Sevgili Burak Eldem. Seninle onca birçok sohbet yaptık derKi için, ama bir kitabın için yapacağımız ilki bu oluyor. Bu yüzden ayrı bir heyecan var içimde. Tabii yeni kitabın “Kozmik Okyanus”u ilk okuyan olmanın haklı gururunu da taşıyorum. Öncelikle ellerine binlerce kez sağlık. Çok özel, dünya çapında okunası bir çalışma olmuş. Okurken birçok şey öğrenmekle birlikte, gezdiğimiz Mısır Tapınakları’nın havasını da hissettim enerjisel olarak, benim için ayrı bir keyif oldu bu. Hemen şu soruyla başlamak istiyorum: “Kozmik Okyanus”, “Saklı Tarih” üçlemesinin son kitabı olarak lanse ediliyor. En başta yola çıkarken bu konu çerçevesinde üç kitap hazırlamak üzere mi adımlarını attın, yoksa yaptığın araştırmaların izlediği yol mu böyle bir konseptin oluşmasına getirdi seni? Bu “Saklı Tarih” konseptini anlatabilir misin bize?

 

“Saklı Tarih” adı, üç kitapta tamamlanacak bir alternatif tarih çalışması olarak, başlangıçtan itibaren vardı. Doksanların sonlarında bu çalışmanın ön hazırlıklarını yaparken, içeriğin alabildiğine geniş ve ayrıntılı olmasından dolayı, ancak üç kapsamlı bölüm içinde tamamlanabileceğini öngörmüş ve ana planı buna göre yapmıştım. “Saklı Tarih” üçlemesinin ilk kitabı olan “2012: Marduk’la Randevu” çıktığında da, dizinin yapısını ve izleyeceği seyri olabildiğince net biçimde anlatmıştım zaten.

 Saklı Tarih ne anlama geliyor? Her şeyden önce, yerin yedi kat altına gizlenip mühürlenmiş, gözlerden saklanmış muammaları kastetmiyor elbette. Tam tersine, aslında dağınık ve çok parçalı olarak göz önünde durmasına karşın, gereken ilgi ve dikkat gösterilmediği taktirde kolayca gözlerden kaçabilecek bir veriler bütününe, içerdiği tüm derinliklerle birlikte gönderme yapan bir kavram Saklı Tarih. Bir başka deyişle, aslında hiçbir şey bildiğimiz anlamda “saklı” değil; kimsenin kimseden bir şeyleri uzun süreli saklayabilme gücü yok zaten ve olamaz da. Ama o “göz önünde” dediğim unsurların üzerine “resmi tarih” tarafından yaratılmış paradigmanın heyula gibi gölgesi düştüğünde, birçok kritik ayrıntı kolayca gözlerden saklanabiliyor. Bu anlamda, “Saklı Tarih” üçlemesinin, egemen otoritenin ve baskın kültürün yoğurup biçimlendirdiği “resmi tarih” anlayışının karşısında yer alan; uygarlığın gelişim serüvenine daha farklı bir yerden bakan bir yaklaşıma vurgu yaptığını söyleyebilirim. Okuru verilenle yetinmemeye, sorgulamaya ve daha derinlere gitmeye yüreklendiren bir çalışma bu, benim için. Ben yalnızca küçük bir kapıyı aralayıp, ardındakileri işaret etmeye çalışıyorum; o kapıdan geçip yola kendi başına devam edecek olansa, okurun kendisi.


Her ne kadar ana konumuz “Kozmik Okyanus” olsa da, öncelikle ben ilk iki kitaptan başlayarak bu üç kitaplık serüveni kısaca özetlemeni rica ediyorum. Her bir kitaptaki amacın neydi, neyi anlatmak istedin ve bu yolculuk nasıl bir rota izledi? “Saklı Tarih” konsepti bir bütün olduğu için böyle bir sıralı özete ihtiyacımız var diye düşünüyorum.

 

Böylesi geniş kapsamlı bir çalışmayı sağlıklı biçimde tamamlayabilmek için, öncelikle bölümlemeyi dikkatli ve doğru yapabilmek gerekiyor. Yaklaşım ve yöntem aynı olmakla birlikte, kabaca zaman dilimlerini temel alan bir bölümleme yaptım ben de. İlk kitap olan “2012: Marduk’la Randevu”, konuya giriş niteliği taşıyordu ve Bronz Çağı’nın başlangıcından, Hıristiyanlığın doğuşuna dek uzanan, yaklaşık üç bin beş yüz yıllık bir zaman dilimine yoğunlaşmaktaydı.

