Ekim gecesi Flash TV ve de 6 Ekim gecesi Show TV. Belki de parapsikoloji alanında yapılmış olan bu programlar benim yıllardır süren kişisel deneyimlerimdeki bazı olaylara tercüman olacak galiba? diye düşündüm bir an. Vallahi de yanılmamış. Gerçekten tercüman oldular.
Olaylara reytingçi medyadan başlamak istemiyorum. Bildiğim kadarıyla belki bir fan kulüp, belki de idealist bir grup olarak duhul eden bir grubun bildiği gibi. “Hayalet Avcıları” diye ortaya çıkan idealist bir topluluk vardı. Ama sakın siz de yanılıp, bunun belirli yabancı kökenli filmlerde olduğu gibi Goodbasters filan gibi mizahi yakıştırmalara benzeyen bir espri olduğunu sanmayın. Çünkü ben gerçekten çok ciddiyim bu yazımda.
Parapsikolojinin, tüm dünyada -pek kabul görmeme çabası içinde olunsa da- çok büyük bir ağırlığı olduğunu bugünkü dünyamızda kabul etmemek yavan kalan bir mefhum olur. Peki! Parapsikoloji nedir? İşte bunun yanıtını vermek mühim. Bir kısa geçelim …
Parapsikoloji iki ana kategori de incelenir. Diğer kategoriler ana kategorilerin alt kategorileridir. Peki nedir bu ana kategoriler? Sayalım:
I. Kategori
1) Telepati
2) Durugörü
3) Prokognisyon, yani kehanet
II. Kategori :
Psikokinezi.
Bu ana kategorilerin dışındaki, Ufolar’dan tutun da Reenkernasyon’a, Poltergesit’ten tutun da Cinler’e, Okültizm’e ve büyücülüğe kadar tüm konular alt kategorilere girer. (Hatta okültizm ana kategorilerin bile tamamını kapsayabilir.)
Tabii, ki ben burada parapsikoloji vaazları verecek ve bunların tüm özelliklerini açıklayacak değilim. Zaten merak eden öğrenmiştir. Yeni merak eden de gerekli dokümanları zorlanmadan bulur. (Devir artık bizim zorlandığımız devir değil. Sağ olsun Internet. Orada her şey var.) O da olmazsa tutar bize sorar.
İmdiiii. Son zamanlardaki tutucu ve kökten dinci çevrelerin bile yapmadığı kadar bir başlangıçla giriyorum. Çünkü, İmdiii Arapça değil Osmanlıca’dır. Ve tabii ki üç ayrı dilin karmasını içerdiğinden bir Osmanlıca Arapça’nın çok ötesinde ve ilerisindedir. “Bunların ne alakası var? kardeşim …” diyeceksiniz. Var tabii. Olmasa yazar mıyım ki?
Konuya gözle görülmez ve kör bir inançla bağlanmanın önemi olduğunu anlatarak başlamak istiyorum. Ne kadar gariptir ki, parapsikolojinin içerdiği tüm konularla uğraştığınız zaman ortaya hep üç semavi dinin baskısı ve bazen de mantıksız görünebilen yargıları çıkar ve gariptir ki Okültizm’le, hatta parapsikoloji ve paranormal olaylarla ilgilenen insanlar hemen üç semavi dinde de kafir sayılır. Onlara göre olay putlara tapmaktır; çünkü dinler açısından bu tür olaylar doğal ve evrensel olaylar değil tanrısal olaylardır, Tanrının işine karışılmaz ve insanoğlunun bu olaylarla ilgilenmesi de SATANİZM’DİR. Hadi canım. Otur sıfır…. Artık yeknesak bir moda haline gelmiş sözde Satanizm palavralarıyla bilimsel parapsikolojinin yakından uzaktan alakası yoktur. Satanizm’in zaten bir Hırıstiyan palavrası olmaktan ötesi yok. Sakın ha…! Hiçbir bilim adamının ve de hiçbir din adamının şu veya bu maksatla evrensel olayları kendi