindeki bu ölçü birimiyle etrafındaki her şeyi rasgele ölçüp belli kategorilerde sınıflandırmasına daha pek çok örnek verilebilir. Sayı, ölçü ve tartı ile yapılan bu işlemlerin hepsinin ortak özelliği, elde edilen sonuçlarda Kozmos’a dair tinsel gerçeklerin hiç kaale alınmamış olmasıdır.

Eski çağların insanları, ‘varoluşun tinsel unsurlarına’ sayı, ölçü ve tartı ile yaklaşmıyorlardı. Uzaya baktıklarında ise gördükleri, uzay boşluğunda dönen bazı cansız gök cisimleri değil, Tanrısal Varlıkların imzası idi.

Tinsel Dünyadan kopma sürecinde kendini kuru bir doğa ve cansız bir uzay tarifi içinde bulan çağımız insanı, biraz olsun mutlu ve tatmin olabilmek için kendini teknoloji dozu her geçen gün artan araçlarla kuşatmış ve oluşturduğu bu ‘soyut dünya tarifini’ realite olarak benimsemiştir.

Tinsel âlemin gerçekliğini yansıtmayan kavramların ve ruhsuz makinelerin etkin olduğu sanal bir dünyada insanın mutlu olması ve ruhen doyuma ulaşması olası değildir.

İnsanın, Tinsel Dünyanın gerçeğinden başkalaşmış/farklılaşmış bir dünya tarifinden gelen etkilerle oluşan materyale yönelik istek ve tutkuları, tüketim toplumlarında üretilenlerle bir dereceye kadar ve geçici olarak tatmin edilse bile, yerini derhal yeni arzular almaktadır. Aslında, almaması da söz konusu olamaz çünkü doğaları itibariyle içinde ‘tinselliğe’ hiç yer vermeyen materyal şeylerin insanın ruhuna gerçek gıda sağlaması mümkün değildir.

Çağımız insanı ancak, içinde bulunduğu kısır döngünün farkına varmaya, hiç durmadan ‘üstüne gelen’ teknolojik gelişmelerden artık sıkılmaya, egoizminden mahcup olmaya ve insanların birbirine yaptığı kötülüklerden vicdanen çok rahatsız olmaya başladığı zaman, içinde bulunduğu tuhaf durumun nedenlerine dair daha öte bilgilere sahip olmak isteyebilir.

Materyalizm, teknoloji ve endüstri üçgeninin sunduğu yüzeysel değerlerin insana ‘insanlık’ kazandırmadığını, aksine onu insanlığından uzaklaştırarak

daha kuru, acımasız ve sevgisiz bir varlığa dönüştürdüğünü fark edebildiği zaman insan, bu tek yönlü gidişattan nasıl kurtulabileceğini ve gerçek tinsel değerleri nasıl bulabileceğini merak edebilir.

Bu üçgene baktığı zaman, bunların Tanrı’dan farklı bir gücün fiziksel dünyadaki yansımaları olduğunu ve bu üçgendeki unsurların Kutsal olan yüksek güce hizmet etmediğini anlayan insan, uzun evrim sürecinde kopmuş olduğu Yüksek Tinsel Dünya ile tekrar nasıl ilişki kurabileceğini öğrenmek isteyebilir.

İnsan, evriminde geldiği aşama itibariyle artık varoluşuna dair gizemleri bilmeden ve anlamadan ruhsal bir doyuma ulaşamaz. İnsanın fiziksel dünyada edindiği şeylerin özelliği, her an değişebilen ve yok olabilen şeyler olmasıdır. Bunlar, kalıcı tinsel değerleri barındıramazlar ve doğaları itibariyle

plasebo haplar gibidirler. Bunları devamlı yutmasına rağmen, içleri boş olduğundan dolayı insan bir türlü tatmin olamamakta, bu yüzden de materyal değerler üzerine kurulu ve giderek zorlaşan yaşam temposuyla başa çıkmakta zorlanmaktadır.

Esasen Tinsel Dünyadan kaynaklanmış olan insanın fiziksel dünyada kurumaması, ruhsuz ve sevgisiz bir varlığa dönüşmemesi için, onu hiçbir zaman

doyurmayacak olan dünyevi plasebo ürünlerin doğasını artık anlamaya ve bunların yerine gerçek tinsel gıda almaya ihtiyacı vardır.

İnsan, sadece bu ters-yüz edilmiş uzay tarifi içinde oluşmuş olan sanal değerleri benimsemeye devam ederse,ruhunu tamamen kaybetme tehlikesi’ ile karşı karşıyadır.

Bundan dolayı, bütün zamanını tek yönlü olarak yalnızca materyalizme yönelik

işlere harcamaması, dünyada yapması gerekli olan şeylerin yanı sıra ruhsal – tinsel gelişime de vakit ayırması, insanın bireysel evrimi açısından hem gerekli hem de önemlidir.

Aslında, kaybettiği ‘Tini’ tekrar bulmaya çalışmak insanın ‘Kozmik sorumluluğudur’. İnsan varoluşuna,‘Tinin’ getireceği anlamı da yüklemelidir.

Bizler, uykudaki insanlığın benimsediği ve her geçen gün daha da dejenere olanmateryalizmi ve bizi ‘gerçek insan’ olmaktan alıkoyan düşük değerleri gözü kapalı benimsemek zorunda değiliz.

Her insanın, daha yüksek ahlâkî ve etik değerlerin, iyiliğin, güvenilir bir adaletin, merhamet, şefkat ve sevginin yükselen değerler olarak benimsendiği bir dünyayı talep etmeye hakkı vardır.

Ancak, materyalizm, teknoloji ve endüstri üzerine kurulu bir yaşam biçiminin ve bunlardan kaynaklanan ürünlerin, kısaca, mekanik ve ruhsuz olan her şeyin arkasında kutsallıkla ilgisi olmayan başka bir egemen vardır. Bu güç, Tanrısal olan egemenden çok farklıdır ve insanın, ‘yüksek değerleri’ benimseyebilmek için gereken iradeyi oluşturabilmesinin önünde güçlü engeller yaratır.