Uygarlık tarihi olarak bildiğimiz serüvenin önemli bir bölümünün, hegemonyanın biçim ve el değiştirmesi üzerine kurulu “sınıflı toplumlar tarihi” olduğuna vurgu yaparken, binlerce yıla yayılan bu süreç içinde “doğanın tarihinin” de ciddi bir unsur olarak ele alınması gerektiğine dikkat çekmeye çalıştım. Bizi kuşatan doğal sistemin yaşadığı değişimler, hem uygarlığın fiziksel altyapısı, hem de onun ardındaki düşünce, inanç ve ideolojiler üzerinde ciddi biçimde etkili olabiliyordu ve dolaylı olarak da olsa, kırılma noktalarında kritik rol oynayabiliyordu. İlk kitap, binlerce yıllık bir süreç içindeki sert doğal değişimlerin, inanç sistemleri ve sosyopolitik yapı üzerindeki etkileri üzerine yoğunlaştı.

İkinci kitap olan “Fraternis”, gerçek anlamda “saklı tarih” yolculuğunun tüm yoğunluğuyla başladığı etaptır diyebilirim; yani “Marduk’la Randevu” aslında yalnızca bir giriş, deyiş yerindeyse bir “ısınma turu”ydu. “Fraternis”, temel olarak ataerkil dönüşüm sonrasında uygarlığın dere yatağını değiştiren sosyopolitik gelişmelerden yola çıktı ve tektanrılı dinlerin Eski Dünya’nın büyük bölümüne egemen olmasından, günümüzün küresel kapitalist dünyasının oluşumuna dek uzanan döneme yoğunlaştı.

Bu çalışma boyunca, kökeni binlerce yıl öncesine dayanan bir “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” misyonunun izlerini sürmeye çalıştım. “Sybilla” adı verilen Ana Tanrıça rahibeleri tarafından günümüzden yaklaşık üç bin beş yüz yıl önce başlatılan ve ataerkil dönüşüm öncesindeki eşitliği restore etmeyi amaçlayan küçük bir grup, kitabın ana eksenini oluşturuyordu. Pythagoras’tan Roma Cumhuriyeti’nin kurucu aydınlarına, Mithra localarından Bogomil ve Cathar’lara, Alumbrados’tan Tapınak Şövalyeleri ve Masonluğa dek uzanan; iniş çıkışlarla dolu, çok parçalı ve heterojen bir idealist misyonun binlerce yıl içinde yaşadığı değişim ve verdiği mücadeleler, “Fraternis”te tüm ayrıntılarıyla birlikte ele alındı.

Bir anlamda “Fraternis”, üç kitap boyunca altını kalın çizgilerle çizerek vurgulamaya çalıştığım, insanlık tarihindeki çok temel bir kırılma noktasının ve bunun getirdiği sonuçların her yönüyle masaya yatırılması amacını taşıyordu. Neydi bu kırılma noktası? Kadın ve erkeğin yan yana, her anlamda eşit olduğu ilk sınıfsız toplumların, yani “Ana Tanrıça” kültü çevresinde gelişmiş neolitik uygarlıkların, kaba güç ve şiddete dayalı erkek-egemen (ataerkil) değerler tarafından alaşağı edilip, tarihin seyrinin dramatik biçimde değişmesi. İlkin barışın yerini fiziksel güç ve savaşçılık aldı; hemen ardından kadınlar hızla toplumsal statülerini yitirip geri plana itilmeye başladılar; nihayet o eski eşitlikçi toplumun sevecen, doğurgan, koruyucu ve şefkatli Ana Tanrıça’sının yerini, kıskanç, cezalandırıcı, öfkeli, biat isteyen eril tanrılar aldı. Bu değişimin tarihi, aynı zamanda “sınıflı toplumlar”ın, yani bizi bugüne dek getiren uygarlık modelinin biçimlenme tarihidir.

