İslam sufîleri ve mistikleri hakkında önümüze konulan yazıların ve kaynakların hemen hepsinde maalesef ciddi ve kasıtlı yapılmış yanlışlıklar, önemli mantık hatâları ve tarihsel gerçekleri gizleme çabaları vardır. Örneğin Hicaz sufîlerinin kökeni İslam’dan çok eskiye dayanır. Yün elbiseler giydikleri, yoksul oldukları doğrudur. Ancak İslam’ın Medine’ye gelmesinden sonra kendilerine yakıştırılan ‘Ashâb-ı Suffe’ nitelemesi de, peygamber tarafından yetiştirildikleri de yanlıştır. Hem sonra neden bütün İslam cemaatinden ayrı ve diğerlerinden ciddi biçimde farklı bir ‘eğitim’e tâbi tutulmuş olsunlar ki?
Wikipedia’da dahi sufîlik için “İslam inancında Allaha ulaşma yollarından biridir” deniyor. Oysaki İslam’ın özellikle de ilk yıllarında öylesine bir ayrı-gayrılık yoktur; aksine birleştirme çabaları sürdürülmektedir, öngörülen yol da tektir. “Kuran okurlardı” deniyor… Sufîler de diğer mistikler gibi her dönemde, bütün öğretilere saygı duymuşlar; erişebilecekleri her inancı öğrenmeye çalışmışlardır. Tevrat’ı da okurlardı, İncil’i de, Kuran’ı da ve bütün Uzakdoğu inançlarını da bilirlerdi. Örnek vermek gerekirse, bütün bunları Yesevî de bilirdi, Mevlâna da, Hallâc da. Bilmeden nasıl kıyaslayabileceklerdi ve akıl yürütebileceklerdi ki…
Peygamberin onları sık sık ziyarete gittiği doğrudur, ama onların peygambere gelip İslam hakkında bir şeyler öğrendiklerine dair ciddi bir kayda rastlayamazsınız. Kaldı ki İslamiyet’in ilk yıllarında, yani tüm diğer inanç sahipleriyle (putperestler, Musevîler, Hıristiyanlar, Sabiîler… ile birlikte) barış içinde ‘birarada yürüme’ (mümaşaât) döneminde ilgi ve kısmen de itibar görmüşler; ama Medine İslam Birliği’nin kurulması, özellikle de İslam’ın Arap Yarımadası’na bütünüyle hâkim olması sürecinde sayıları hızla azalmış, sonunda da tamamen yok olmuşlardır.
Sufîliğin İslam’ dünyası içerisinde ciddi biçimde yeniden ortaya çıkışı ancak dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve onuncu yüzyılın başlarında, çok inançlı bir geleneğe sahip ve Araplara göre çok daha hoşgörülü olan Türk toplumları içerisinde olmuştur (Horasan, Buhara, Taşkent ve Semerkant’ta). Oradan da İran’a geçmiş, ama Arap Yarımadası’nın, şer’î hukukun katı biçimde hâkim olduğu hoşgörüsüz ortamında birkaç münferit filizlenme dışında ciddî biçimde kök salabilmesi bir daha mümkün olamamıştır. Çünkü o, Doğu’dan yükselen bir ışıktı… Zaten bugün de sufîlik ve tasavvuf düşüncesindeki Şaman, Hindu, Taocu, Budist, Zen ve hattâ eski Mısır inançlarının etkileri inkâr edilememektedir. Bunun bir nedeni de mistikliğin gerçekte durağan değil de ‘sürekli bir arayış’ olmasındandır. Öyle ki, Hallâc-ı Mansûr dahil, çok az sayıdaki Arap kökenli sufî de yaşamlarının önemli bir bölümünü daha çok Türkler’in ve Acemler’in arasında geçirmişlerdir. Yani kimilerinin iddia ettiği gibi, tasavvufun gerçekleri peygamber tarafından Sufîlere verilmemiş, aksine 2,5 ile 3 asır sonra kadim sufî geleneğinden İslam’a bir şeyler aktarılmıştır. Dediğimiz gibi, peygamberden kaynaklanan özel bir eğitim biçimi veya tercih edilen bir yol olsa, neden İslam’ cemaatinin tümüne değil de sadece sufîlere verilmiş olsun ve sonra da onlara sahip çıkılmamış olunsun ki…
O dönemde, putperestlerin yönetimindeki Mekke’de önemli sayılabilecek bir sufî komünü ya da yerleşimi yoktu. Daha çok dağınık olarak, bir kısmı da inanç farklılıklarının fazla önemsenmediği bir ticaret merkezi olan Medine’de yaşıyorlardı. Müslümanlar, adına ‘hicret’ denilen zorunlu ayrılıştan sonra, önce bir süreliğine Taif’e yerleşip ardından Medine’ye göçettiklerinde sufîleri orada buldular. Hicret topu topu 70 kişiyle yapılmış bir şehirlerarası göç ve yeniden iskân edilme hadisesi idi. Medine emirinin daveti üzerine, onun emrine, koruma ve güvenlik gücü olarak girmeyi gönüllü ama biraz da içinde bulundukları elverişsiz koşullar nedeniyle zorunlu olarak kabul eden müslümanların toplam sayısı o kadardı. Ama o sırada Medine’de 400 civarında, hemen hemen tamamı erkek olan bir sufî topluluğu yaşıyordu. Öyle ki Kuran’da Medine sufîlerinin kastedildiği iki de âyet vardır ve o âyetlerin birinde peygambere ‘Rablerinin rızasını dileyen… O fakirleri kovma’ diyerek tavsiyede bulunulur; diğerinde ise ‘… Onlarla birlikte sabret, ama gözünü de onlardan ayırma’ denilerek uyarılır.
