Bergson felsefe yapmağa başladığında Avrupa’da Kant rölâtivizmi etkiliydi. Kant, numenon dediği, “varlığın öte yüzü”nün usça kavranamayacağını söylüyordu.

Us, kategoriler yüzünden, duyulur dünyanın genel-geçer ve güvenilir bilgisini oluşturmayı becerebiliyordu ama o bilgiler de nesnelerin gerçekliğine değil, görünüş ve ilişkilerine ilişkin bilgilerdi.

Üstelik, göreli olmayı da aşamıyorlardı. Bu yüzden, son çözümlemede Kant, “Ancak duyulur olanın ilişkilerine yönelik, göreceli bir bilgiye sahip olabiliriz ama tek tek nesnelerin özüne, gerçekliğine ulaşamayız.” diyordu.

Bergson’un yaşadığı dönemde Comte (Komt) pozitivizmi de etkiliydi. Comte, numen diye bir varlık türünün olmadığını söylüyordu. Metafizik, gereksiz bir saçmalıktı. Yalnızca olgular (duyulur olan) vardı ve onun herkes için genel geçer ve kesin bilgisine ulaşılabilirdi. Ulaşılmalıydı. Pozitif doğa bilimleri bunu yapacaktı. Böylece felsefeye de gerek kalmayacaktı. Olgulara ve deneylere dayalı bu kesin bilgi mümkündü; çünkü doğada var olan her şey, birbirine nedensellik bağı ile bağlıydı. Tüm sorun, olgular arasındaki değişmez neden sonuç ilişkilerini yakalamağa dayanıyordu. Böyle bir bilgi, “doğa yasası” adı altında, insan zihninin ulaşabileceği en genel geçer, kesin, zorunlu bir bilgiydi.

Comte pozitivizminin temel sorunu, metafiziği ortadan kaldırmaktı. Buna bağlı olarak her türlü öteciliğe karşı çıkmak ve gerçekliği, cevherden, özden, soyuttan alıp somuta dayandırmaktı. Gerçekliği kavramak için ustan ve deneyden başka bir araca da gerek yoktu.

Bergson, felsefe yaparken, döneminde etkili olan başka isimler de vardı ve onların görüşleriyle de hesaplaşmak zorundaydı. Özellikle Herbert Spencer ve Darwin onu “evrim” konusunda düşünmeğe zorluyorlardı.

Bergson’un en son hesaplaştığı kişiler, Lachaliler ve Emil Boutrox’tur. Bunlar, asırlarca insanları peşinden koşturmuş olan öz-cevher mitine karşı savaşan gruptaydılar ve canlılar dünyasından özün kaldırıldığına tanık olmuşlardı. Sıra ruh dünyasına gelmişti. Bu bağlamda ruhun statik bir öz olmayıp, zaman içinde sürekli bir oluş sergileyen canlılar dinamizmi olarak ele alınmasını istiyorlardı. Bir bakıma Comte pozitivizmini ruha uyguluyorlardı. Main de Brian, yaşamı duygu olarak içimizden dışarıya taşan özel bir içsel eğilim ya da çaba olarak adlandırmıştı. Buna “effort interior” demişti. Lachaliler buradan ilerleyerek, öz fikrini ortadan kaldıran bir felsefeye ulaştı ve psikoloji ile metafiziği birbirini tamamlayan iki ayrı alan olarak ele almayı seçti. Bununla da kalmadı, psikolojiyi metafiziğe temel yaptı.

Emil Boutrox ise doğadaki sıkı nedenselliğin, özgürlüğe karşı bir şey olduğunu biliyor ve bilince doğru yükseldikçe indeterminizmin (belirsizliğin) arttığını görüyordu. Soyut ve özsel bir şey olmaktan çıkarılmış ruhun, özgürlük sorunu vardı. Burada ince bir şiş ve kebap gözetimi ortaya çıkıyordu. Çok ince bir vücut çalımının yapılması gerekiyordu. Doğrusu, Boutrox da bunu çok iyi başarmıştı : “Hür olan ancak karakterimizin yaratılmasıdır.” diyordu. İnsandan özgürlüğü tamamen alamıyordu ama yine de determinizmin (nedenselciliğin) etkisiyle, insanın sonuçta özgür olmadığını anlatıyordu. Böylece, Lachaliler ve Boutrox’da metafizik, psikolojiye indirgeniyordu. Bergson, buna da karşı çıkmış ve psikolojiyi metafiziğe dönüştürmüştür.

