Aşk üzerine neler yazıldı neler çizildi… Aşkın Metafiziği’nden popüler kitaplara, ilkçağlardan günümüz kadar aşk her zaman incelenen bir konu oldu. Bu sefer de aşka biraz arketipik bakalım istedik… Arketipik diyince de eski kültürlerden almak gerekir.

Eski kültürlerde Tanıça ve Tanrı birlikteliği büyük önem taşımaktadır. Tanrıça, dünya’nın bolluk ve bereketini temsil ederken, tanrı da onun dölleyicisi, bolluk ve bereketin başlatıcısıdır. Eski kültürlerde “Hieros Gamos” (Kutsal Evlilik ya da Kutsal Birleşme) olarak kutlanan bu kutsal birleşme aslında, Dünya’nın bolluk ve bereket ritüelidir. Bu bağlamda, eski inançlar, tek eşliliği savunur ve her birleşmenin ve birlikteliğin o eski günlerde Tanrıça ve Tanrı tarafından yapılan yaratma eyleminin bir tekrarı olduğunu görür.

Psikolojik olarak incelersek, Hieros Gamos aynı zamanda insanın içindeki erkek ve kadın yönlerin de birleşmesidir. Bu birleşme sonrasındadır ki, insan yaşamının kontrolünü alıp, yaratıcılık eylemini sağlayacaktır. Bu bağlamda, Evren’in amacının dişi ile erkeğin birlikteliği diyebiliriz. Bu nedenle erkek de kadın da içgüdüsel olarak bu eylemi gerçekleştirmek için hareket etmektedir.

Erkeğin arayışı her zaman Kutsal Kâse’nin arayışı ile sembolize edilmiştir. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, Kutsal Kâse (Holy Grail-Saint Graal) aslında dişilikle ilgili bir semboldür. Erkeğin bu evrensel birleşmesi aslında Jung’un deyimi ile kendi içindeki kadınla birleşmesi ya da daha geniş açıdan bakarsak Evren’deki dişi ve erkek güçlerin bir birlikteliğidir. Erkekte primer anima figürünü anneden aldığı için aslında bu birleşme, bir başka erkeğin, babanın dişisi olan anneden koparak kendi dişisini bulmak yönünde inisiyatik bir yolculuktur da aynı zamanda. Ancak çok da kolay değildir bu anne etkisinden kurtulmak. Anne etkisinin atılması mit ve efsanelerde değişik şekillerde karşımıza çıkar. Yukarıda belrittiğimiz Kutsal Kâse’nin aranması mitlerinde bu çok güzel gösterilmiştir. Bu temayı Johnson (He, Erkek Psikolojisini Anlamak, 1992) Perseval ve Kutsal Kâse efsaneleri üzerinden okumaktadır:

Annesini bulmaya giden Parsifal, kendisi ayrıldıktan kısa süre sonra onun ölmüş olduğunu öğrenir. Kadıncağız, oğlunun ayrılığına dayanamamış ve üzüntü içinde göçüp gitmiştir. […] Doğal olarak, Parsifal annesinin ölümünden dolayı kendini suçlar ve pişmanlık duyar. Ama bu suçluluk ve pişmanlık genç adamın erkeksi gelişmesinin kaçınılmaz bir bölümüdür. Hiç bir oğul, şu ya da bu biçimde annesine ihanet etmeden erkekliğe ulaşamaz. Eğer onun gönlünü hoş tutmak için yanında kalacak olursa, yaşamı boyunca anne kompleksinden kurtulamaz. Çoğunlukla anneler, oğullarını dizleri dibinden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Onları, kendilerine bağlı kalma yönünde koşullandırmaya çalışırlar. Eğer oğul, annesinin bu kurnazlığına kapılırsa, erkeklik yönü tehlikeli sarsıtılar geçirir. Annesine karşı ihanet ya da sadakatsizlik sayılsa bile oğul, ondan uzaklaşmalıdır. Öte yandan, annenin de oğlundan ayrılmanın üzüntüsüne katlanmayı öğrenmesi gerekir. Tam bir bağımsızlık kazandıktan ve sevgisini, kendi yaşında bir başka kadına verdikten sonra oğul yine annesine dönebilir ve –eğer sağ bulursa- ana ile oğul arasında başlangıçtakinden değişik bir düzeyde, yeni bir bağ kurulabilir. Parsifal’in annesi, oğlunun dönmesinden önce ölmüştür. Belki de o, kadın birey olmayı bilmeyen, varlığını ancak bir anne olduğu sürece devam ettirebilen ve o rol elinden alınınca psikolojik açıdan ölen kadın türünün temsilcisi idi. “