Saklı Tarih üçlemesinin son kitabı olan “Kozmik Okyanus”taysa, bu kez okurla birlikte bir “başlangıca dönüş” yolculuğuna çıkıyoruz. En başa…

“En başa…” derken, cidden en başa dönmüşsün kitapta. Dünya, daha toz ve gaz bulutu bile değil, başladığın noktada. İlk kitapta Hristiyanlığın doğuşuna kadar uzandın, ikincisinde de günümüze geldin. Peki seni taa en başa, hatta en baştan da öncesini araştırmaya iten neydi?

Dediğim gibi, Kozmik Okyanus’un içeriği, daha projenin ilk adımını atarken büyük oranda belliydi zaten. Başlangıca dönme gerekliliği, aslında ilk iki kitaptaki ana vurguları güçlendirecek ve bütünleyecek bir genel çerçeve çizme amacıyla bağlantılı. “Kozmik Okyanus”, bu anlamda benim için, Saklı Tarih üçlemesinin en önemli ve en kapsayıcı kitabı. İnsan toplulukları bu gezegen üzerinde belirmeye başladığından beri her bireyin en az bir kez kendine sorduğu o bildik soru nedir? “Her şey ne zaman ve nasıl başladı?” Bu soruya getirilen yanıtlar yığını, insan düşüncesinin gelişiminde de oldukça önemli bir kesiti gözler önüne sermekte.

Bütün inanç sistemlerinin, düşünce akımlarının ve ideolojilerin arka planında, üç temel olguya olan yaklaşımlar belirleyici nitelik taşıyor: Evrenin oluşumu, yaşamın ortaya çıkışı ve uygarlığın doğuşu. Bu nedenle “Kozmik Okyanus”ta, bu üç olgu üzerinden giderek insan düşüncesinin ve uygarlığının yaşadığı değişimi, tüm kırılma noktalarıyla birlikte izlemeye ağırlık verdim.

Mesela “2012: Marduk’la Randevu”da, dünyanın uzun aralıklarla yinelenen bir döngüyü yaşadığının ve bu sürecin içinde sosyal ve siyasi anlamda birçok ağır değişimlerin ortaya çıktığının altını çizip, bizlere “Dikkatli ve hazırlıklı olalım, yine öyle bir döngüyle ve onun sonuçlarıyla karşılaşmak üzereyiz” uyarısında bulunuyordun. (Nitekim kitapta yazdıklarının hepsini de günden güne artan bir ağırlıkla yaşıyoruz.) Peki “Kozmik Okyanus”la vermek istediğin en temel mesaj neydi?

Yaygın önyargı ve klişelerin dışına çıkarak bakıldığında, insan düşünce ve sezgilerinin binyıllar içinde izlediği değişimin ne denli çarpıcı görünümler sergilediğine dikkat çekmekti mesela, amaçlardan biri. Günümüzden binlerce yıl öncesinde evren ve yaşamı kavramaya çalışan düşünürlerin, temel ilke ve kavramlarda bugünün modern bilimiyle nasıl ilginç paralel noktalara ulaşabildiğini görmek, düşünce tarihine olan bakışa da yeni perspektifler getiriyor. Dogmalarla önü kesilmemiş, yasaklarla baskı altına alınmamış insan düşüncesi ve sezgilerinin, evreni doğru kavramak için yüksek teknolojilere, gizemli ziyaretçilere ya da efsanevi batık kıtalardan taşındığı varsayılan bilgilere gerek duymadığının altını çizmeye çalışıyorum “Kozmik Okyanus”ta. Beş bin yıl önce Memphis’te, Eridu’da, Babil’de ya da Mohenjo-Daro’da yaşayan, dönemin akil insanlarının, bugünün Big Bang’iyle, döngüsel evren modelleriyle, panspermia tezleriyle bire bir örtüşen düşünce biçimleri üretebildiği; bunun ardında da hiçbir büyük gizem olmadığı; asıl sorunun insan düşüncesine ket vuran ve bin beş yüz yıl boyunca egemenliğini koruyan dogmaların getirdiği erozyonda saklı olduğu vurgulanıyor kitapta.