kişisel inanışına dayanarak, sözde dinsel biçimde vaaz etmeye hakkı yoktur ve olmayacaktır da. Burada yapılabilecek en demokratik davranış kendi şahsi inanış biçimlerini söylemek, ancak buna katılmayanlara da lanetler yağdırıp, bu kişileri dinsizlikle itham etmek değildir. Laiklik yasası içinde kim neye inanırsa inanır… Bireysel ve dinsel inanışlar herkesin kendi tasarrufu altındadır. Sevgili ülkemin geri kalmışlığına birçok neden olmasının analizini yapmak tabii ki bana da, vatanını seven her Türk evladına da düşer. Ancak konumuz açısından irdelemekte yarar var. Tüm modern ülkelerdeki üniversite çatıları altında kurulmuş parapsikoloji kürsüleri bulunmasına rağmen dün ve bugün birçok iyi niyetli arkadaşlarımızın konu hakkındaki gayretlerine rağmen ne yazık ki, bu çabalar hep boşa gitmiştir. Üniversitelerimizde parapsikoloji kürsüleri yıllardan beri beyinleri dumura uğramış birkaç profesörün kaprisleri yüzünden kurdurulmamıştır. Çünkü bu tür insanlar genç bilim adamlarının, hele hele hiç bilmedikleri bir bilim dalındaki yeni bilim adamların yetişmesini istemezler. Parapsikoloji sözcüğünden nefret ederler. Bu sözcük onlar için adeta bir umacıdır. İşin garip tarafı bu o kadar büyük bir menfaat işbirliği haline gelmiştir ki maalesef psikiyatristler de parapsikoloji sözcüğünden nefret ederler. Çünkü onlar için de bu sözcük “anormal, yani hastalıklı psikoloji…” anlamına gelir. Bir türlü “paranormal..” Sözcüğünün anormal anlamına gelmediğini ve “normal ötesi..” anlamına geldiği sözcüğünün içeriğini benimsemezler. Daha doğrusu benimseyemezler.
Eeee, işte bilim çevreleri bile böyle handikaplar içindeyse din çevrelerine neler düşmez ki? Akılları, fikirleri kutsal kitapların söyledikleridir. Kutsal kitaplara sözümüz yok. Onlara biat etmek her şeyden önce bir inanç biçimidir ve inanç sahiplerinin de insan olduklarından dolayı saygı duyulması gerekir. Çünkü insan saygı duyulacak bir varlıktır.
Neyse konumuza dönelim: Son günlerde artık iyice gündeme gelen ve işte CİNLER diye yaygara koparılan mefhum nedir? Sakın kimse karşıma çıkıp, “filan surenin filanca ayetinde böyle der..” diye vaaz vermeye kalkmasın. Sakın kardeşim! Herhalde senin söyleyeceklerini en az senden on defa daha iyi biliyorum ki, böyle bir yazı yazıyorum. Bana kimse bilimsellikten gayrı verilerle gelmesin. O zaman bir soru? Peki dinsiz bir adama cinleri nasıl inandıracaksınız? Verilecek cevap “Sus, ya kafir… Din kitabı böyle yazıyor ” Olmadı işte. Oysa bilimsel parapsikoloji bu soruya inanmayanın kafasına vura vura cevap verir. Nasıl mı? İspatla, delille ve de laboratuar çalışmayla.
Zaman fi tarihi. Daha o zamanlar gencim. Bundan yıl 30 sene kadar evveli sanki hatırladığım kadarıyla. Daha Sovyetler Birliği dağılmamış. Gorbaçov filan ufukta yok. Sovyet Bilimler Akademisi’nin kapısı çalınır. Bir vatandaş girer içeri. Der ki “Adım Nelya Mihalilova ..”, “ Ne için geldin vatandaş…” derler kadına. “ Bende yetenek var..” der. “ Maddeleri hareket ettiririm. Aklınıza ne gelirse beceririm….”
