Giriş notu: Alternatif bir bakış açısı sunmak adına, çok geniş olan konunun belirlenmiş teorik ve felsefi boyutuna dair bir anlatı girişimidir, çeşitli geleneklerin ayrıntılı yaklaşımları veya inspiratif “aşk” kısmı konu bütünlüğünü korumak adına yazıya dahil edilmemiştir, aynı şekilde pratiğe dair açıklama ancak bir başka yazının konusu olabilir.

 

 

Cinsellik ve kutsallık, günümüz dilinde sadece birbirlerine olan kutuplaşmış “karşıt” duruşlarını belirtmek üzere aynı cümle içinde varolabilen iki kavram olarak zihnimizde yer eder genelde. Oysa bu ironik zıtlığı biraz kazıyınca altından farklılıktan çok benzerlik çıkmaktadır, derine indikçe de asıl sorgulananın saf biyolojik bir edim veya saf bilişsel –ya da “ruhsal”- bir süreç değil, pek çok açıdan incelenebilecek farklı dinamiklerle yapılandırılan ve hayatımızın her alanını etkileyen bir ilişkiler ağı olduğunu anlarız. Ne modern bilimsel düşüncenin evrimsel tabanlı “türün devamını sağlamaya yönelik üreme amaçlı eylem” açıklaması ne de teolojik tanımı uyarınca “mukaddes”, “mutlak bir saygı gösterilmesi gereken…” tek başlarına anlamlandırmaya yeter “cinsel” ve “kutsal” olanı, kaldı ki pek çok ortak öğe barındırırlar içlerinde. Her ikisi de çift katmanlıdır keza; zira her ikisinin de hem toplumsal, hem de tamamen bireye ait iki farklı yaşayışı bulunmaktadır; ekstatiktirler ve kişiye “öteki”ne dair bir deneyim ve perspektif kazandırırlar. Son olarak; her ikisi de bu özellikleri yüzünden tarih boyunca kural ve düzenlemelerle denetim altına alınmaya çalışılmış; giderek doğaları gereği en nihayetinde tek tek bireylerin algı ve yaşantısına ait olmaktan çıkarak “düzen”in bir parçası haline getirilmeye çalışılmış ve sonunda güce dayalı “uygarlık” söyleminin içerisinde “karşıt” iki tarafa ayrışmışlardır.

 

“Cins-sel” olan, sözcük yapısı gereği toplum ve bireydeki kadın-erkek tanımları üzerinden oluşturulmuştur. Giddens’ın (Giddens, 2001) da gayet yerinde bir şekilde saptadığı gibi, insan bedeni ve buna ilişkin tanım ve algılar salt biyolojik bir farklılıktan öte hemen hemen her zaman toplumların içerdiği yapı çerçevesinde farklı tanımlanmıştır. Dolayısıyla, tarih boyunca içeriğin bir çok kereler yeniden düzenlendiğini ve yaptırımlarla alışkanlıkların bunun üzerinden geliştirildiğini akıldan çıkarmamak gerekir.

 

Modern toplum içerisinde aşina olduğumuz cinsiyet ve cinselliğe dair betimleme, kural ve davranışlar geçmişte olduğu gibi bugün de toplumdan topluma değişkenlik göstermektedir. Bu doğrultuda; geriye doğru bir bakışla bu sürecin nasıl geliştiğini incelemek için bugün içerisinde bulunduğumuz yapıyla geçmişte olagelmiş yapının aynı olmayabileceğini ve bugünkü yargıların süreci anlamakta bizi sınırlandırabileceği unutulmamalıdır. “Kadın” ve “erkek” olmaya dair cinsiyet tanımı değiştikçe, cinselliğin konumu ve edimi de değişmiştir. Örneğin eski toplumlarda; kadın ve erkeğin -tek tek veya birlikte- cinsel aktivite ve cinsel kimlik bazında yüceltildiği ve kutsiyet atfedildiği görülebildiği gibi; bugünkü bildiğimiz şekliyle heteroseksüellik, eşcinsellik vb. gibi cinsel aktivite tanımlarının bu şekilde ayrışmadığını da görürüz. Çoğu antik toplumda cinsellik kutsal ve ilahi sayılmış (hem doğurganlık ve bereket, hem de ritin gelişimiyle aşkın “birliktelik” anlamında), dini yapı ve ritüeller cinsel birleşmenin sembolik veya aktif taraflarını yüceltecek şekilde gelişmiştir. Bu anlayışı layıkiyle değerlendirebilmek için, antik toplumların “insani” ve “ilahi”olan arasında kurduğu ilişkiyi de irdelemek gerekir.

 