Bu egemenin amacı, insan farkında olmadan, onu daima fiziksel dünyaya bağlı tutmak ve onu ‘bu tarife mıhlamaktır’.

İnsanı şimdiki gidişatından kurtaracak ve daha yüksek değerlere sahip olmasını sağlayacak olan güç ise çok farklıdır ve kaynağı Tanrısal âlemdir. Evrenin ‘gerçeği’ bu egemenden kaynaklanır, ‘ruhsuz ve mekanik olandan’ değil.

İnsanın cennetten ayrıldığı zamandan itibaren Kutsal Tinsel Dünyadan ve bu âlemin Varlıklarından giderek uzaklaşması ve bunun yerine kutsallık özelliğini yitirmiş olan fiziksel dünya ile özdeşleşmesi, onun tinsel anlamda kurumanın, hastalık ve ölümün etkin olduğu bir sürece girmesine neden olmuştur.

Söz konusu süreç, çok uzun bir süreçti ve sonuçta insanlık bugüne kadar geldi.

Bu bakımdan, bugünkü insana baktığımızda onun, çok uzun zaman evvel cennetten (Tinsel Dünyadan) yola çıkmış orijinal-primal insandan çok farklılaştığını ve bambaşka bir varlığa dönüştüğünü belirtmeliyiz.

Bu açıdan baktığımızda, evrim sürecinin şimdiki aşamasında insanın Kozmos’tan kaynaklanan ahlâk, iyilik, merhamet ve sevgiyi neden yitirdiği ve düşük davranışlar sergilediği daha iyi anlaşılabilir.

İnsanın evvelce doğal olarak bildiği ve kendini evinde hissettiği ‘tinsel realiteden’ uzaklaşması bazı Kozmik nedenlerden dolayı gerekliydi. Ancak, uzaklaşıp anlamını yitirdiği bu gerçekliği artık insanın kendi yetenekleriyle bulması ve kavraması gerekmektedir. Evvelce böyle bir gereksinim yoktu, çünkü insan o zamanlarda Tinsel Dünyanın gerçeğini henüz görebiliyor ve hissedebiliyordu. Fakat insan Tinsel Dünyadan uzaklaştıkça ve üstelik fiziksel dünya ile özdeşleştikçe, kaybettiği Tanrısal âlemin yerini giderek fiziksel dünyadaki nesneler ve bu nesnelere kendi verdiği ‘sanal değerler’ aldı.

Ancak cennetten ayrılmış olan insanın kaderi giderek daha da düşmek ve ‘karanlıkta’ tamamen kaybolmak değildir. Bu düşüş ve yozlaşmanın bir yere kadar sürmesi kaçınılmazdı. Fakat gelinen bu aşamaya tüm insanlığın sabitlenmesi söz konusu değildir çünkü düşüş yönünün tekrar yukarı –tinsele- dönebilmesini sağlayacak olan itki(*) artık dünyaya gelmiştir. Bunun yanı sıra insan, evriminde geldiği aşamada evvelce sahip olmadığı bazı yeteneklere kavuşmuştur. Artık içinde bulunduğu durumun vahametini anlayabilecek ve bu durumdan kurtuluş yolunun ne olduğunu kavrayabilecek düşünce, akıl, mantık ve potansiyel tinsel bilinç kapasitesine sahiptir.

(*)Dünyaya gelen itki: bkz. İsa Mesih’in Tekrar Gelişinin Tinsel Anlamı yazısı.

İnsan, düşünceyi ve aklı, yalnızca materyal dünyaya yönelik arzu ve tutkularını tatmin etmek üzere kullanırsa, bunun sonucu olarak kendisini yapay ve yüzeysel bir boyuta mahkûm etmiş olur. Bu da ona, ihtiyacı olan tinselliği hiçbir zaman kazandıramaz.

Fiziksel dünya varoluşunun, değişebilir, yok olabilir bir görüntüden, bir yanılsamadan ibaret olduğunun ve Yüksek Tinsel Dünya gerçeklerini yansıtmadığının anlaşılabilmesi, başka bir deyişle ‘uykudan uyanmak’ kolay değildir.

İnsanın sık sık karşılaştığı sözde spritüel kanal-bilgiler ve birkaç saatte ‘aydınlanma’ sağlayacağını vadeden uyduruk inisiyasyonlar onu bu uykudan uyandıracak güce sahip değildir. (Aksine, bunlar insanın ruhsal yapısına / psikolojisine zarar verebilir).

Ancak gerçekten Yüksek Tinsel Dünyadan kaynaklanmış olan saf tinsel bilgiler

insana zarar vermeden ‘uyanmasına’ yardımcı olabilir.

Antroposofik bilgelik (Anthroposophical Wisdom), insanlığın giderek artan bir ivme ile materyalizmle özdeşleşmeye başladığı 20. yüzyılın başlarında, bu durumu dengelemek ve insanın ihtiyacı olan ‘gerçek tinsel bilgilere’ erişebilmesine olanak sağlamak üzere aktarıldı.

İnsanın hem kendi varoluşuna, hem de içinde bulunduğu Kozmos’un tinsel varlığına dair bilinçlenebilmesi için bu bilgeliğin kapsamında, şimdiye kadar sadece gizem okulları ve okült merkezlerde muhafaza edilmiş olan bilgiler açıklandı. Bunların yanı sıra, evvelce hiç bilinmeyen bilgiler de aktarıldı.

Antroposofik bilgelik, en yalın ve objektif bir biçimde, bir tinsel varlık olan insanın yapısını açıklamakta ve bununla bağlantılı olan Kâinattaki tinsel oluşumları anlatmaktadır.

İnsan, evriminde geldiği şimdiki aşamada, kendinin sadece fiziksel bedene sahip bir ‘fiziksel dünya varlığı’ olduğunu zannetmektedir. Fiziksel bedenle güçlü bir şekilde özdeşleşmesinin yanı sıra – tam olarak ne olduğu açıklığa kavuşmamış olsa da – insanın bir ruha sahip olduğu kavramı bazı insanlarca kabul görmektedir. Ancak insanın ruhuyla olan ilişkisi, fiziksel bedeniyle olan ilişkisiyle karşılaştırıldığında çok sönük kalmakta ve daima bilinmeyen/bilinemez şeyler kategorisine konmaktadır.

