derKi dergisindeki bu ilk buluşmamızda sizleri sevgi ve saygı ile selamlıyorum. Bir yazar için anlamlı olan konulardan en önemlisi okuyucusuyla buluşmasıdır. O nedenle düşünceli, duygulu ve heyecanlı olduğumu ifade etmek isterim.

Kadim bilgeler, insanın dünyaya gelmesinin bir sebebi olduğunu ifade etmektedirler. Ben de bunun böyle olduğuna inananlardanım. Şaman bir babaanne ve ocaklı bir ailenin torunu olarak hep bunu sorgulayarak büyüdüm. Konfiçyüs’ün söylediği, “ne bildiğini bilmeyenler” den olmaktansa, “ne bildiğini bilenlerden” olmayı tercih ettim.

Bu arayış ve sorgulamalarım devam ederken 2002 yılında bir Zen Ustası’yla karşılaşmam, kavrayışıma bambaşka bir açılım sağladı. Çünkü o ne bildiğini bilenlerdendi. Konfiçyüs’ün dediğini uygulayarak “ne bildiğini bilenin arkasından gittim”. Halen de gitmekteyim. Belli bir bilgi birikimi ve bu bilginin yaşama uyarlanma şartında beş yıldır “face to face” aktarmaktayım. Ayrıca araştırmacı bir yazar olarak, başta kitap yazmak olmak üzere, bazı dergi ve gazetelerde de yazarlığım devam etmektedir.

Öğrenirken öğreten, öğretirken öğrenen biri olarak; sizlerle olan bu paylaşımlarımın da bana bir şeyler öğreteceği düşüncesindeyim.

İnsan ruh ve beden ilişkisinde, bir arada ve birlikte gelişim gösterdiğinde anlam kazanmaktadır. Bu düşünceden hareketle, uzun soluklu bir yazı dizisi ile birlikteliğimiz devam edecektir. The Wise okuyucuları için düzenli olarak yazacağım her makale, bir diğeri ile ve birbiriyle ilişkilendirildiğinde daha da anlam kazanacaktır.

Okuyucu hiçbir din anlayışının ya da hiçbir “izm”in peşinde olmayacak; şayet bir “izm”i takip etmesi gerekiyor ise de bu kendi “izm”i olacaktır. Yani amaç, her birimizin kendi içinde olan evrensel bilgiyi hatırlamak olacaktır.

Sonuçta bir Zen ustasının söylediği gibi bu bilgiler bize;

Bakmadan görmek,

Duymadan dinlemek

Öğrenmeden bilmek’in kapılarını aralayacaktır.

İşte o zaman gerçek mucizenin insanın kendisi olduğu anlaşılır olacaktır.

Şayet, kadim metinler “Ol!” ifadesiyle evrenin var olduğunu söylüyor ise; o halde “Ol!” bir düşüncenin tezahürüdür. Her düşünce bir “Ol!”dur. Bu bir mucize de olabilir, bir felaket de olabilir. Düşünceleriniz ve düşüncelerinizi tayin eden kavrayışınız ne kadarsa onu var edersiniz. Ve bu sizin “Ol!”unuzdur.

Şayet düşüncelerimiz yaşamımızı şekillendiriyor ise, bu düşüncelerimiz gerçekten de düşünülmüş müdür? Bu düşünceler bizim düşüncelerimiz midir? Ne kadarı bize, ne kadarı çevre, toplum ve sistem bilgisine aittir?

İşte bu ve benzeri düşünceler bir kez daha düşünüldüğünde, aslında yaşamdaki seçimlerimizin çok da bize ait olmadığı görülecektir.

Bizim dışımızda, bizi şekillendiren bu kabuk kimlik bizi yönetirken; içimizde bir hazine taşıdığımızın farkında bile değilizdir. Biz bu kabuk kimliğimizin farkında bile değilken aynı zamanda bu kabuk kimliğin esiri olmuş ve acı, keder ve mutsuzluğun kaynağını oluşturmuşuzdur.

Kendimizi bilirsek başkalarını da bilebiliriz. O nedenle her ne ararsak önce kendimizde arayalım. Belki de cevaplar içimizdedir. Ve bir yerlerde bizim onu görmemiz için öylece bekliyordur. Bu da ancak makro planı anlamak adına mikro plana bakmakla mümkün olacaktır. Bu aynı zamanda bir parça-bütün ilişkisidir. Pekiyi, bütünü nasıl anlayabiliriz? Belki de bütünün cevapları parçada bulunmaktadır. Şayet biz evrenin bir parçası isek, buradan yola çıkarak bütünü anlamak ve kavramak adına bir adım atabiliriz.