Pagan toplumların çok tanrılı dini yapısı; varolan herşeye kutsallık atfeden ve ilahi sayan panteist görüşle, herşeyin ilahi olanla bizzat aynı özü paylaştığı ve bahsedilen özün her varlığı yine ilahi olana tabi tuttuğu pananteist görüşü içinde barındırır. “Birey”, hem varoluşuyla hem de taşıdığı bu öz dolayısıyla eşsiz ve biriciktir,  ilahi olan/lara özgü “yaratma” nın ve “ben” ile “öteki”olma durumunun aktif olarak deneyimlenebildiği yegane edim yani cinsellik de bu doğrultuda kutsaldır. Kişi, bu tamamen bireye ait deneyimin ve kendi eşsiz varoluşunun farkında olduğu sürece cinsellik de kutsal sayılmıştır. Sembolik düzlemde, “öteki”ni deneyimleme içrek ve aşkın bir olgudur. Bu yüzden ekstatik bir coşkunluk ile “kendi”nden sıyrılıp bütünleşmeyi duyumsamanın bir yolu olarak cinsellik de dini seremoninin içinde yer almıştır. Burada cinsel birleşme “hayvani” bir dürtü veya sakınılması gereken bir davranış değil, tersine insanı “insan” yapan bilinçliliğe bir geçiştir. Gılgamış destanında “yabani” Enkidu’ya “uygarlığı” öğretenin İnanna’nın kutsal rahibesi olması gibi (Burada cinselliğin yaşandığı törenleri yürütmekten de sorumlu olan kutsal rahibelik makamına 19.yy koyu dindar batı toplumu perspektifinden gelen antropoloji bilimi kurucularının, eski kültleri yeniden araştırırken dehşet içinde “fahişelik” tanımı yapmaları da anlamlıdır.) kadın ve erkeğin bir diğeri üzerinden “kendi”liğini yitirmesi ve mutlak bir bütünleşme hali yaşaması da bir dönüşüm ve farkındalık bilinci yaratır. Pagan toplumun “hieros gamos” ya da “kutsal evlilik/birleşme” adıyla anılan en büyük ritinin içrek amacı da budur.(Tantrik uygulamada da aynı öğe görülür.) (Ritüelin yapısı sembolik veya aktif uygulama üzerinden olabilir. İlahi yaratım sürecinin insan bedeni ve kişiliğinde tekrarlanması yine panteist görüş çerçevesinde çeşitli amaçlar için kullanılmıştır.)

 

 

Ezoterik düşüncede “kadın” ve “erkeğin” aslen birbirinin “karşıt”ı değil tamamen farklı iki “şey” olmasının ardında da bu yatmaktadır. Bu birleşmeden de ikisinin varlıklarının ötesinde üçüncü bir yeni “şey” ortaya çıkar. Böylelikle ikiye ayrılıp sonra tekrar tamamlanan bir dualizmden çok, primordial öğelerin biraraya gelmesiyle yeni bir “öğenin” açığa çıkması metaforu da betimlenmiş olur. Ancak; kadın ve erkeğin, “birey” olarak bu içrek deneyimin doğasından soyutlanmaları, cinselliğin kutsallığının da yitirilmesine neden olmuştur. Monoteistik dinlerin de gelişimiyle ortaya çıkan dualist ayrışma; “kutsal ve dindışı” (sacred and profane) üzerinden kadınla erkeği, ilahiyle insani –bir bakıma dünyevi ve semavi diye ayırarak- olanı, birbirinden ayırmış ve kutuplaştırmıştır. Öyle ki, artık cinsellik “dünyevi” ve sakıncalıdır, cinsellikten soyutlanmış “semavi” bir bağlılık talebi kalmıştır geriye.  Bu arada, yaratma edimi de çok tanrılı yapının “tanrıça ve tanrı”-kutsal çiftine ait olmaktan çıkmış, katı bir “erk” istenci üzerinden tek taraflı eril “iktidar”a doğru kaymıştır. Bunun sonucunda “kadın” ve “erkek” birbirinin karşıtı olmuştur zira iki ana öğe biraraya gelerek yeni bir öğenin dönüşümüne ortak olamamaktadır, uyum yitirilmiştir. Bu, ilahi olanın yansıması ve o özü içinde taşıyan eşsiz bir varlık olmaktan tanrının kuzusu ve kulu olmaya geçiştir. Aynı soyutlama insanın kendinde de görülmeye başlanmıştır: beden-ruh ayrımıyla birlikte, “ilahi öz” de ayrılmıştır insandan, artık “öz”e ve “şuura” kavuşmak için “öteki”ni deneyimlemesi gerekmez, – ki “ben” sadece “öteki” üzerinden “kendi”lik algısına ulaşabilir.- kendi varoluşunun biçimsel öğelerini inkar edip yererek sonsuz bir “benlik” karmaşasına gömülmeye mahkumdur. (Meryem’in “bakire anneliği”(!) –ki buradaki “bekaret” bambaşka bir tartışma konusudur- ve en sonunda da anlamdan tamamen uzaklaştırılarak “Meryem’in semaya yükselmesinin” dogma kabul edilmesiyle dişil imgenin sembolik düzlemin dışına çıkarılması inanç pratiğinde yaşanan kaymaya iyi bir örnektir.) (Benzer şekilde Shekhinah ve bazı araştırmacıların işaret ettiği şekilde Sakine de ele alınabilir.) Öte yandan, “kişilerarası ve tamamen bireye ait” olanın erk arayışında bir iktidar aracına dönüşmesi, dönüşüm yaşanmadığı için tüm eril imgeyi de Enkidu’nun başlangıçtaki durumuyla başbaşa bırakır: Bir “benliği”, “kimliği” olmayan; peşinde koştuğu “erk”e asla evrilemeyecek gelişememiş bir arada derede kalma durumu.

 

Modern toplum ve birey gunumuzde bunun sancısını halen çekmektedir. Yine de, kültürel yapıdaki durmak bilmez etkileşim ve değişimler karşımıza sürekli yeni alternatifler çıkarmakta ve kötümserliğe gömülmemizin önüne geçmektedirler. “Anima” ve “animus”un tüm görüntü ve biçimleriyle –salt kavramdan cinsel devrim ve post modern kimliklere kadar- imgelem dünyamıza katılımıyla (belki de geri dönüşüyle) birlikte, zamanımızın tini de yeniden şekillenmekte; bu noktada da benlik, bireyleşme, cinsellik ve kutsallığa dair aslen zamansız olan kavramlar yeniden bilincimizde uyanmaktadır.

Konuk Yazar