O zamanın Sovyetleri ne din tanır, ne cin. Ama bilime saygı sonsuzdur. İnanmadıkları, hatta gülümsedikleri halde derler ki kadına “ Tamam yoldaş. Bak biz bu laboratuarda insanın her bir yaşam verisini denetim altına alan aygıtlara bağlarız ve gönüllü denek olduğun için seninle deney yaparız…” “Kabul ..” der Mihalilova. “Hazırım..” Orta yaşlı, bir hayli fakır kadının bedeni 35 ayrı denetim aygıtına bağlanır. O laboratuarda hile yapmanın imkanı ihtimali yoktur. Üstelik gönüllü olan denek kendisinden ne yapılmasını isteyeceklerini de bilmemektedir.
Eller, kollar bağlı olarak oturtulduğu kanepede kendisine konsantre olması ve üç metre ötedeki havası boşaltılmış fanus içindeki yumurtayı kırması söylenir. Mihalilova üç dakika sonra saçlarından tutuşur. Tabii ki hemen söndürülür bu ateş ve ucuz atlatıp kurtulur. Ancak aygıtlar kudurmuş, ibreleri ölçmelerinin sonuna varmıştır.
Sovyet bilimadamları yumurta kırılmadığı için olayı açıklayamaz. Ancak kadıncağızın saçlarının o denetimde alev almasını hiç açıklayamaz. Sonunda yine öneri Mihailova’dan gelir: “Birkaç hafta sonra gelip deneyi tekrarlayacağım..”
Aradan iki hafta geçer ve tüyleri diken diken olan Sovyet Bilimler Akademisi’nin yüce profesörleri karşısında yine bu kadın. “ Hadi “ der, “Hazırım..”
Deney yeniden başlar. Şartlar daha da sıkılaştırılır ve yine kadıncağızdan havası boşaltılmış fanus içinde ki yumurtayı kurması istenir. Biiir, ikiii, üüççç. Fanus çatlar. Ortaya çıkan sonuç korkunçtur. Bırakın yumurtanın kırılmasını, yumurtanın akı ile sarısı ayrıştırılmış durumdadır. İlk şok atlatıldıktan sonra aygıtlara bakılır. Ortaya çıkan korkunç ve dehşet verici sonuç şudur: Mihailova’nın bu deneyi gerçekleştirirken etrafında tespit edilen manyetik alan dünya manyetik alanının onda birine eşittir.
İmdiii. Gelin de söyleyin bakalım. Hacıları, hocaları, inleri, cinleri. Eğer bu kadın acaba herhangi birinin beyin hücrelerine bu psikokinetik çullansaydı ne olurdu? Ama tabii ki, mümkün değil. Her şeyi idare eden bir İlahi İdare mekanizması’nın olduğunu inkar etmek de mümkün değil. Onlar her şeyi kontrol etmeye muktedirdirler.
Benim bu misalde anlatmak istediğim şey insan beyninin ve insan denen varlığın muhteşemliği. Yoksa öyle iki dua yazıp muskayla, uyduruk seremonilerle ve olmayan yeteneklerle hiçbir şeyi beceremezsiniz. Sadece insanları dolandırırsınız kardeşim.
Neyseee ! Şimdi yazımızın başında seyredip irdelediğimiz programlara gelelim.