Hâlbuki insan denilen varlığın özü ve onu insan yapan esas faktör, ruhunda bulunmaktadır. Fiziksel beden, dünyadaki enkarnasyonu süresince insana ödünç verilmiş bir şeydir ve ölümden sonra insan onu doğaya iade etmek mecburiyetindedir. Fakat insanın özünü barındıran ruhu ölümde onunla birlikte kalır.(Ruhun bir bölümü demek daha doğru olur).

İnsanın yaşam süresince sadece fiziksel bedenle özdeşleşerek ruhunu ihmal etmesi tinsel dengeleri bozar.

İnsanın, nasıl bir varlık olduğuna dair gerçekleri ‘bilinmeyen/bilinemez’ kategorisinden çıkartarak bilmeye başlaması ve varlığını oluşturan unsurları ayrıntılı bir biçimde kavraması önemli ve gereklidir. Bunun yanı sıra, Antroposofik bilgeliği inceledikçe insanın yaratılışı hakkında var olan çeşitli teorilerin, gerçekleri yansıtmadığı da belirginleşecektir.

Örneğin Darwin teorisi gibi – insanın sadece fiziksek bedenli bir varlık olduğunu varsayarak – zamanla primatlardan evrimleşerek oluştuğunu öne süren bir teorinin, 19. yüzyıl sonlarında insanlığın ‘materyalizmle özdeşleştiği’ bir dönemde ortaya çıkmış olması bir tesadüf değildir.

Objektif bir biçimde irdelendiğinde, bu kuramın özündeki ‘insanın maymundan gelme bir varlık olduğu’ varsayımının tamamen materyalist bir görüşü yansıttığı belirlenmeli.

Bu görüşün en büyük eksiği: ‘insanın bir tinsel dünya varlığı olduğugerçeğininhiç göz önünde bulundurulmamış olmasıdır. Bu nedenden dolayı Darwin kuramı, insanın yaratılışının arkasında ‘bir amaç’ olduğu gerçeğini de hiç göz önünde bulundurmamaktadır.

Bizlerin, en basit güncel işlerimizi bile bir amaca hizmet etmeden, durup dururken yapmadığımız gibi, Yüksek Tinsel Dünya da insanı – sihirbazın şapkasından tavşan çıkartması gibi – durup dururken değil, belli bir amaçla yaratmıştır.

Dünyadaki varlıkların, bir dizi fiziksel ve kimyasal etkileşimin tesadüfen yan yana gelmesi sonucunda kendiliğinden oluşarak şimdiki biçimlerine büründüklerini varsaymak nahif bir görüştür. Bu bakımdan, primatlar dâhil tüm hayvanlar âleminin yaratılışının arkasındaki neden ile, insan gibi olağanüstü karmaşık bir varlığın yaratılış nedenlerinin çok farklı olduğunu belirtmeliyiz.

Bir mimarın, bir stadyumu en baştan, özellikle işlevini göz önünde bulundurarak tasarladığı, stadyumun tasarımını küçük bir ev planından başlatıp, sonradan büyüte büyüte bir stadyuma dönüştürmediği gibi, Tanrısal âlem de insanı Kozmos’un amaçlarına uygun olarak, en baştan,bir insan varlığı’ olarak tasarlayarak yaratmıştır.

Ayrıca Darwin kuramı, insanın yaratılışının/ortaya çıkışının başlangıcının ‘fiziksel dünya’ olduğunu varsaymaktadır. Bu düşünce de gerçeği yansıtmamaktadır. İnsanın yaratılışının dünyadan evvel bazı ön aşamaları vardır.

Bunun yanı sıra, en önemli noktalardan biri de: insan evriminin, fiziksel bedeninin şu veya bu şekilde gelişimiyle ilgili olmayıp, insanın tinsel bakımdan gelişimiyle ilgili olmasıdır.

Antroposofik bilgiler, insanın primatlardan gelme bir varlık olduğu düşüncesine sempati veya antipati duymanın ötesinde bir yaklaşımla, bu konuyu objektif bir biçimde açıklığa kavuşturacak hiç bilinmeyen ayrıntılar vermektedir.

İnsanın kendi doğasını anlamasının ve nereden – nasıl kaynaklandığını öğrenmesinin, kısacası, Delfi tapınağının üzerinde yazdığı gibi kendisini bilmesinin artık zamanı gelmiştir.

Bunu öğrenmediği sürece insanın şimdi benimsediği ters-yüz edilmiş dünya tarifinin etkisinden kurtulup esas tinsel gerçekliğe yaklaşabilmesi olası değildir.

Bir balık için tek realite, onu kuşatan su kitlesidir. Balık, içinde bulunduğu ortamın, insana gıda olmadan ‘bir önceki’ tarif olduğunun hiçbir zaman farkında değildir. Acaba insanın kendini inandırdığı ve benimsediği materyalizm, teknoloji, endüstri ve cansız uzay tarifi, onun, hiç bilmediği, farkında olmadığı ‘bir şeyin’ gıdası olmadan önceki aşama olabilir mi?

Antroposofi, insanın evrendeki konumunu, evriminin ne anlama geldiğini, evrim süreci boyunca onu etkileyecek ciddi tehlikelerin neler olduğunu ve bunlardan nasıl korunabileceğini açıklar.

İnsanın metre, kilometre, kilogram ve 0,1,2,3,4,5,7,8,9 ile oluşturduğu dünya tarifi, onun daha yüksek bir varlığa dönüşebilmesi için yeterli değildir. İnsanlığın içinde bulunduğu hâle baktığımızda, insanın ‘gerçek insana’

dönüşebilmesi için bunların ona gerçek bir yardımı olamadığını açıkça görmekteyiz. Aksine, insan uzun vadede salt bunlarla yetinmeyi seçerse, evriminde geriye gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Demek ki, insanın şimdi içinde bulunduğu ve ayrıntılı bir biçimde özdeşleştiği dünya tarifi, onun geleceği için tehlike oluşturan unsurlar barındırmakta ve bu tariften kaynaklanan ‘soyut veriler’ insana bireysel evriminin neresinde olduğunu açıklamamaktadır.