Bergson’a gelinceye kadar felsefe, geleneksel metafizikçi tavrı içinde duyulur dünyanın temeli olarak bir essence (öz) düşüncesine saplanmıştı, ha bire onu arıyordu. Temellendirmelerini çoğunlukla ona dayıyordu. Hep görünüş ve gerçeklik vardı. Öz ve töz vardı. Madde ve bilinç vardı ama kimse, “madde ve yaşamı” ikilik olarak düşünmüyordu! Bergson ilk kez böyle bir ikilikten söz ediyordu. “Yaşam felsefesi” adı altında felsefeye getirdiği en önemli bir yenilikti bu.

Yine Bergson’a gelinceye kadar felsefe, gerçeğin kavranması konusunda çoğunlukla usa baş vuruyordu. Gerçeği kavramanın biricik aracı ustu. Gerçi sezgiden hiç söz edilmemiş değildi ama onu gerçeği kavramanın aracı olarak yeterli bir vurguyla ilk ortaya koyan da yine Bergson’dur.

Bergson’a gelinceye kadar, felsefenin bir başka özelliği de David Hume’un dışında, doğadaki determinizme (nedenselliğe) inanmasıydı. Bergson, sonu mekanizme varan nedenselliği karşısına alır, bütünüyle yaşama ve dolayısıyla evrene us dışılığın egemen olduğunu söyler. Ona göre doğadaki nedensellik, mekanik değil, amaçlı bir nedenselliktir ve yalnızca evrim çerçevesinde ele alınması gereken bir kavramdır.

Sonuç olarak, Bergson’a bir kartvizit yazmamız gerekseydi, onun mesleğini “Derinliğine insan dalgıcı” değil, “derinliğine yaşam dalgıcı” olarak belirtmemiz gerekirdi. Onun insan konusunda getirdiği derinlik, çizdiği yaşam tablosundadır. İnsana ilişkin uç bulgularından söz edebilmek için önce onun çizdiği yaşam tablosuna bakılmalıdır. Bir başka türlü söyleyecek olursak, Bergson, doğrudan insana odaklanmış değildir. O bir “yaşam filozofu”dur. Ama 20. yy.ın en iyi uçucularından olduğu için onu burada anmadan edemedim.

Ona göre bütün evren, iki karşıt devinimin çatışmasıdır : Bu devinimlerden birinin yönü, yukarı doğrudur. Yukarı doğru olan devinim, yaratma ve evrim süreçlerini kapsar. Yaşamı oluşturur. Hiç bitmez. Öteki devinim ise, aşağı doğru bir tür “inme” devinimidir. “İnme” türü devinimler, maddenin oluştuğu ve uyduğu, devinimlerdir. Bu devinimlerin aslı, bir çözülme ya da dağılmadır.

Yaşam ve elan vital : Yaşam, canlı ve yaratıcı bir “itilim ve atılım”dır. O, evrendeki en büyük güçtür. Dünyanın başlangıcında verilmiştir. Maddede yol bulmağa çabalar. Düzenleme yoluyla yavaş yavaş maddeyi kullanmayı öğrenir. Maddenin direnci, atılımın gücünü aştı mı sokak başlarındaki rüzgâr gibi, değişik yönlere yönelir, kollara ayrılır. Bazen de gelişimini o noktada durdurur ama bu, yaşamın yukarı doğru devinimden vazgeçtiği anlamına gelmez. Yaşam, bütünlüğünde, başka yerlerden yukarı tırmanıcı devinimini sürdürür. Bunu düz bir çizgi doğrultusunda ve kesintisiz olarak yapmaz. Büyük patlamalı atılımlar biçiminde yapar. Yaşamın bu yukarı tırmanıcı patlamalı büyük atılımlarına Bergson “elan vital” yani “yaşam atılımı” der. Yaratmadan yaratmaya bir sıçramadır elan vital. Havai fişekler gibidir. Hiçbir fiziksel şeye bağlı olmayan bu güç, durmadan maddeyi işler, onun üzerinde çalışır durur. Bu çalışma, zaman içinde geliştirilmiş formları ortaya çıkarır. Gelişmiş formların ortaya çıkması, yaşam sahnesindeki “evrim”dir.