Zaten kitabın en vurucu iddialarından birisi de bu nokta. 5.000 yıl önceki bir tapınak rahibiyle, günümüz bilimadamını karşı karşıya getirip “Her şeyden önce ne vardı?” sorusu üzerine konuşturduğunda, birbirleriyle aynı şeyleri söylemeleri çok düşündürücü. Kısaca 5.000 yılda döndük dolaştık aynı yere geldik. Ha tek bir farkla, artık elimizde sezgisel gözlemlere dayalı veriler değil de, ölçülerek elde edilmiş bulgular var. Tabii bunda altınız çizdiğin üzere egemen baskıcı dogmanın rolü büyük. İnsanlığın o ana kadar elde ettiği bilgileri birarada bulunduran kütüphanelerin yakılışı, aslında zamanının bilimadamları sayılabilecek tapınak rahiplerinin yok edilişi, bilmeye-öğrenmeye çalışanların işkenceden geçirilişi… bunlar gibi faaliyetler bizleri geriye attı…

Mısır’dan Sümer’e, İndüs’ten Yakındoğu ve Ege’ye, Balkanlardan Eski Avrupa’ya dek tüm coğrafyalarda binlerce yıl önce ortaya çıkmış bir evren anlayışı, kendi sembolizmi içinde zamanın döngüselliği ve sonsuzluğunu, evreni biçimlendiren dönüşümleri, yaşamı ortaya çıkaran koşulları, enerjinin sakınımı ve entropiyi içeren, tüm naifliği ve basitliğine karşın sağlıklı ve esnek bir düşünce biçimi sergiliyor. Geniş bir coğrafyaya yayılan farklı kültürlerin tümünde aynı temel kavram ve ilkelerin ortak olması da doğal olarak hepsini besleyen daha eski bir “ana kaynağın” varlığını getiriyor akla. Ben Kozmik Okyanus’ta, modern insanın Afrika’dan göçlere başlamasından, ilk ciddi uygarlık izlerinin ortaya çıkmasına dek uzanan süreçteki en belirgin dönüm noktasının izini sürmeye çalıştım.

Kendi içinde kesintisizliğe ve sürekliliğe sahip bulgular bütünü, parçalar dikkatle bir araya getirildiğinde, bu ana kaynağın günümüzden yaklaşık on ile sekiz bin yıl önce, Göbeklitepe’den Çatalhöyük’e uzanan hat üzerinde filiz verdiğini gösteriyor. Yani kaynak, Anadolu.

Buradan taşınan ve (yine doğal faktörlerin etkisi altında) Anadolu’da çözülen ana çekirdek, bir yanıyla Ege, Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya, bir yanıyla da Mısır, Mezopotamya ve İndüs vadisine ulaşmış. Ne var ki, Bronz Çağı’ndan itibaren ilkin ataerkil dönüşümün olumsuz sonuçlarından, ardından da yaygın dogmatik inanç sistemlerinden aldığı darbelerle ciddi bir erozyona uğramış. Bugün, aradan binlerce yıl geçtikten sonra o düşünce biçimiyle yeniden buluşmaya başlıyoruz. Kozmik Okyanus’ta yapmaya çalıştığım, buna tanıklık etmek.

Tabii bu arada sadece dinsel dogmaları değil, Yeni Çağ akımlarının da en önde gelen savlarından birisini eleştirmişsin. Aslında bundan önce şunu söylemek lazım ki, her ne kadar çıkışı öyle olmasa da, “Kozmik Okyanus” aynı zamanda harika bir spiritüel kitap. Hatta benim en iyi 3 spiritüel kitabımın arasında rahatlıkla kendine yer bulur. Çünkü en temelinde insanlığın temel spiritüel metinleriyle yani destanlar ve mitleriyle başlamışsın çalışmaya ve bu metinlerden daha önce hiç dikkat edilmedik ortak bir noktayı çıkartıp sunmuşsun bizlere. “Kozmik Okyanus” kavramı, “kendini tanıma yolculuğu” olarak nitelendirdiğim spiritüel yolculuğun yolcuları için çok ufuk açıcı bir kavram. Benim düşüncemde yıllardır bir türlü oturmayan bir bilgi, bu kitapla birlikte yerine sağlamca yerleşti. Ama tabii kitabı okuyanlar arasında olacak yeni çağ akımı izleyicileri sana tepki gösterebilirler diye düşünüyorum. (Spiritüeller demiyorum bu fark önemli. Spiritüeller içselleştirebilecekleri bilgilere önem verirler, dışsal popüler bilgilere değil.) Sen geçmişimizi, Atlantis, Mu, Lemurya gibi varlığı kanıtlara değil, efsanelere dayanan uzak kayıp kıtalarda değil; bizim Urfa’da aramamızı söylüyorsun. Öyle pırıltı pırıltılı fantastik wallpaperlarımızı çöpe attın resmen, yerine getirdin taşın toprağın ortasındaki tapınak kalıntısını koydun kısaca.