Antroposofi, insanın evrim sürecinde şimdiki durumunun ne olduğunu ve daha öte evrim aşamalarını detaylarıyla açıklar.

İnsan daima yarın ne yapacağını, ne kazanacağını, ne yiyeceğini düşünen ve planlayan bir varlıktır. Ancak, insanın göz önünde bulundurduğu ‘gelecekte’ sadece materyal öğeler hâkimdir ve geleceğinde tinselliğe hiç yer vermemektedir. Ancak insan ölümlü bir varlıktır. Kaçınılmaz olarak yarınlardan birinde onu ölüm beklemektedir. Ölümle karşılaştığında, materyal birikimlerin insana hiçbir yararının olmayacağı yadsınamayacak bir gerçekliktir.

Hâl böyleyken, insanın ‘kaçınılmaz yarınını’ hiç göz önünde bulundurmaması, üzerinde düşünmemesi hatta bilmezlikten gelmesinin tek nedeni yine, içinde bulunduğu – tinsel anlamda – uykudur.

Hâlbuki insan, Antroposofik bilgilerin ışığında tinsel geleceğine bakabilse, şimdiki enkarnasyonundaki yaşamını farklı bir biçimde değerlendirecek ve ‘şimdiden hazırlanmakta olan’ bu ‘tinsel gelecekte’ kendini doğru yerde bulabilmek için gerekli gayreti gösterecektir. Antroposofi, bizlere insanın geleceği hakkında çok değerli bilgiler vermektedir.

Bu bağlamda, reenkarnasyon, insanın “ben inanıyorum” ya da “ben inanmıyorum” diye yüzeysel olarak geçiştirebileceği bir konu değildir.

“Ben inanmıyorum” diyerek konuyu tamamen kapatmak insanı varoluşun gerçeklerinden hepten uzaklaştıracağı gibi, konuya sempati duyup sadece “inanıyorum” demek de yeterli değildir.

Antroposofinin reenkarnasyon konusunda ve diğer tinsel konulara dair aktardığı bilgilere inanmak gerekmez. Böyle bir ön şart yoktur. Antroposofide önemli olan, bu bilgilerin düşünce, akıl ve mantıkla anlaşılması/kavranmasıdır. Antroposofik bilgelik kapsamında aktarılanlar, insanın bu yetenekleriyle anlayabileceği ve kavrayabileceği bilgilerdir. Bu bilgilerin anlaşılması için hiçbir zaman inançtan’ destek almak gerekmez.

İnsanın tinsel konularda ‘inanca’ ihtiyaç duyduğu bir dönem vardı. Bu dönem süresince insanın ‘Tinsel’ ile bir bağlantı kurabilmesi için kendisine verilen bilgilere inanması gerekiyordu. (Çok daha evvelki bir zamanda da, bu ‘tinsel gerçekliği’ doğrudan görebiliyordu). Fakat evrimin şimdiki döneminde, evvelce sahip olmadığı farklı yeteneklere sahip olan insan, inanmak yerine artık tinsel bilgileri ‘anlayarak idrak edebilme’ konumundadır.

Tanrı’nın varlığını anlamakta zorlanan bir ateistin, Hıristiyan, Musevi ve İslam gibi dini inançlara inanması ve bu inançlar doğrultusunda Tanrı’yı bulabilmesi pek kolay olmayabilir. Ancak bu insan, Antroposofik bilgileri anlayabildiği zaman büyük bir olasılıkla benimsediği ateist görüş değişebilir, çünkü evvelce inanmakta zorlandığı Tanrı’nın Varlığını, Antroposofik bilgilerin yardımıyla ‘anlayarak hissedebilmesi’ mümkün olacaktır.

Reenkarnasyon, Antroposofik bakımdan açıklandığında, insanın önünde bambaşka bir tablo belirir. Bu bilgilerin getirdiği açıklamalar, insanın yaşamı

ele alış biçimi üzerinde etkin olur ve insanın yüksek benliğine erişebilmesinin yolunu gösterir. Ayrıca Antroposofik bilgiler, Yüksek benliğin kökeni nedir? İnsanın ruhuyla, yüksek benliğin bağlantısını kuran unsur nedir? İnsanın sahip olabileceği daha yüksek tinsel unsurlar nelerdir? Nerede bulunurlar? İnsan bunlara nasıl ve ne zaman sahip olabilecektir? gibi soruları da aydınlatır.

İnsan, Tinsel Dünyanın bir zamanlar yaratmış olup sonradan unutup gittiği sahipsiz bir varlık mıdır, yoksa Tinsel Dünya insan için ‘yüksek bir gelecek’ mi hazırlamaktadır? Eğer hâl böyleyse, insanın şimdi içinde bulunduğu düşük durumun sebebi nedir? İnsanın şimdiki ‘tinselden kopuk’ hâli ve aynı zamanda içinde ‘potansiyel olarak daha yüksek bir tinsel öğe’ bulunduruyor olması bir çelişki midir?

Antroposofi bütün bunları açıkladığı gibi, insanın evrende varoluş nedenine de ışık tutmaktadır. Bu nedeni/gizemi anlamış olmak veya anlamamış olmak arasında oldukça büyük bir fark vardır. Bunu kavramak insana şimdiye kadar bilmediği bir boyutun kapısını açar ve insanın bilinç gelişimi sürecinde çok şey fark ettirir.

Bunun yanı sıra Antroposofi, insanın fiziksel dünyada sahip olduğu bilinç ile Kozmosta var olan bilinç arasındaki farkın ne olduğunu ve bu farklılığın nereden kaynaklandığını aydınlatır. İnsan bu farkın ne olduğunu anlamadığı sürece ‘Kozmik bilinçle’ nasıl bağlantı kuracağını bilemez ve bu olasılık ondan giderek uzaklaşır. Zaten insan, evrim süresince Kozmik bilinçten giderek uzaklaştığı için bencilliğe ve kötülüğe yenik düşmüş bir varlıktır. İnsanlık bu haldeyken, Kutsal Tinsel Dünya karşıtı güçler daha çok etkin olabilmektedirler.