Evrim : Biyoloji açısından evrim, çevreye uyum olarak anlaşılır. Darvinci evrim, insanın maymundan türediğini savunur. Bergson’a göre ise, insan aşağı hayvanlardan türemiş değildir. O hayvan türleri, insana doğru giden gelişme yolunda bozuk ürünlerdir! Bergson’a göre türler, elan vitalin sapma ya da bölünmesidir. Yeryüzünde, öncelikle bitki ile hayvan arasında büyük bir bölünme olmuştur. Daha sonraki bölünme hayvanlar dünyasında ortaya çıkmıştır. Birinci kol, topluluk hayatı yaşayan böcekler, ikincisi ise insandır. İnsan, doğanın maymundan türettiği değil, elan vitalin hayvanı aştığı bir gelişme düzeyidir.

Hegel’de evrim, hiç de çevreye uyum olarak anlaşılmaz. Ona göre evrim, Geist’ın diyalektik yolla amacına doğru ilerlemesidir.

Sokaktaki çağdaş insan için ise evrim, ulusal gelirin ve teknolojinin yükselmesidir. Buna sosyal evrim der.

Bergson’a göre, teoloji de “yazgı” kavramıyla, bir tür evrim anlayışına sahiptir. Din açısından evrim, yazgının açılmasıdır. Belli sona yaklaşmaktır. Sona gelindiğinde yeni hiçbir şey ortaya çıkmaz.

Mekanizmin de buna benzer bir evrim anlayışı vardır. Mekanizm, geleceği geçmişte içkin sayar. Çünkü o ulaşılacak sonun önceden bilinebildiğine inanır. Ve sonda herhangi bir yeniliğin olabileceğini yadsır.

Bergson’da evrim, ne biyolojik ne sosyal ne ekonomik ne mekanik ne “yazgısal”dır. Onda evrim, varılacak belli bir noktaya ilerlemek de değildir. Yalnızca yaşam atılımında anlamını bulan bir kavramdır. Yazgıcı ve mekanik evrim anlayışından farklı olarak, Bergson’da evrim yaratıcıdır. Yaşam atılımı tamamlandığında, ortaya her zaman birçok yenilik çıkar. Elan vital, her atılımda belli olmayan bir hedefe doğru ilerler. Onun nereye gideceği ve ne sonuç vereceği önceden kestirilemez. Yaşam da yaşam atılımının sağladığı evrim de mantıksal değildir!

İçgüdü ve sezgi : Yaşam atılımı, hayvanlar dünyasında ilerleyerek insana vardığında, yeni bir bölünmeye uğrar : İçgüdü ve us.

Bergson’a göre, İçgüdü hayvanda gelişmesini tamamlayamamış, bunun üzerine insan devreye sokularak, içgüdü onda aşılabilmiştir. Bu gün, içgüdü hayvanlara, us ise insana özgü görünmektedir. Aslında pekâlâ içgüdü insanda da vardır; ne ki, artık insanın belirleyici niteliği değildir.

Bergson, hayvandaki içgüdünün, elan vitalin organik araçları kullanma hatta bunları yaratma yetisini araştıran bir aşama olduğunu söylese de gerek içgüdü olsun gerekse us, her ikisi de Bergson’da öncelikle bilmeye ilişkin kavramlardır. Bergson’a göre, bir bilgi ve bilme biçimi olarak içgüdü, bir tür “iç görü”dür. Kökleri derinde olan, bildik günlük bilince benzemeyen bir farkındalıktır. Tanımak üzere yöneldiği konuyu, bir iç görü biçiminde, içerden ve bir bütün olarak; üstelik bir kerede kavramadır. Burada yanılma yoktur; çünkü sözün işe karışmadığı bir bilmedir bu ve insanda zihni, eleştiri yapamayacak biçimde kavrar kuşatır. Bergson, “içgüdü” olarak adlandırılan bu bilme yetisine “sezgi” der. Onun “sezgi” ile kast ettiği şey, İslâm Tasavvufunda “Keşif”, “mükâşefe” ya da “doğuş” denilen şeyin ta kendisidir. Bu benzerlik nedeniyle, Bergson’la ilgili Türk-İslâm yazınında, sık sık Bergson’un Gazzalî’nin sufî öğretisinden yararlanıp etkilendiği söylenir.