Aslında çok kritik bir ayrıma değindin: Spiritüellik ile New Age akımları arasında, görünürde çok kolay fark edilemeyen ayrım. Ben spiritüellik kavramından genellikle uzak durmaya çalışırım, çünkü popüler kültürün yarattığı çağrışımlar nedeniyle bu kavram, ayakları yere basmayan düşünce parçalarıyla iç içe algılanır. Benim için spiritüellik, insan zihninin işleyişi ve onun evreni algılama, kavrama yeteneğiyle özdeş. Sınırları, sahip olduğu kapasite henüz çok az bilinen, büyüleyici bir unsur söz konusu burada; bizi biz yapan unsur. Bu nedenle, insanlık tarihinin değişik aşamalarındaki ayrıntıları her gözlemlediğimde, beni şaşırtacak ve heyecanlandıracak bir şeylerle karşılaşabiliyorum. Bir şey çok net: İnsan zihni hiçbir biçimde dogmaların yarattığı cenderelere sığdırılamıyor, hapsedilemiyor.

Çoğunluk kitleler paradigmalara teslim olsa bile, bir yerlerde, birilerinin düşüncesinde o özgür zihnin parlaklığı kendini ortaya koyuyor ortaya mutlaka. Aradan binlerce yıl geçmiş olsa bile. Bu nedenle, modern insanın tarihinde Afrika’nın doğusundaki düzlüklerden Anadolu’ya dek uzanan yolculuk ve hemen sonrasında Göbeklitepe – Çatalhöyük – Hacılar – Batı Anadolu hattında yeşeren filizler, benim için çok büyük önem taşıyor. İnsan zihninin ait olduğu bütünlükle, yani evrenle buluşmasını hissetmek, heyecan verici.

Bu noktada, aslında “Saklı Tarih” üçlemesinin burada noktalanmadığını düşünüyorum ben. Çünkü Anadolu’ya girmişsin ve biraz çabuk bitirmişsin gibi geliyor. Daha doya doya okumak istiyor insan Anadolu’yu. Bu noktada şunu sorsam: Sırada yoksa bir Anadolu kitabı mı var?

Kozmik Okyanus’un içerik planı, dediğim gibi, üçlemenin ilk iki kitabını bütünleyecek çerçeveyi eksiksiz oluşturmaktı. Bu anlamda, evren, yaşam ve uygarlık üzerine yoğunlaşan üç ana bölüm halinde tasarladım. “Uygarlık” başlığını taşıyan son bölüm, “ana kaynak” ile ilgili gösterge ve tezleri okura sunarken, Anadolu’nun niçin bu denli önemli olduğuna vurgu yapmakla yetiniyor. Çünkü böylesi geniş ve oylumlu olması gereken bir konuyu, farklı bir konsepte sahip kitabın içinde hakkını vererek ele almak mümkün değildi. Dolayısıyla, öngörülerinin doğru olduğunu söyleyebilirim: Bundan sonraki çalışma, bütünüyle Anadolu ve burada filizlenen uygarlık çekirdeğiyle ilgili olacak.

“Saklı Tarih” üçlemesiyle ilgili değinmem gereken bir nokta var, daha doğrusu hissettiğim bir şey. Bu seri aynı zamanda “Tanrıça”ya bir saygı duruşu niteliğinde sanki. Aslında galiba şu dönemde en çok onun, yani dişi enerjinin varlığına ihtiyaç duyuyoruz. Dünya’mıza bir “kadın”, bir “anne” eli değmesinin vakti çoktan geçti bile. Anaerkil toplumdayken çok daha huzurlu bir gezegenimiz vardı, ne zaman eril enerji güçlendi ve dişili ezdi; bugüne kadar uzanan süreçte yaşadığımız dengesizlikler ortaya çıktı. Artık dengenin sağlanması gerekiyor, insanlığın ve gezegenimizin geleceği adına. Bu bağlamda, -hissettiğim- “Tanrıça”ya saygı duruşunun önemini vurgulamak istedim hani.