5 Ekim gecesi Flash TV de bugüne kadar seyrettiğim nadir gerçekçi programlardan birini izledim (yine fi tarihinde TRT’ de sayın Uğur Dündar’ın programlarını anımsattı bir an). İlk enstantane tüm balıkçılar bir tek balık bile yakalayamazken kova kova balık tutan bir adama aitti. Fazla tatminkar değildi adamın anlattıkları, ama en azından denemeye değirdi. Adamın dedikleri aynen şöyle “ Evet kardeşim benim çok param var. Denize 100 gram Safran döküyorum ve dökmeden önce de şu duayı okuyorum. Bütün balıklar benim oltamın dibine birikiyor…” Programın enerjik ve atılgan muhabirine de pes doğrusu. Çocuk üşenmiyor ve Eylül soğuğundaki İstanbul denizine atlıyor. Bir de bakıyor ki, hakikaten balıklar orada binlerce…
Bu tür programları iyi incelemek lazım. Balıkları tutan adam “Ben amatörüm kardeşim, ama param var 100 gram safran dökerim denize, bir de dua okurum. Balıklar bana gelir …” diyor. Bu işin gerçeğini açığa çıkarmak ise aslında çok kolay. Sadece 200 YTL’lik bir masrafa mal oluyor. Kilosu 2000 YTL pahasında olan Safrandan alacaksın 100 gram. Atacaksın denize. Belki de gerçekten safranın balıkları çekme özelliği var. Kim bilir? Ben zoolog değilim ki… İşte bunu denemenin ve gerçekliğini kanıtlamanın yolu bu. Ha bunca safranı denize döküp bir tane bile balık çekemiyorsan o zaman bu işte bir hile hurda var demektir. Ya adam safran yerine başka bir madde döküyor balıkları cezbeden. yada araştırılması gereken bir başka eylem var. Ama bu eylem adamın dua deyip ekranda gösterilen ve de üstelik fotokopi olan bir kağıttan okuduğu duaya balık gelirse, vallahi bende gidip denizdeki gelgiti durdururum.
İkinci enstantanede ise yine büyücülüğüyle övünen bir adam. Bir sürü röportaj. Adamın iddiaları…. Efendim neymiş. Bir iki satır kağıda yazdı mı, adını yazdığı futbolcu bir tek gol atamazmış. Hadiii. Buyrun buradan yakın. Üstelik adları verilmeyen ve tahminen ikinci kümede oynayan bir kulübün idarecileri de bu adama para verip büyü yaptırıyor iyi mi? İşin en komik yanı adam amatör bir futbolcu ve ömründe kalede bile durmamış bir kaleci seçip bir de bunu ispat etmeye kalkışıyor. Yine aynı hikaye. Adamın elinde fotokopi bir dua kağıdı ve daha da komiği “Adın neydi senin…? “ diye soruyor. Penaltıyı atan Mustafa deyince de ne Arapça, ne Osmanlıca, tamamen Türkçe Mustafa diye yazıyor. Palavranın had safhası ise. Adam “ Dünyanın en büyük Brezilyalısı gelse bu golü atamaz…” diyor. Atarlar, kardeşim eterler. Hem de yanlış köşeye yatırırlar vallahi adamı. Kaçacak delik ararsın. Bu işinde tabii parapsikolojiyle hiçbir ilişkisi yok. Adak tamamen dolandırıcı. Ama buna rağmen pekala taraftar buluyor. Birinci enstantane şüpheli, ikinci enstantane tamamen hileli. Ama bravo. Programın sunucu muhabiri kül yutmuyor. Çocuk gerçekçi. Programın içeriğinde birkaç enstantane var ama üstünde durmaya gerek yok. Biz gelelim en önemlisine .