Us : Bergson’da sezginin, o içgüdüsel bilmenin, duran dünya ve fizik evren için bilimsel bilgi üretme konusunda pek de elverişli bir bilme aracı olmadığı açıktır. O iç görü biçiminde bilme, bize özellikle dış dünyaya egemen olmayı sağlayacak bilgiyi vermekten çok uzaktır. Elan vital, içgüdünün bu güçlüğünü insanda usu yaratarak aşar. Böylece insan, duruyormuş gibi görünen özdeksel dünyada kendisini egemen konuma getirecek bir bilgi aracına da ulaşmış olur.

Usun yarattığı bilimsel bilgi ve teknoloji, bu gün insan başarılarının en göz kamaştıranı görünse de bilinçli us, nesnel evrenin gerçekliğini kavramada başarılı değildir. Onun gücü, nesnelerin biçimlerini, dış görünüşlerini, içerdiği parçaları ve ilişkilerini kavramaya yetmektedir. Bergson’a göre, usun gerçekliği kavramadaki yetersizliğinin nedeni, kavramak için değil de egemen olmak için yaratılmış olmasıdır! Us, bu amaç doğrultusunda bilimi, tekniği ve mantığı yaratmıştır.

Öbür taraftan us, ciddî bir açmaz içindedir; çünkü evrende duran bir şey yoktur ama o yalnızca ölü olanı, değişmez olanı, duran dünyayı kavrar. Üstelik bu kavramayı da konusunu parçalayarak yapar. Bu yüzden, devinim içinde olan yaşamı, kavrayamaz. Yaşamı durdurarak ve parçalayarak kavramaya kalkınca onu elinden kaçırır. Onun durdurma ve parçalayarak kavrama özelliği, oluşu ve salt gerçeklik olan zamanı kavramasına engeldir.

Süre : Zaman Bergson’da “gerçek” ve “matematiksel” olarak ikiye ayrılır. Matematiksel zaman, uzay ve uzaydaki bir şeyin devinimi ile ilgilidir. Bir işin başlangıcı ve sonu için önceden belirlenen aralıktır. Matematikle dile getirilir. Aslında us ya da bilim, durum noktalarını saptar, ayırır, bir çizgi içinde toplar ve bu çizgiye zaman der. Böyle bir zaman anlayışı, usun ya da bilimin değişme ve gelişmeyi ya da bütünü ile oluşu kavramasına yetmez, üstelik engel olur. Bu canlı, yaşanan bir zaman değildir. Ölü bir zaman kavramıdır.

Gerçek zaman ise, psikolojiktir, bilinçle ilgilidir. Dolaysız bilinç verisi, saf ardışıklık, süreklilik ve bütünlük içinde bir akış olarak algılanır. Bu akış usla değil, iç görü ile kavranır. Bergson buna “düreè” (süre) der. Süreyi en iyi kendimizi tam vererek bir melodiyi yaşarken anlayabiliriz. Tek tek sesler, notalar parça parça değildir o sırada. Dakika ve saniyeler yoktur artık. Uzay yok olmuştur. Sürekli ve bütünsel bir akış kalmıştır geriye. Bir problemi çözerken de yaşarız onu. Saat tik taklarından farklı bir zamandır o. Kısacası, kendini tam verişte ortaya çıkan zamandır. Şimdide yaşanan, kişisel psikolojiye bağlı bir zamandır “oluş”un derin ve gerçek dünyasıdır. Onu kısaca, uzaysal boyutları olmayan “sürem” olarak tanımlayabiliriz.

Kişisel ve öznel görünür ama olgular ortadan kalksa bile süre yok edilemez. O, olguların, olay ve devinimin oluşturduğu bir şey değildir. Olgular onun içinde ortaya çıkarak gerçeklik kazanırlar. Bilim ve us, bu zamanı yani süreyi kavrayamaz. Süreyi kavrayamamak, gerçekliği elden kaçırmaktır.

Bellek : Süreyi kavramamızda aracı olan iki temel etken, bilinç ve bellektir. Bellek, hep şimdide var olan bilincin, geçmişi de şimdiye taşımasını sağlar. Böylece kesiksiz bir sürem olarak süre, zaman aralıklarını yenerek, bellek sayesinde “geçmiş ve şimdi”nin bilincin birliği içinde bir olduğu gerçekliği iç görüye açar.

Gerçek : Buradan da kolayca anlaşılabileceği gibi, Bergson’a göre gerçek, “süre”den yani yaşamın akışından başka bir şey değildir! Bu gerçeklik, doğadaki gerçeklik ya da usun gerçekliği gibi, öğelerin birbirine eklemlenmesiyle oluşmaz. O, Bergson’a göre, bellek, bilinç ve elan vitalin oluşturduğu evrim biçiminde bir oluşun yani “sürenin” bütünselliğidir.