Hicaz sufîlerinin kendi hallerinde, hiçbir biçimde şiddet uygulamayan, inançlarını yaymak için aslâ zor kullanımına başvurmayan, ‘fakir’ benzeri yaşamları olan, gizli değil ama ‘kapalı’ bir topluluk oldukları kayıtlara geçmiştir. Yaz – kış yünlü giyerlerdi ve böyle bir gelenek ne İslam’ öncesi ne de İslam’ın yaygınlaşıp egemen olduktan sonraki inanç topluluklarında görülmemişti.
Tasavvuf ehlinin ve bütün sufîlerin sadece kendilerini değil farklı görüşlerden de olsalar tüm insanlığı düşünmeleri; vahyin sadece peygamberlere değil, tüm insanlara gelebileceğini öngörmeleri; din kurucusunun aksine hiç birisinin eline silah almaması; aklın ve bilginin ötesine geçilmedikçe hakikate erişilemeyeceğini öngörmeleri; tefekküre öncelik ve meditasyona önem vererek bu sayede içsel arınmanın gerçekleşebileceğini kabul etmeleri… gibi hususlar, skolastik İslam’ inanç ve anlayışıyla aralarındaki ciddi ayrılık noktalarını oluşturmaktadır. Zaten, İslam’ inancı içinde serpilip gelişebilen tasavvuf ehli düşünürler, şeriatçı din adamlarınca sürekli horlanmış ve küçük görülmüş, kitapları yakılmış, sürgüne gönderilmiş, hattâ şeriat mahkemelerince yargılanarak idam edilmişlerdir. Sonraki yıllarda tasavvuf, maalesef giderek şer’î İslam’ın baskısı altında ezilmiş ve onun mutlak hakimiyetine girerek gerçek kimliğini yitirmiştir.
Dilimize yerleşen ‘sufî’ ve ‘tasavvuf’ sözcüklerinin Arapça kökenli olması, terim açıklamasının da geleneksel Arap veya Arap-İslam’ söylemine göre yapılmasını gerektirmez.
Nitekim kendisi İslam’ kültür ve geleneğine mensup olmakla birlikte, bu konudaki en geniş ve özgürlükçü yorum Salâhaddin Ali Nadir’den gelmiştir. Nadir’e göre, “Sufizmin kökeni, peygamber zincirinin ilk halkalarına kadar gider; çünkü idrakin tohumu her insanın kalbinde mevcuttur”. Ünlü sufîlerden Beyazıd-i Bestamî de aynı görüştedir. Hattâ “Tohumu Âdem zamanında atılmış, Nuh’ta filiz vermiş, İbrahim’de çiçek açmıştır…” der ve devam eder; “… Üzümleri Musa zamanında yetişmiş, İsa zamanında olgunlaşmış ve Muhammed zamanında ise saf bir şarap hâline gelmiştir”. Yani bize İslam’a özgüymüş gibi anlatılmaya çalışılan sufîlik, ya da İslam’ tasavvufu özetle, mistisizmin bu dine kısmen uyarlanmış ama katı kurallarını yine de yeterice aşamamış bir yorumudur. Kim oldukları sorulduğunda sufîler kendilerini “Hak’tan aldıklarını halka sunan kimseler” olarak tanımlarlar ve sufîliğin de gerçekte ‘kendini bilme yolu’ olduğunu söylerlerdi.
Kimi otoritelerse Batı Türkistan’dan çıkıp 13’üncü yüzyılın sonlarına kadar gelen gelişme dönemine ‘sufizm’, 14’üncü yüzyıldan bugüne süregelen ve İslam’ın kavram ve kurallarının etkisinin gittikçe artış gösterdiği döneme ise ‘tasavvuf’ denilmesinin daha uygun olacağını söylerler. İslam’la mistisizmin barış dönemi 13. yüzyılda sona ermiş olmakla beraber, zaten o tarihe kadar da aralarında ‘huzurlu ve adil bir barış’ hiçbir zaman tesis edilememiştir. ‘Tasavvuf dönemi’ aslında dinsel ve inançsal önderliğin, yani mürşitliğin rolünün giderek arttığı; itaatin ve biatın öne çıktığı, kendini bilme ve sorgulamanın önce eskisi kadar önemsenmeyerek göz ardı edildiği; giderek de ‘küfre düşmemek için yok sayıldığı’ bir dönem hâline gelmiştir.