Kutsal Tinsel Dünya karşıtı güçler nasıl varlıklardır? İnsan evrimindeki rolleri nedir? İnsan üzerinde nasıl etkin olabilmektedirler. Dahası, Yüksek Tinsel dünya buna nasıl izin vermektedir? İnsanlığın bu güçlerin etkilerinden kurtulabileceği bir zaman gelecek mi? Soğuk teknoloji, ruhsuz-mekanik araçlar

ve insanı kollamayan bir ekonominin dünya üzerindeki hakimiyeti daha ne kadar sürecek?

İnsan, ışığın yokluğu nedeniyle oluşan karanlıkta göremediği zaman başına bir şey gelmemesi için çok daha dikkatli davranır çünkü karanlıkla kuşatıldığının farkındadır. Ancak insan, fiziksel karanlığı fark edebilmesine rağmen, tinsel karanlık içinde olduğunu fark edebilecek bilince henüz sahip değildir.

Bundan dolayı da davranışlarında farkındalık bulunmamakta ve yanlış yapmaktan/günah işlemekten ‘sakınma gereğini’ duymamaktadır.

Hâlbuki içinde bulunduğu/kendi yarattığı dünya tarifinin aslında tinsel bakımdan karanlığı temsil ettiğini ve ‘gerçek ışıktan’ çok uzaklaşmış olduğunu bilebilse, düşünce, duygu ve iradedeki uykusundan uyanma ihtiyacı duyar.

Antroposofik bilgiler, insanın içinde bulunduğu ve ‘tinin’ yokluğundan kaynaklanan karanlığın ne olduğunu ayrıntılı biçimde tanımlar ve bu karanlıktan nasıl kurtulabileceğinin yolunu açıklar.

Sadece karanlığın ne olduğunu anlamak da yeterli değildir. gerçek ışığın ne olduğunu ruhun derinliklerinde bilmek bundan daha da önemlidir. İnsan ‘gerçek ışığı’ bilemezse, Onu tanımazsa, Ondan yardım da alamaz.

Gerçek tinsel ışık, ancak özgür iradesiyle onu çağırana ve benimseyene yardımcı olabilir. Antroposofik bilgiler, bulunması kolay olmayan ‘gerçek tinsel ışığı’ bulabilmek için insanın hangi yöne bakması gerektiğine işaret eder.

İnsan, mineraller, bitkiler ve hayvanlar âlemiyle çok belirgin bağları olan

bir varlıktır. Ancak insan bunların her birinden birer parça taşımasına rağmen

bunların hiçbiri değildir, onlardan daha öte bir varlıktır. İnsanı insan yapan ve hayvandan ayıran öğeler, zannedildiği gibi yalnızca akıl ve entelektüel kapasite değildir. Dikkat edilirse hayvanlar âlemi dendiğinde, bu isim altındaki yüz binlerce hayvanın birbirinden farklı fiziksel biçimleri olmasına rağmen, hangi ırktan olursa olsun insanın ‘tek bir fiziksel biçimi’ vardır. Salt fiziksel biçimi göz önünde bulundurulduğunda bile, insanın diğerlerinden farklı bir âlemi, ‘insanlık âlemini’ oluşturduğu belirtilmeli.

Fiziksel biçiminin özelliklerinden başka, esasında insanı hayvan ve diğerlerinden ayıran en önemli özellikler, tinsel özelliklerdir. Antroposofik bilgiler, diğer âlemlerin varlıklarının sahip olmadığı ve insanın Kozmos’ta ‘insan’ konumunda olmasını sağlayan bu özellikleri açıklar.

Ancak Antroposofinin belirttiği gibi insan, evrim süreci içinde olan bir varlıktır. Şimdi henüz mükemmel olmayan bu varlık, uzak bir gelecekte daha mükemmel olacak ve dolayısıyla ilerde daha farklı bir formda varlığını sürdürecektir. (Belirtilen bu son gelişme, bazılarının zannettiği gibi insanın, kromozom sayısının artarak 48 kromozoma sahip olacağı şeklinde anlaşılmamalı. Bilindiği gibi insanın kromozom sayısı, 46’dır ve bunlardan ikisi eşey kromozomlardır. İnsanın, varoluşuna bir fiziksel bedenle devam etmesi söz konusu olduğu sürece bu sayı değişmeyecektir. Antroposofi, fiziksel bedeni etkileyecek olan gelişmenin tinsel anlamda bir gelişme ve dönüşüm olacağını belirtmektedir ve bunun kromozomlarla hiç ilgisi yoktur. İlerde kromozom sayısının artacağı fikrini benimseyenler, insandaki tinsel unsuru hesaba katmadan onun sadece fiziksel bedenli bir varlık olduğunu varsaymaktadırlar).

Bunlardan anlaşılacağı üzere, evriminin şimdiki aşamasında insan henüz Tinsel Dünyanın öngördüğü gelişimini tamamlamamıştır. Tinsel evrimi devam edecek ve gelecekte şimdikinden farklı özelliklere sahip bir varlık olacaktır.

İnsanın akla ve entelektüel kapasiteye sahip bir varlık olması ve de son zamanlarda bilim ve teknolojide çok ilerleme kaydetmiş olması, yalnızca entelektüel yeteneğinin göstergesidir. Buna sahip olması, onun evrilme sürecinin bittiği anlamına gelmez.

Bilim ve teknolojideki ilerlemelere, endüstriyel ürünlerin çeşitliliğine ve üretim kapasitesine bakarak insanların, “insan artık doğayı yendi ve üstesinden geldi, insan artık doğanın efendisi oldu.” şeklindeki beyanlarını çok yakın zamanlara kadar hep duymaktaydık. Ancak ‘yeni efendi’, aşırı kazanç hırsının güdümünde yaptığı gereksiz endüstriyel üretimin sonucu olan kirlilikle, doğanın ve tüm gezegenin hassas dengelerini alt üst ederek ‘küresel ısınmaya’ neden olmuştur.