Buradan da kolayca anlaşılacağı gibi, Bergson’un gerçekliği, uzamsal, nesnel ya da ölçülebilir bir şey değildir. Birçok parçanın eklemlenmesinden de oluşmaz. O, sözcüklerle bile anlatılamaz! Dolaysız kavramada bulunan, oluşa ve zamana ilişkin saf bir bilinç içeriğidir. Bu yüzden durağan bir şey de değildir. Bergson’un gerçeği, tamamlanmış bir varlık değil, Herakleitos ve Hegel’inki gibi sürekli bir oluştur.

Gerçeklik, öbür adıyla süre, Bergson’a göre bilince “çoklukta birlik” olarak yansır. Yaşanmışların ve yaşananların birliğidir o! Çokluk, ancak uzaya, evrene ya da doğaya özgü bir şeydir. Gerçek ya da süre, bizim içsel hayatımız ve onun bütünlüğüdür.

Ben : Öbür taraftan, gerçek süreye sahip tek varlık, benliğimizdir. Benliğin ve gerçekliğin dolaysız ve apaçıklığına karşın çoğu kez yadsınması, zihnin bedene benzer yüzeysel bir ben oluşturmasındandır. Yani zihin, derin beni perdelemektedir. Dilimize sezgi diye çevrilen iç görü, bu derin benin doğrudan kavramasıdır. O, mutlak biçimde orijinal ve yenidir.

Özgürlük : Özgürlük, bu derin benle karar alma ve eylemedir. O yüzden özgürlük vardır ve insan özgürdür. Özgür eylem, kişinin içsel dalışından sonra ortaya çıkan ve derin beninden kaynaklanan bir durumdur. Şu da var ki, özgürlüğün var olması ve derin benden kaynaklanması, günlük yaşamda baştan sona özgür olduğumuz anlamına gelmez; çünkü, ona bakmamız, onu görmemiz ve onu davranışlarımıza ölçü yapmamız sık sık ortaya çıkan bir durum değildir. Onun için, yalnızca “Özgürlük vardır. Özgür davranışlarımız vardır. Bunlar, derin benimize dayanılarak yapılan davranışlardır.” deyip bırakmak en iyisidir.

Öbür taraftan, katı nedenselliğe dayanan doğa bilimleri, özgürlüğün gizemini kavrayamazlar; onun için de özgürlüğü yok sayarlar; çünkü onlar ölü kavramlarla çalışırlar. Oysa yaşayan, dirimsel bir oluş içindedir. Dirimsel oluşu, yani elan vitali ve süreyi ne us ne de bilim ne nedensellikle ne de öbür ölü kavramlarla ne kavrayabilir ne de açıklayabilir. Nedenselliğe (belirlenimciliğe) sarılan us ve bilim, yaşam karşısında başarılı olamaz, çoğu kere de çelişmeye düşer. Bu durumda, katı nedenselliğe sarılan doğa bilimleri, yaşamı kavrayamadığı için insanı, insanı kavrayamadığı için istenci, istenci kavrayamadığı için de insan özgürlüğünü kavrayamamaktadır. Buradaki başarısızlığını göremediği için de insanı hayvan düzeyine indirip, sıradan bir “biyolojik makine” olarak algılamaktadır.

Tanrı : Yaratıcı gelişme ve atılımın, bir başka deyişle Elan vitalin içindeki gücün kaynağıdır. Bunun için Tanrı olmuş bitmiş bir şey değil, bitip tükenmez bir yaşama yani, sonsuz eylem, durmayan özgürlüktür.

Ahlak ve din : Bergson, ahlâkın da dinin de temeline us ve bir iç görü olarak sezgiyi koyar. Us ve sezgi, ahlâk ve dinin iki kaynağını oluşturur.