Bu kısa tanıtım metninin ardından, düzenli olarak her yeni yayın döneminde de birlikteliğimiz devam edecektir. Kendimizi tanımak ve kendimizi bilmek adına çıkacağımız bu yolculukta, bize eşlik etmek isteyen tüm yolcuları şimdiden saygıyla selamlar ve yollarının aydınlık olmasını dilerim.

YENİ BİR ÇAĞ, EVRENSEL İNSAN ÇAĞINA BÜYÜK BİR ADIM

Gerek 21 Aralık 2012’deki Maya takviminin sona ermesi ve zamanın sonu olarak belirtilen bu tarih, gerekse Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’da yer alan “kıyam ve kıyamet” ayetleriyle, bunun sesle geleceği anlatılan “Sûr” içerikli ayetler ve diğer kültürlerin mitolojilerinde yer alan anlatılar; mutlak bir sonun olacağından bahsetmektedirler.

Aslında “Her son aynı zamanda bir başlangıçtır”. O halde doğa ve evrenin bir parçası olan insan da bu sonun ve başlangıcın içendedir ve bu anlamda insan, olabilecek her tür gelişim ve değişime de tâbidir. Bu anlamda acaba insan ve insanlık, yeni bir çağın ya da yeni bir sıçrayışın eşiğinde olabilir mi? Şayet içinde bulunduğumuz bu süreci, salt sebep sonuç ilişkisiyle değerlendirirsek eksik göreceğimiz kaçınılmazdır. Örneğin 21 Aralık 2012 geldi ama kıyamet(!) kopmadı, dünyanın sonu olmadı şeklindeki ifadeler yalnızca bir sebep sonuç ilişkisidir. Sebep sonuç ilişkisinde göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir husus vardır ki, bu da “süreç” bilgisidir. Şayet süreci görmezden gelerek bakarsak görmemiz mümkün olmayabilir. Zira bakmakla görmek arasında kesin bir fark vardır. Yani her baktığımızı göremeyebiliriz.

O halde gelin insanın yeryüzünde geçirdiği ve geçireceği evreleri hep birlikte “süreç” bilgileriyle bakıp değerlendirelim:

Yapılan bilimsel araştırmalara göre gezegenimiz; binlerce türe ev sahipliği yapmış, bazı türler yok olmuş, bazı türler değişim göstermiş, bazıları evrimleşmiştir. Mesela günümüzden altmış beş milyon yıl önceye gittiğimizde dinozorların, altı yüz elli milyon yıl önce ammonoitlerin yaşadıklarını görebilmekteyiz. Keza yine farklı türlerin fosillerine bakılarak, bu türlerin hangi dönemde yaşadıkları da anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla gezegenimizde insanımsı türün ilk evrelerinin izleri arandığında ise, günümüzden yaklaşık dört buçuk milyon yıl önceye ait olduğu görülmektedir.

Bugün buradan türümüzün geçmişine doğru gidelim. Onların acımasız tabiat koşulları karşısında yaşamda kalabilmelerinin dahi çok önemli bir mücadeleyi gerektirdiğini anlayabiliriz. Henüz kendi varlıklarının farkında olmadıkları bir süreçte yalnızca hayvani içgüdüleri ile yaşadılar. Bin yıllarca süren bu gelişim sürecinde geliştirdikleri genetik kodları bize miras olarak aktardılar. Onların karşıt cins olduklarını ayırt etmeleri, bir araya gelip çiftleştikleri zaman ürediklerini anlamaları bile çok büyük bir keşifti.

İlkel atalarımız bir yandan “yaşama ve var olma” içgüdüleriyle doğa karşısında varlıklarını sürdürürken bir yandan da koşullara bağlı zorluklar oyunu bozmuştur. Yani ihtiyaçları icatlarının anası olmuştur. Dolayısıyla ilkel atalarımız avlanmak için alet yapmayı öğrenmiş, demiri işlemiş, taşı oymuş ve ateşi keşfetmiştir. Kadın atalarımız sezgisel yetenekleriyle, zararlı ve faydalı bitkileri ayırt ederek bu günkü Herbaloji’nin temelini atmış, tohumun önemini keşfetmesi ile yerleşik düzene geçmiş ve böylelikle insanlık adına büyük bir çığır açmışlardır.

Bizler ise bugün onlara tepeden bakarak, ilkel atalarımız diye küçümseyerek bahsetmekteyiz!