Doğanın milyonlarca yıllık efendiliği süresince dünya gezegeninde her şey sorunsuz ve mükemmel bir şekilde işlerken, insan efendi olur olmaz çok kısa bir sürede dünyayı – hem kendi hem de diğer canlıların varoluşunu ciddi şekilde tehdit eden – bir felaketin eşiğine getirmiştir. Demek ki, maddeye ‘akıllı biçimlendirmeyle’ pratik işlerlik kazandıran entelektüel kapasite, doğayla ‘uyumlu bir yaşam biçimi’ oluşturmakta yetersiz kalmaktadır.

Bunu başarabilmesi için insanın daha öte teknolojik akla değil, yapısı çok farklı olan bilince ihtiyacı vardır. Ayrıca, insan ölümü aşmadan/yenmeden doğayı yenmiş sayılamaz çünkü ölüm, fiziksel dünyanın prensip ve yasalarından gelen etkilerle insan üzerinde etkin olabilmektedir. 

İnsanın, akıl ve entelektüel kapasiteye sahip olması, belli bir öğrenim görmesi ve kültürel faaliyetler içinde olması nedeniyle kendinin ‘belli bir gelişme aşamasına’ geldiğini ve evrimini tamamladığını zannetmesi büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgı, insanın daha öte evrilme yönünde gayret göstermesinin önünde büyük bir engel oluşturabilir.

Gelişme kavramını’ sadece bunlarla bağdaştırarak, edinimlerinin (öğrenim, mesleki başarı, şöhret, maddi kazanç ve ekonomik rahatlık açısından) üst bir dereceye geldiğini düşünen insan, daha öte bir gelişmeye – bilince ihtiyacı olduğu gerçeğini anlamakta ve ‘daha öte bir gelişmenin’ evrim açısından ne anlama geldiğini kavramakta güçlük çekebilir.

Bunun sonucu ise durağanlık ve ‘ruhsal tembelliktir’. Kozmos’taki gelişmeler söz konusu olduğunda, durağanlığa ve statik bir konumda sabitlenmeye yer yoktur. Kozmik evrim, sabit bir yerde durmadan devam etmek zorundadır. Bu nedenden dolayı insan evrimsel gelişimini mutlaka sürdürmek durumundadır. Durağanlık içine girmenin bedeli bireysel evrimde geri kalmaktır.

İnsanın, hangi yönde gelişme gösterdiği takdirde evrimin amaçları doğrultusunda ilerlemiş olacağına dair bilgiler ve yaşamsal önemi olan bu konunun tüm ayrıntıları Antroposofik bilgelikte bulunabilir.

Öldürme ve Karma

Çoğu insan için bir başka insanı öldürerek onu yaşamdan kopartmak çok korkunç bir davranıştır. Ne var ki, bazı insanların bu eylemi gözlerini kıpmadan gerçekleştirdiklerine esefle tanık olmaktayız. Tanrı’nın yarattığı insan kardeşini,

vicdanından hiçbir uyarı almadan ve vicdan azabı duymadan katledebilen bir insan ile, hiç tanımadığı halde, öldürülen için derin acı ve üzüntü duyabilen iki farklı insan yapısı aynı çağda/zamanda nasıl var olabiliyor? Bu iki insan nasıl bu kadar farklı ruhsal doğalara sahip olabilmişlerdir?

Vicdan nedir ve insanda vicdan ne zamandan beri gelişmektedir? Vicdan, insan evrimi boyunca hep var mıydı? Evrimde vicdanın görevi nedir?

Tanrı’nın, değişik bir ırk veya toplumda yarattığı bir insana bahşettiği var olabilme ve yaşam hakkını, o insanın elinden almaya hakkı olduğunu zanneden ‘zihniyetin’ acaba Tanrı’nın Varlığı ve Onun Kozmik prensiplerinden haberi var mıdır? Kardeşinin yaşamını elinden alan kişiye Allah’ı soracak olursak, mutlaka “ben Allah’a inanırım” diyecektir. Ama görüldüğü gibi sadece dudak oynatıp “inanıyorum” demek yeterli değildir. Allah’a inanmanın yanı sıra, insan mutlaka Tanrı’nın Kozmik yasalarının ve prensiplerinin neler olduğunu derinlemesine anlamalıdır. Öyle ki bu kavrayış, insanın ruhunda tinsel bir dönüşümün itkisi olabilsin. Bunlar hakkında hiç nosyonu olmayan bir insan, Tanrı vergisi olan yaşama ve var olma hakkına saygı göstermeme yanılgısı içinde olacaktır.

Ayrıca insan, bu bilgileri kendisi kavradıktan sonra, içinde yaşadığı toplumun yaşamında da anlaşılıp uygulanabilmesi için gayret etmelidir. Yoksa toplumları oluşturan bireylerin düşüncedeki, duygudaki ve iradedeki (dışarıya yansıttığı davranışlardaki) uykusu devam eder. Bu uyku, kötülüğün filizlenebileceği bir ortam oluşturur.

Antroposofi, vicdanın ne olduğunu ve gelişimini açıklar. Bunun yanı sıra insanlar arasındaki dil, din ve ırk farklılıklarının nereden kaynaklandığını, insanın farklı bir ırktan olmasının evvelce ne işe yaramış olduğunu, neden artık ırk unsurunun önemini kaybederek sona ermesi sürecine girildiğini ve bu yeni sürecin evrimin başarısı açısından neden gerekli olduğu konularını aydınlatır.

İnsan, karmanın Kozmik bir yasa olduğunu, karma yasasının bireysel evrimi üzerindeki etkisinin ne olduğunu ve ‘karma/yazgı oluşturmanın’ ne anlama geldiğini kavradığı zaman, bu bilgiyle fiziksel dünyadaki yaşamına çok farklı bir biçimde yaklaşacaktır. Karmaya dair Antroposofik bilgiler, insanın düşünce, duygu ve iradedekiuykusundan uyanmasına yardımcı olur.