Tarihe ve onun sosyolojisine meraklı olanlar sufizmin aslında İslam’ın ‘aydınlanma’ dönemine; tasavvufun ise maalesef gerilemeye ve bilince yönelmenin yerini zihnin ve koşulsuz imanın almaya başlaması nedeniyle taassubun artmaya başladığı bir başka döneme rastladığını bileceklerdir. Daha sonra tarikatlerin ortaya çıkması ve aralarındaki çekişmeler, dinin etkisindeki tasavvufun önemini ve gücünü giderek azaltmıştır. Zaten dervişliğin ve gönül ehli olmanın ‘liderliğe’ dönüşmesi de bu dönemde olmuştur.
Aradan yıllar geçip de kendini her türlü yeniliğe, gelişmeye ve yorum farklılıkları ile felsefî tartışmalara kapatan skolastik İslam’ anlayışı toplumsal yaşamda kaçınılmaz olarak yetersiz kalınca bu defa bir yandan mezhep ve tarikatler türerken, öte yandan da tasavvufa yeniden yönelim baş göstermiştir. Kuşkusuz ki ‘ihtiyaçtan’ ve yerleşik kural, kurum ve kavramların yetersizliğinden kaynaklanıp türeyen, bir anlamda da ‘yorum farklılıkları’ demek olan mezhep ve tarikatler esas itibarıyle ancak şeriat yolunu kısmen restore edebilmiş; bütün dinlerden daha derin ve kadim olan mistisizme ve sufîliğe dayanan tasavvuf ise İslam’ın daha hoşgörülü ve aydınlık olan yüzünü temsil edegelmiştir. Bugün de tasavvuftan uzaklaştıkça geriye bir takım katı kurallar, zihnin esareti, özgürsüzlük, tahammülsüzlük, gerçekte bütün dünyayı zorla da olsa Müslüman yapma demek olan (her mü’minin aslî görevi kabul edilip tüm Müslümanlara emredilmiş olan) ‘cihad’a dayalı cihan hakimiyeti mefküresinden ve bu amaçla da kılıç dahil her tür aracın kullanılmasının mübah olduğu bir ideolojiden başka bir şey kalmayacaktır. Ama nedense, adının önünde ‘profesör’ unvanı olan sözde din ve tasavvuf tarihçileri, bu gerçekleri, aldıkları koşullu eğitim gereği ya hiç bilmemekte ya da bilseler dahi özgürce açıklayamamaktadırlar. Yapabildikleriyse sadece tasavvufun, özellikle de sufizmin aşırı derecede sembol, teşbih, kıyas ve alegori kullandığı; kafa karıştırıcı hattâ temel din eğitimi (!) almamış olanlar için ‘şirk’e varacak kadar dinden çıkarıcı olabileceğini söyleyerek, gerçek dindarların önce tasavvuftan, sonra da sufîlik ve mistisizmden uzak durmalarını sağlamak olmuştur. Nitekim ünlü sufîlerin çarpıtılmamış ve aslına uygun aktarımlarına erişebilirseniz; örneğin Niyazî-i Mısrî’nin, Cüneyd-i Bağdadî’nin, Abdülkadir Geylânî’nin, Beyazıd-ı Bestâmî’nin, Hallâc-ı Mansûr’un, Mevlânâ’nın ve Şems’in sözlerini dikkatle incelerseniz… skolastik İslam’ın o katı ve hoşgörüsüz kurallarıyla nasıl çeliştiklerini, buna karşılık kadim Uzakdoğu öğretilerinden ne gibi izler taşıdıklarını kolaylıkla ve apaçık görebilirsiniz.
Yani sufîlik, kasıtlı olarak yanlış biçimde aktarılmaya çalışıldığı üzere, İslam’la birlikte ortaya çıkmadığı gibi, yüzyıllar içerisinden süzülerek ve damıtılarak gelmiş, her coğrafyada her inanç ortamında yerleşik yapıdan kaçınılmaz olarak etkilenmiş, çeşitli mistik varyantlara dönüşebilmiş bir içsel özgürlük ve aydınlanma sürecinin genel adı olmuştur. Özetle sufîlik İslam’a özgü bir inanış yolu olmadığı gibi, sufîler de en büyük muhalefeti skolastik İslam’ anlayışının temsilcilerinden ve şer’î otoriteden görmüşlerdir. Böylesi bir anlayış, yani inançların despotça sınırlanması, ibadetin aşırı derecede biçimselleştirilmesi, cezalandırılma korkusu, kendisi dışındaki inançlara ve düşünce akımlarına hoşgörüsüzce tavır alıp artan tahammülsüzlüğün ardından zamanla engelleyici hattâ hasmâne tavır alınması önceleri Arap Yarımadası’nda, daha sonra da skolastik şer’î İslam’ın hakim olduğu bütün coğrafyalarda tüm diğer inanç ve anlayışlar gibi sufîliğin de kökünü kazımıştır.
Şimdi soruyoruz, güya ‘özenle yetiştirilen’ o “Hicaz’ın Sufîleri” bugün neredeler…?