Ama şimdi nakledeceğim üçüncü enstantane belki de tüm Dünya parapsikologlarının araştırmaları gereken bir konu bence. Bu işin hilesi yok. Yıllardır turist rehberliği yapan iki bayan rehber bir gün Yedikule Zindanlarına çok erken saate zengin bir Amerikalı turist getiriyorlar. Olaylar ekip zindanın çeşitli yerlerini gezerken başlıyor. Zindanın ürkütücü yerlerinde bazı inlemeler, haykırmalar işitiliyor. Bu sesler öyle bir boyuta çıkıyor ki gerek turist hanım, gerekse rehber bayanlar kaçmak zorunda kalıyorlar. Durum tam panik. Neyse. Programın başarılı muhabiri rehber hanımları ikna ediyor. Birkaç gün sonra iki rehber ve bu sefer de muhabir delikanlı yine sabahın köründe giriyorlar Yedikule Zindanları’na. Rehber hanımlar çok tedirgin. Muhabir genç durmadan moral veriyor… Ancaaaak… Belirli bir yere gelindiğinde gerçekten bu sesler yeniden başlıyor ve o an muhabir genç bir yere yuvarlanıyor ve rehber bayanlar da korku ve dehşet içinde kaçıyorlar. Bir müddet sonra delikanlı düştüğü yerden kalkıp bayan rehberleri buluyor. “Beni neden bırakıp kaçtınız ..” diye soruyor. Ama sesler bu arada gittikçe artıyor. Eveeet. Evet. Programı izleyenler hatırlayacaklardır. Sesler ve inlemeler öyle bir artıyor ki, onlar korka korka araştırmalarına rağmen sesin kaynağını bile buluyorlar sonunda. Üstelik muhabir bakıyor ki birde sesin geldiği duvardan kan akıyor. Delikanlı buna elini sürünce bir de sıcak olduğunun farkına varıyor. “Taze kan…” diyor. Ekip tamamen panikte. Popolarına neft yağı sürülmüş gibi kaçıyorlar ve zar zor kendilerini dışarıya atıp canlarını kurtarıyorlar. Muhabir delikanlı heyecan içindeki sesiyle ekrandan sesleniyor. “Bunu hepimiz yaşadık, ancak bunu bilim adamlarının açıklaması gerekir…” diyor. İyi de hangi bilim adamlarının? O büyük bir safiyetle bilim adamı sözcüğünü kullanırken bazı profesörleri kastediyor. İyi de sadece üniversite öğretmeni olmaktan öteye gitmeyen akademisyenlerin bilim adamı olup olmadığını nereden bilsin ki? Bizde kullanılan en büyük yanlışlık da bu zaten. Üniversite profesörlerine nedense “Bilim Adamı..” sıfatı yakıştırılıyor. Oysa gerçek bir bilim adamının TV’lerde gözüktüğü, gazetelerde güncel makaleler yazdığı hiç görülmemiştir. Çünkü bilim adamının laboratuarından çıkmaya beş dakika bile vakti yoktur ki. Bu kişiler sadece değerli üniversite eğitim üyeleridir. Ve de kesinlikle değerlidirler, en azından hurafelerin karşısında oldukları için. Ancak bilim adamlığı apayrı bir şey.
Bir başka program 6 Ekim gecesi Show TV.
Ben birinci bölümünü kaçırdım. Konu Petek Dinçöz. Anlaşıldığı ve aktarıldığı kadarıyla sayın Petek Hanım’da parapsikolojik bazı yetenekler olduğu açık. Ne var ki kendi de, sayın Can Bey de konudan korkuyor. Üstelik Petek hanım çok gerçekçi. Cin sözcüğünün ağza alınmasına bile tahammül edemiyor ve büyücülere filan da karşı çıkıyor. Programın içeriğini fazlaca anlatıp başınızı ağrıtmayacağım. Çünkü konu çok magazinsel olduğu için sanırım bir sürü insan programı seyretmiştir. Petek hanımın hayatında yaşadıkları ve ekranda anlattıkları cinleri, inleri filan değil, apaçık parapsikolojik bir yeteneği olduğunu gösteriyor. Durun bakılım. Son bölümünü de diğer hafta seyredince yine söyleşiriz sanırım.