Karmanın varlığından haberi olmayan bir insan ise, insan kardeşini rahatça öldürebileceği ve yakalanmadığı sürece bu günahtan rahatça sıyrılabileceğini zannetmeye devam eder.

Karmanın ne olduğunu anlamak ve ona göre davranmak insanı, başını kuma gömen devekuşu durumuna düşmekten kurtarır. Tehlike anında başını kuma gömmek devekuşu için geçerli bir ‘kaçamak’ olabilir. Hâlbuki karma yasasına tâbi olan ve reenkarnasyon çemberi içinde dünyaya gelip giden insanın hiç böyle bir kaçamak yapabilme şansı yoktur ve ölümden sonra ruhunu, dünyada yaptığı tüm kötülüklerden ötürü kaçınılmaz bir azap beklemektedir. Sadece azap çekmekle kurtulunsa iyidir, ancak azabın yanı sıra insan kötülüklerinden dolayı evriminde geri kalmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Aslında insan ruhunun deneyimleyebileceği en büyük azap, Yüksek Tinsel Dünyanın insanlık için amaçladığı tinsel hedefe ulaşamamak, ‘gerçek ışıkla’ birleşememek ve giderek karanlığın egemenine doğru yaklaşmaktır.

Antroposofi, insan ruhu üzerinde çok güçlü bir şekilde etkin olan kötülüğün ne olduğunu, nereden kaynaklandığını, gücünü nereden aldığını ve insanın nasıl üstesinden gelebileceğini açıklar. Bunlar ayrıntılarıyla bilinmezse, kötülüğe karşı mücadelesinde insanın başarılı olması mümkün değildir.

Karanlığın, üzerine ışık tutulduğunda yok olduğu gibi, kötülük de ancak ‘aydınlık tinsel bilgilerin’ sağlayacağı bilinçle yok edilebilir.

İnsan, karma yasasını ve reenkarnasyon gerçeğini dikkate almadan devamlı yanlış(*) yaparak yaşamını sürdürdüğü taktirde, bu gidişat insana acı verecek sonuçlar doğuracaktır.

Karmanın varlığını hiçe sayarak yaşamış, öte yanda hayatını karma yasasına uyumlu olacak biçimde yaşamış olan iki ayrı insan, bu seçimlerinin sonucunda ilerde kendilerini birbirinden çok farklı ‘bilinç kürelerinde’ bulacaklardır.

(*)Yazıda, karma yaratılmasına nelerin neden olacağına değinirken, oldukça belirgin bir kötü eylem olan ‘masum bir insanın durup dururken öldürülmesi’ bir örnek oluşturdu. Ancak insanın karma yaratmasına neden olan davranışları sadece cinayetle sınırlı değildir.

Bundan başka, her türlü kötülük, ahlâk yoksunluğu, egoizm, kısacası insanın insana verdiği her türlü maddi manevi zarar, acı ve üzüntü karma/yazgı oluşmasına neden olur.

İnsanların benimsediği dini inançlar, toplumlarda ahlâk ve iyilik gibi erdemlerin temel şablonunu oluşturmasına rağmen, insanlık tarihinde sıklıkla tanık olduğumuz gibi, farklı dini inançları benimsemiş olan insanlar birbirlerini anlamakta güçlük çekmekte, öteki dinlerin varlığına ve inananlarına karşı toleranssız olmakta, hatta ciddi münakaşa ve çatışmalara bile girmektedirler.

İnsanların birbirini anlayabilmesi için karşısındakinin dini inancını biraz olsun doğru bir biçimde anlayabilmesi gerekir. Öteki dinler hakkında bilgi sahibi olmak istememek veya önyargılı düşünceler benimsemek toplumlar arası kapıların aralanmasını zorlaştırır. Bu bakımdan, dünyada etkinliği halen süren din faktörü ayrıntılı bir biçimde irdelenmeli ve çok iyi anlaşılmalıdır.

Antroposofik bilgelik, dinlerinin oluşumlarının arkasındaki gizemleri açıklar. Var oluş nedenlerini ve birbirleriyle bağlantılarını ayrıntılarıyla anlatır.

Yalnızca kendi dininin ve bu dine inananların Tanrı’nın favorisi olduğunu düşünenlerin şu soru üzerinde düşünmeleri gerekir: Tanrı’nın dünyada diğerlerinden üstün tuttuğu favori bir dini olsaydı, yalnızca o dinin insanlarını yaratır bunun sonucunda da dünyada sadece tek bir din olurdu. Hâl böyle değilken, neden Tanrı farklı dinlere – mezheplere veya sektlere inanan insanlar yaratmaya devam ediyor? Acaba bizlerin bilmediği, henüz anlayamadığımız bambaşka bir gerçekliğin varlığı mı söz konusu?

Eğer Tanrı’ya inandığımızı söylüyorsak, bu sadece sözde kalmamalı. Tanrı’ya inanmak demek, hiç kuşku ve şüphe duymadan Ondan kaynaklanan iş ve oluşumların dünyadaki yansımalarına da inanmak ve saygı göstermek demektir. Eğer başka dinlere dâhil olan insanların, Onun İradesinin yansıması sonucunda dünyada var olabildikleri gerçeğiyle hemfikirsek, bu insanların varlığına karşı duyulan her negatif duygu ve düşünce – ilk bakışta öyle gözükmese bile – Tanrı’ya ‘karşı gelmek’ anlamına gelir.

Antroposofik bilgelikte dinler çok farklı bir yaklaşımla incelenmektedir.

Çağımız insanının durumunu ve Antroposofi ile bağlantısını irdelerken, çizilen tabloyla ilişkili pek çoksoruortaya çıktı. Antroposofik açıdan, insanlıkla ilgili bu soruların yanıtlarının bulunması ve anlaşılması çok önemlidir. Ancak bu soruların girift yanıtlarını Antroposofide kısa veya özet anlatımlarla geçiştirmek olası değildir. Yanıtlar girift ve uzundur. Bu nedenden dolayı bu yazının kapsamında sadece bazı önemli soruların varlığına işaret etmek mümkün olabildi.