Gerçekten de erkeğin önündeki en büyük engel, trajik olarak annesidir. Bu sorumluluğu hiç bir zaman hissettirmeyen anne erkeğin eril enerjisini çıkmasını da engellemektedir. Erkek her zaman en güvenli liman olarak da burayı görmektedir. Bu bağlamda bir başka trajedi de kadın tarafından yaşanmaktadır. Kadın bu şekilde erkeğinin bir başka kadınla, erkeğin annesi ile paylaşmak zorunda kalmaktadır. Bu trajedi anne hayatta olmasa bile sürmektedir.

Öykümüze erkeğin gözünden devam edelim.

Erkekte, Şövalye arketipi her zaman ağır basmaktadır. Şövalye dediysek, öyle yüceltilmiş şövalye değil… Maceradan maceraya koşan şövalye. Erkek bu arketipin etkisinde macera arar. Ev hayatı ya da düzenli sevgili sıkıcı gelir. Arada macera yaşamak zorundadır. Karısından korkuyorsa kendini gösterebileceği tek yer işidir. Kendini işine verir. En yükseğe çıkmalıdır, en iyi saati takmalıdır, arabası iyi olmalıdır; iş yerinde başarılı olmalıdır vs. Eğer erkek macerayı karşı cinsle arıyorsa bunu eninde sonunda yapacaktır. En kolay çözüm iş yerinde flörttür. Sonuç yatağa gitmese bile imalı bir kaç söz, arada yemeğe çıkma, işten sonra bir “kahve içme”, hatta bazen gece “eğlenme” dozuna göre erkeğe bu macerayı yaşatacaktır.

Şövalyenin yel değirmenleri ile karşılaştığı bir başka ortam ise kuşkusuz Intenet’tir. Porno sitelerin durağanlığından sıkılan erkeğin elinin altında çöpçatan siteler ve chat durmaktadır. İşin en heyecanlı yeri de burasıdı. “Eyes Wide Shut” filmindeki maskeyi takan erkek burada özgürlüğünü olabildiğince yaşamaktadır. Yazışmaları okusanız aslında o dünyanın en sorumluluk sahibi, en ince ruhlu erkeğidir. Güzel laflar etmesini bilir, cinselliği yerinde kullanmasını bilir…

Efsanelerde şövalye annesini bırakıp gidendir. Oysa bizim erkeğimizin içinde anne kuzuluğu her zaman vardır. Olgun erkek arketipi şövalyenin yanında bir de çocukluk arketipi prens beslenmektedir. Bu da şövalyeyi aslında “annesi gibi” bir kadının arayışına da iter. Her şeyi isteyen şımarık prens sorumluluk almak istemez. Ancak erkek kendini geliştirecek bir kadın arayışını da sürdürmek ister. Öncelikle erkek bu sorumluluğu alamayacak durumda ve animasından habersiz ise durum çok trajiktir.

İşte bu noktada bu erkek ile ilişkide olan kadın için sancılı dönem başlar. Erkek çok naziktir. Çok coşkuludur. Çok aşıktır. En güzel sözleri söyler. Gelecek için hayaller kurar. Hep arar. Masal gibidir her şey. Sonra erkek bir anda ortadan kaybolur. Günlerce aramaz. Kadın merak içindedir. Sonra erkek çıkar. Kaybetmek istemediğini söyler. Ama bir müddet sonra ortadan kaybolur. Eğer kadın bundan sıkılmaz, beklerse, ya erkeğin hayatına birinin girmesiyle ya da erkeğin bu ilşkiyi sürdüremeyeceğini söylemesiyle sonuçlanır her şey…

Kadın biraz inatçıysa, durum daha ilginç olur. Eğer kadın vaktini arkadaşlarına ağlayarak ya da falcı peşinde koşarak geçirmiyorsa, yavaş yavaş durumu anlamaya başlar. Erkek olgun bir erkek değildir. Ya onu büyütecek ya da bu diyardan gidecektir. Eğer erkek ilk şıkkı kabul ederse, kadın için sancılı bir süreç başlar. Eğer kadın anne gibi davranırsa, erkek zamanla kadını anne olarak görmeye başlayacaktır. Bu ilk belirtilerini yatakta verir. Yok kadın erkeğin eril enerjisini arttırabilirse, erkek bir zaman sonra büyümeye başlar, artık karşısında farklı bir kadınlık görür. Kaçamakları azalır. Sonuç peri masalı olmasa da erkek artık bir ilişkiyi kaldırabilecek haldedir.