Burada, sözünü ettiğimiz kültürlerdeki “tanrıça”nın klasik şablonlardaki gibi bir ilahi figür, onun çevresinde biçimlenen inanç sisteminin de bir “din” olmadığının altını çizmemiz gerek. Senin kullandığın “dişil enerji” kavramı en doğrusu galiba. Ben daha çok evrenin dönüşüm, değişim ve kendini oluşturma gücüyle eşdeğer olarak görüyorum bu dişil enerjiyi. Yaşam veren, onu dönüştüren ve biçimlendiren bir güç.

Bu anlamda, bir proton büyüklüğündeki “tohum” içinde evreni oluşturan o büyük potansiyel ile, ufacık bir hücreden bir canlıyı biçimlendirip büyüten dişil enerji birbiriyle iç içe geçiyor. Kadim düşüncenin köklerindeki ana tema da bu zaten. Dolayısıyla, haklısın, evren hepimiz için bir “Anne” ve galiba artık o anneyle yeniden buluşmanın, onu anlamaya çalışmanın zamanı geldi.

Kitabın beni bu kadar etkilemesindeki temel faktör, galiba birlikte yaptığımız Mısır turlarıydı. Çünkü kitapta anlattığın birçok konuyu ve kavramı yerinde görme şansına sahip olmuştum. Bilgiye sahip olmak başka, ama orada olup o havayı koklamak; o enerjiyi hissetmek bambaşka. Kitabı okurken Mısır’da yaşadığımız o naif, yumuşak enerjiyi hep hissettim. Nitekim sen de kitabın çoğunluğunu Mısır’a gidişlerimizden sonra yazmıştın. Mısır’ı yerinde yaşamanın kitaba katkısı nasıl oldu? Keza “Saklı Tarih” serisi sadece kitapla sınırlı kalmıyor, “Saklı Tarihin İzinde” projesi uzantısında gerçekleşen turlarda, kitaplarındaki mekanları seninle birlikte görme şansımız da oluyor. Hazır turlar yeniden başlamak üzereyken, senden bu konuda da bir özet alabilir miyiz acaba?

“Saklı Tarihin İzinde” projesi uzantısında yaptığımız turlara, ayrı bir parantez açmamız lazım tabii. Bunlar, benim için gerçekten çok özel ve çok verimli, çok keyif aldığım geziler. Bir kere, ilgili ve istekli bir okur grubuyla günler boyunca tarihi mekanlarda bire bir iletişimde olmak, gerçekten çok özel bir şey. Kitaplarda, makalelerde ya da söyleşilerde anlattıklarımı, orada, tam yerinde, o kültürün başyapıtları arasında dolaşırken, o atmosferi solurken paylaşmak, o saklı tarih yolculuğuna bambaşka bir yoğunluk katıyor. Büyük Piramit’in Kral Odası’na hep birlikte girmek ve mekanın kendine özgü enerjisini hissetmek, şaftları incelemek, lahide dokunmak ve o anda bunları konuşmak, okurun da ilgisini yoğunlaştırıp keyfini artırıyor.

Nil boyunca sıralanan tapınakları gündüz gezip, akşam geminin güvertesinde grup halinde otururken Mısır tapınak kültlerini enine boyuna konuşma olanağı, çok farklı bir renk getiriyor her şeye. “Saklı Tarihin İzinde” gezileri, benim için hem o atmosferi soluyarak bilgi paylaşmanın keyfi açısından önemli, hem de okurlarla günler boyunca etkin bir iletişimi sürdürebilmek açısından.

Dolayısıyla, elbette benim çalışmalarıma da azımsanamayacak katkısı oluyor bu gezilerin. Bir kere, okuru daha yakından tanıyorum, onların düşüncelerini, meraklarını, kafalarındaki soru işaretlerini doğrudan, ilk elden ediniyorum; üstelik çok keyifli bir ortamda. Bunun da ötesinde, okurun izlenim ve beklentilerini tanımak fırsatı veriyor bana bu geziler. Paylaşılan düşünceler, benim de önümü daha net görmemi sağlıyor. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, son bir yılın çalışmalarım açısından en kayda değer gelişmesi, “Saklı Tarihin İzinde” gezileriydi. Bu geziler sırasında kurulan dostluklarınsa apayrı bir değeri var.

Şimdi yine Peru’dan Meksika’ya, Mısır’dan Yunan adalarına, Ortadoğu’dan Anadolu’ya uzanacak yeni turların arifesindeyiz ve kendi adıma, bu hazırlıkların heyecanını yaşadığımı söyleyebilirim.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...