Oysa bütün bunlar sayesinde insan; doğa karşısında güçlenerek büyük bir gelişim göstermiş ve yerleşik düzene geçebilmiştir. Şehirler inşa etmiş, devletler kurmuş ve yönetimler oluşturmuştur.

Bütün bu gelişmelerin ardından “ ilkel insan” yerini “sosyal insan”a bırakarak yaşam kalitesini artırmış ve inkâr edilemez bir fark yaratmıştır. O, artık ilkel değildir.

Sosyolojide bir kural vardır: Ancak karnı doyan bir bireyin aklı sosyal işlere çalışır. Başlangıçta varlığını fark eden ilkel insan, artık maddeyi deneyleyerek maddeye hükmetmekteydi. Gerçekten kutsal metinlerde yazıldığı gibi “doydun mu?” sorusuna cevap verinceye kadar. İşte doydun mu? sorusuna “doydum” cevabı verilemeyeceği anlaşıldığında, eksikliği ve yanlışlığı da ortaya çıkmaya başladı. Sonuçta nefs doymazdı. Ancak terbiye edilebilirdi. O bir güdücüydü, ancak yanında bir de tanık vardı. İşte o tanık kimdi ve neydi? Bu soruyu kendine sormaya başlayan insan, varlığını ve dünyaya geliş amacını da sorgulamaya başladı.

Doğada her şey bir değişim ve dönüşüm arz ediyorsa, insan da bu dönüşüm ve gelişimin içinde yer almaktaydı.

Maddeyi sonuna kadar yaşayan “sosyal insan”, yaşamın yalnızca maddeden ibaret olmadığını ve ruhunun da varlığını fark etmeye başladı.

Belki de kadim metinler ve mitolojilerde işaret edilen bu söylemler, insanın “sosyal insan” evresini tamamlayarak “evrensel insan”a sıçrayışını işaret etmekteydi.

Nasıl ki, ilkel insan ile sosyal insan arasındaki geçişte oluşan bu fark, ancak bin yıllar sonra ayırt edilebildiyse; “sosyal insan” ve “evrensel insan “arasındaki fark da geliştikçe belirginleşerek ayırt edilebilecektir.

İşte bu geçişin bilincinde olan insanlar, aynı zamanda bu sürecin farkındalığında olanlardır..

Ezoterik dizimizin bu ilk makalesinin ardından bir sonraki yayında görüşmek dileğiyle..

Nimet Erenler Gülkökü

Yazmak benim için hayatı anlama çabasıdır." diyen Nimet Erenler Gülkökü 1965 Nazimiye doğumludur. Şaman gelenekleri olan babaannesi onun ilk eğitmenidir. Dünyaya geliş nedenini ve yaşamı hep sorgulamıştır. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde okuyan Nimet Erenler Gülkökü; “Yaşam aynı zamanda bir okuldur ve bu okulun diploması, yalnızca bırakılan izlerden ibarettir!” diye tanımlamaktadır. O nedenle, öğrenimine devam etmektedir. 2002 yılında "Bir Zen Ustası"yla karşılaşması, bu öğreniminde oldukça önemlidir. Kendini bilme yolculuğunda öğrendiklerini öğretmek, öğretirken de öğrenmek suretiyle bilginin paylaşımına aracılık etmektedir. Bu birikimini özellikle kaleme aldığı makalelerinde, kitaplarında, sözlü aktarımlarında görmek mümkündür. İlgili olduğu alanlar; sosyoloji, felsefe, arkaik dönem, tarihi güzel sanatlar, edebiyat, felsefe, psikoloji, medeniyetler, sanat tarihi, sembolizm ve teoloji. İlk kitabı "Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı" 2010 tarihinde; İkinci kitabı "İnsanlığın Apocrypha'sı" ise 2012 tarihinde; Üçüncü kitabı olan "Bilinçteki Sıçramalar" adlı eseri de 2013 tarihinde yayınlanmıştır. Yazarın makaleleri, yazılı ve görsel medyada yayınlanmakta ve aynı zamanda yazar; televizyon ve radyo programlarına da konuk olarak katılmaktadır. Nimet Erenler Gülkökü'nün Türkçe makaleleri Kasım 2012 - Eylül 2014 arasında İndigo Dergisi'nde, ve 2015'in başından beri haber2e 'de yayınlanmaktadır. İngilizce makaleleri ise The Wise dergisinde yayınlanmaktadır. Kendisi aynı zamanda AAHEA kurumu tescilli Kişilik Psikolojisi Eğitimi almıştır.