Usu temel alan ahlâk, kapalı toplum ahlâkıdır. Kapalı toplum ile, başka grup ve toplumlarla ilişkisi kısıtlı olan toplumları kasteder. Bunlar, ilkel kabilelerden inanç gruplarına kadar çeşitlilik gösteren insan topluluklarıdır. Burada baskın ve yaygın olan ahlâk, temelinde coşkuya, duygulara değil, ussal bir yapı ve denetime dayanır. Bir topluma egemen olan alışkanlıklarda, törelerde ve yasalarda belirir. Bu ahlâkta özgürlük değil, ussal düzenleme ve kurallar egemendir. İyiliği bir duygu olarak göremezsiniz, uygunluk ve tutarlılık olarak görürsünüz. Bu ahlâk, yapısıyla da işleyişiyle de usun denetimindedir. Toplumca uygulanan bir baskıya dayanır. Buyrukları, kökü bilince değil, topluma dayanan bir yaptırım gücüne sahiptir. Kişi dışıdır. Toplumsal alışkanlıkları korumayı amaç edinir. Bireyselle toplumsalı bağdaştırır. Bu ahlâk, hemen her zaman sınırlı bir gruba özgüdür. Tüm insanlık için geçerli olduğu hiç görülmemiştir.

Sezgiye (iç görüye) dayanan ahlâk ise, içinde sevgi ve özgürlüğün egemen olduğu açık toplum ahlâkıdır. Bu ahlâk, temelinde yaşam atılımına dayanır. Üstün kişiliklerde, kahramanlarda, ermişlerde görülen ahlâktır. İlkin bu özel insanlar tarafından yaşanır. Burada geçerlikte olan kurallar değil, bu özel insanların benimsediği örneklerdir. Yaşam atılımını temsil eden bir kahraman, o atılım süreci içindeki ülkülerden, “idelerden” birini seçer ve o ülküyü en iyi temsil eden bu örnekten yola çıkarak kendi yaşam ve davranış biçimini oluşturur. Bu ahlâk türü, bir baskıya değil, bir çağrıya dayanır. Durağan değildir. İlerleyici ve yaratıcıdır. Açık olması, tüm yaşamı kucaklaması nedeniyledir. Onun için, kişisel görünür ama aslında evrenseldir. Baş eğmeye değil, özgürlüğe dayanır. Yarattığı şey nesnesiz, derin bir coşkudur. Kapalı ahlâkta us egemenken, açık ahlâkta coşku ve sezgi egemendir.

Bergson’da ahlâk konusunda yapılan ayırım, din için de geçerlidir O, bir statik bir de dinamik dinden söz eder. Statik din, toplumdaki herkesi standartlaştırarak, bireyselliği ortadan kaldırır. Ussal ve sistematiktir. Değişmeye açık değildir. Dogmalara dayanır. Aslında, toplumların yok olma ya da çözülme tehdidine karşı doğal olarak geliştirdikleri bir savunmadır. Kökleri ninnilere, masallara, söylencelere dayanır. Söylence, statik dinin oluşumunda çok ekilidir. Us insana öleceğini bildirir. Söylence ona tanrılar yaratarak bu acı bilgiye katlanmasını sağlar. Böylece, insan yaşama, birey topluma bağlanır. Bergson’a göre statik din, hayvan topluluklarındaki içgüdünün rolüne karşılıktır.

Dinamik din ise, statik dinden çok farklıdır. Bu din, yaşamsal atılımın çıktığı yere dönüşten, yaşamın can attığı bilinmezi bir ön sezişten kaynaklanır. Bu din daha çok gizemcilikle ifade edilebilir ve yalnızca sıra dışı kişilerin bir din ve yaşam biçimidir. Bireysel, değişkendir. Derin sezgiler ve içsel deneyimlere dayanır. Farklı bir gerçeklik anlayışını içerir. Bergson’a göre bu gerçek, eski Yunanda ya da Hint’te ortaya çıkmış değildir. Ruh sağlığı güçlü büyük Hristiyan gizemcilerinde ortaya çıkmıştır! Bergson gizemciliğin ortaya çıkışını da belirginleşmesini de Hristiyan gizemciliğine bağlar. “Çünkü” der, “bu gizemcilerin tümü de, bize dağda vaaz vermiş olanın yetkin olmayan ama yine de özgür birer öykünmecisidir.”

Gizemcilerin deneyimi, bize yalnızca yaşamsal atılımın kökeniyle ilgili sezgilerin olasılığını desteklemekle kalmamakta aynı zamanda mantıksal olarak kanıtlanamayan Tanrının var oluşunun da bir doğrulamasını vermektedir. Bergson’a göre, yine bu gizemcilerin deneyimleri, bize ölümden sonra bir yaşamın varlığını kesinlemektedirler!

Konuk Yazar