Tam yazımı bitirmek üzereyken gözüm yine TV ye takılıyor. Mesut Yar beyefendinin yaptığı programları severim. Hem üslubu, hem esprileri güzeldir, kalitelidir. Ancak bu programa dikkat :
8 Ekim Cumartesi Star TV kanalında
Keyifli bir program yapılıyor. Ama bir de ne göreyim yılların eskitemediği meşhur medyum (?) Mehmet Memiş, yine arzı endam etmemiş mi baş köşede. Vallahi takım elbisesi de ya Beymen, yada özel dikilmiş. Artık façayı da değiştirmiş görmeyeli. Sırf kulak kesilip başlıyorum yine ne cevher yumurtlayacak diye. Biraz süngüsü düşmüş. Cezaevlerinde akıllanmış anlaşılan. Ama yine de müstehzi tavrıyla ismini vermediği, ama Türkiye’nin yakından tanıdığı bir İlahiyat profesörünü, hatta profesörlerini tenkit ediyor. Vaazlar veriyor. Konuklardan sayın Nurhan Damcıoğlu’na “hanım efendi bana katılmıyor ama…” şeklinde kinayelerde bulunuyor ve kendine göre Orucun nasıl bozulup bozulmayacağını yorumluyor. Yani her zamanki medyum Memiş işte. Hala her şeyi ben bilirim edasında, ama biraz akıllanmış. Ne de olsa ramazan ya. Cinlerinden filan asla bahsetmiyor. Bu adamcağızı konuya neden aldığımı merak edenler çıkar. Kimsenin merakı içinde kalmasın. Bu kişinin anlattıkları benim umurumda değil. Fikirlerine , anlattığı her şeye kahkahalarla yıllardır gülüyorum. Güzel de benim içime sindiremediğim bir tek şey var bu konuda. Sevgili Mesut Yar kardeşim. Sen bunca titrine kültürüne, güzel yapımcılık ve sunuculuğuna ve akademisyenliğine rağmen nasıl “Hocam…” diye hitab ediyorsun bu adama yahu? İnan seni seviyorum ama bunu da bir türlü içime sindiremiyorum. Medyum Memiş denen kişi, dil uzattığı ve alay ettiği hangi üniversite öğretim üyesi profesörünün seviyesine gelmiş ki? böyle davranabiliyor. Nereyi bitirmiş? Hangi diplomanın sahibi? Hangi seviyede Arapça biliyor? Yazımın ortalarında üniversite profesörlerinin bilim adamı değil, öğretim görevlisi olduğunu yazmıştım. Ama bu apayrı bir şey. Bu defa bahsettiğim kişi hem kel, hem fodul. Ortada ne diploması var, ne mükemmel bir Arap’ça sı, ne de İlahiyat fakültesince eğitici bir dayanağı.
Ve işin daha acı bir tarafı…. Adamın ekranda telefon numaraları ve sitesinin adı veriliyor. Yani? Siz siz olun Memiş hocaya bir gözükün der gibi.
Daha önceki yazılarından birinde dostum astrolog Metin Kiraz’ın bir gazetede yayınlanın “ Medyum Memiş’in Gerçekleşmeyen Kehanetleri..” adlı yazısı aklıma geldi. Birazdan arşivimden çıkarıp zevkle okuyacağım.
Şimdi gelelim sadede…
Son günlerde iyice gündemde olan CİN sözcüğü nedir? Tabii ki bunu ayrı bir yazı konusu yapacağım ama parapsikoloji kavramı içinde kaldığından küçük bir açıklama getireyim. Cin denen varlıklar Okültizm denen ilimde Elementaller olarak geçer. Ancak Elemantellerin Müslüman’ı, Gavuru olmaz. Onlar evrenseldir . Bizim boyutumuz haricinde yaşarlar ve insanlarla frekansları ayrıdır. Ancak bazı parafizik kuralların geçerli olduğu yerlerde insanlarla irtibat kurmaları mümkündür. Elementaller parapsikolojik açıdan henüz ispatlanmış değildir. Ancak parapsikoloji laboratuar bir bilim olduğu ve sadece safça inançlara bağlı olmadığı için bunları kesinlikle reddetmez. Araştırır.
Şimdi müsaade ederseniz ben yazımın sonunda yine biraz muzipçe takılıp sizlere yeni bir öneri getireceğim. Yalnız dikkat ! Bu bir şaka değildir. Gerek parapsikoloji, gerekse bu saçma sapan muskacıların ipliğini ortaya çıkartmak uğruna yeni bir servis kuruyorum. “HAYALET AVCILARI.” Evet. Yanlış duymadınız. Üstelik bu konudaki çalışmalarımı ve aradığım nitelikteki insanların özelliklerini de siteme koyuyorum bir iki güne kadar. Buraya müracaat eden kişilerin her türlü sorunlarını parapsikolojik açıdan çözmeye çalışacağız. Bizde ne muska var, ne Cin daveti. Evinizde garip olaylar mı oluyor? başa mı çıkamıyorsunuz? Garip görüntüler, garip sesler mi geliyor? İşte bunların benzeri tam olaylar için bir araştırma servisi kuruyorum. Dileyen de bana yazabilir.