Antroposofik bilgelik insanlık için neden gerekli?

Dünyadaki gerilim, nefret, şiddet, savaş ve ölüm ortamına baktığımızda,

şimdiye kadar sayı, ölçü ve tartı ile yapılmış olan dünya tarifinin, teknoloji ve endüstrinin, insanın esenlik içinde bir varoluş sürdürebilmesi için yeterli olmadığını görmekteyiz. Çağımızda, insanın sahip olması gereken pek çok hak bir yana, en temel hakkı olan ‘dünyada var olma – yaşama’ hakkının bile garantisi yoktur. Başka insanlar bu temel hakkı sık sık ihlal etmektedirler.

Bu durum yadsınamayacak bir gerçekliktir.

Dikkatle incelendiğinde, bu durumların insanın kendisinde ve içinde yaşadığı ‘dünya tarifinde’ olması gereken bir şeylerin eksikliğinden kaynaklandığı hissedilebilir.

İnsanlığın, kendinde ve içinde yaşadığı bu dünya tarifindeki ‘eksikliğinin’ ne olduğunu anlaması ve bu eksikliği, içinde ‘Tanrısal gerçeklik’ bulunduran bir şeyle gidermesi gerekir. Bu eksiklik tin’dir.

İnsan, aslında kendinin ve diğer insanların tinsel varlık olduğunu ve Kutsal Tinsel Dünyadan kaynaklandığını anlamadan, içinde bulunduğu tarifin (görüntü ve yanılsamanın) karanlığından kurtulamaz.

Dikkatle incelendiğinde, bu karanlığın giderek yoğunlaştığı ve insanlığın üzerine yerleştiği hissedilebilir. Tanık olduğumuz her kötülük bunun göstergesidir.

İnsanın “yaşam giderek zorlaşıyor ve hayat pahalılığı da giderek artıyor” şeklinde ‘soyut ekonomi gözlüklerini’ takarak yaptığı gözlemin arkasında bu gerçek gizlidir. Yaşamın, taşınması gittikçe zorlaşan bir yüke dönüşmesi, karmaşık bir şekle bürünmesi, insanların rekabet ortamı içinde birbirine karşı giderek acımasız olması ve insanın sadece materyalizm, teknoloji ve endüstri üçgeni içinde ‘donuklaşmış bir yaşam’ sürmeye yönlendirilmesinin arkasında ‘karanlığın egemeninin’ etkisi vardır.

İnsanın, bireysel gelişimini önleyen ‘karanlığın egemeninden’ nasıl kurtulabileceği, hem bireysel, hem de insanlık evriminin daha yüksek tinsel basamaklara nasıl ulaşabileceği Antroposofik bilgilerin yardımıyla anlaşılabilir.

Antroposofide, bütün bunlarla bağlantılı olarak dünyada çok önemli bir yeri olan ‘düşünceye’ dair açıklamalar da yer almaktadır. Düşüncenin nereden kaynaklandığı, insanın nasıl ve ne zamandan beri düşünceye sahip olduğu, insanın varoluşunda düşüncenin anlam ve önemi ve düşüncenin ‘dünyevi düşünme’ sarmalından nasıl kurtulabileceği, yani ıslah edilerek nasıl tinsellik kazandırılabileceği anlatılır. Bu doğrultuda, düşüncenin tinselle ilişkilendirilerek ve güçlendirilerek ona tekrar ‘yaşam kazandırılmasının’ neden gerekli olduğu da açıklanır.

Kökü kesilmiş bir bitkinin uzun süre yaşamaya devam edemeyeceği gibi, fiziksel dünyada giderek kurumakta olan insan, Tinsel Dünyadaki köklerini mutlaka bulmalıdır. Yoksa ruhu kurumaya devam eder ve ‘ölümün gücü’

daha da etkin olur.

Antroposofik bilgiler insanlığa, içinde bulunduğu ‘görüntü ve yanılsama dünyasının’ (maya) ne olduğunu, ne şekilde oluşturulduğunu ve insanlığın üzerinde nasıl etkin olabildiğini ayrıntılı bir biçimde açıklar.

Antroposofi, dil, din, ırk ve kültür ayırımı yapmadan insanın aslının ve evrenin sonsuzluğu içindeki yerinin ne olduğuna dair soruları yanıtlar. Antroposofik bilgelik kapsamındaki konular bu yazıda değinebildiklerimizle sınırlı değildir.

Bu söylenenlerin abartılı ve iddialı sözler olduğu düşünülebilir ve kuşkuyla karşılanabilir. Ancak evvelce belirtildiği gibi, bu bilgilere baştan inanmak gibi bir ön şart yoktur. Antroposofik bilgeliği anlamak için gerekli olan tek şey

objektif ve tarafsız/önyargısız bir yaklaşımla incelemeye başlamaktır.

Bu şekilde yaklaşıldığında Antroposofinin, insan yaşamının ve varoluşunun en ince ayrıntılarını ele aldığı ve üzerine ışık tuttuğu belirginleşir.

Herhangi bir ön yargının objektif bir inceleme yapmaya engel oluşturmasına izin verilmezse, en girift açıklamalar dahi rahatlıkla anlaşılabilir.

Bizleri karanlığın kötülüğünden ve yanlış yönlendirilmeyle çıkmaz sokaklara sapmaktan kurtaracak olan en etkin sorgulama, ‘gerçeğin ne olduğunu’ bilmek istemektir.

Milliyette, ırkta, dilde, dinde ve kültürde ayrılığa düşen insanlık, ancak gerçekte’ buluşup birleşebilir ve birbirinin kardeşi olabilir.

İnsanı fiziksel dünyadaki esaretinden ancak ‘gerçek’ özgür kılabilir.

Bu yazının çerçevesi içinde, Antroposofi yalnızca belli bir açıdan ele alınabildi. Antroposofi -Tin Bilim’i başka bir açıdan inceleyen “Antroposofi: İnsan Olmanın Bilgeliği” başlıklı yazı, ‘yazarın diğer yazıları’ linkinden okunabilir.

Bülent Akan