Erkeğe bu olanları anlatmak kolay değildir. Öyle ya, delikanlı adamın bunlarla işi olmaz. Oysa erkeğin büyümesi toplumun değişmesi için en önemli adımdır. Bu bağlamda sorumluluk sahibi olacak gerçek erkeğin bu yolda inisiyasyonu, bilgilenmesi şarttır.

Eğer erkek sorumluluğunu almak istiyorsa ancak bu arayışını yüceltiyorsa durum daha da farklı olabilir. Bu arayış klasik “mutlu yuva” kurmak isteyen erkeğin arayışı ile temelde aynı olmasına karşın aşkınlığı açısından çok daha farklıdır. Çünkü artık bu arayış fiziksel ihtiyacın ötesine geçerek “inançsal” bir kalıp da almıştır. Bu arayış, “aşkın bir arayış”a dönüşmüş ve bu erkeğin “tanrısal” , “kutsal” ve romantik” bir aşk yaşaması kaçınılmaz hale gelmiştir.

Animasını annesinden kurtaran erkek, gerçekten bu yeni duruma alışabilmiş değildir. Eski kalıpları terketmesi ona tanınmadık, bilinmedik, farklı bir anima sunmaktadır. Oysa erkek buna çok yabancıdır. Bir Terra Incognita olan bu anima erkeğin aslında aradığı sevgiliyi “deneme yanılma” yöntemi ile de bulmasına neden olur. Erkek karşısına çıkan ve onu etkileyen kadına Anima figürünü yüklemeye çok heveslidir. Bu bilinemeyen gizemli Anima, aynı zamanda tanrısal bütün özellikleri de üzerinde taşımakta, bir Tanrıça gibi gözükmektedir. Bu gizem perdesi daha kalkmadığından erkek içindeki bütün tanrısallığı bu Tanrıça’ya yükler, dolayısıyla yeni sevgilisi bu sıradışı nitelendirmeden payını alır. Erkeğin gözünde artık bu bir Tanrıça’dır ve erkeğin davranışları bu yönde gözükür.

Johnson (We, Romantik Aşkın Psikolojisi, 1993) bunu çok iyi tanımlar:
Romantik aşk, herhangi bir biçimiyle aşk değil, fakat aşk ile ilgili tutumların, istem dışı duyguların, ideallerin ve reaksiyonların hepsinin bir bileşiğidir.” Bu bağlamda romantik aşka düşen, sıradışı bir sevgi duymaya başlar, karşısındakini yüceltir, hatta tapınırcasına bir hayranlık duymaya başlar ve sevgilisinde bulunan bir tür tanrısallığa yönelir.

İkili ilişkilerimizde bunu deneyimlediğimiz olmuştur. Özellikle erkeklerin bu tür tutumları , önceleri kadınlar tarafından anlaşılmasa da, zamanla kabul edilir ve kadın da o rolü oynamaya çalışır. Bu deneyimin aslında cinsel değil dinsel bir dürtüyü ortaya çıkarttığını Johnson (We, Romantik Aşkın Psikolojisi, 1993) ortaya çok ilginç bir biçimde koyar :

Modern kültürümüzün tamamen maddeleşmiş olan ortamında başka hiç bir sığınak bulamayan dinsel içgüdülerimiz; değişik bir kimlikle de olsa, varlıklarını sürdürebilme gayretiyle, gizlice yaşayabilecekleri ve kimsenin onları aramayı akıl edemeyecekleri bir çevreye, romantik aşka göç etmişlerdir. Aşık olduğumuz zamanların dışında yaşamımızın hiç bir anlamı olmadığını sanmamızın sebebi de budur. Yine bu nedenledir ki, romantik aşk, kültürümüzün tek ve en büyük psikolojik gücü haline gelmiştir.

Bu güç günümüz için geçerli olduğu gibi, geçmişte de etkili olmuştur. Özellikle Batı Ortaçağında etkili olduğu gibi Anadolu Tasavvuf düşüncesinde de bu tür motiflere rastlamaktayız.

Romantik aşka bir de bu gözel bakarsak aslında yaşanan aşkın deneyimin dinsel deneyimden çok uzak olmadığını görürüz. Riane Eisler (Sacred Pleasure, 1995), romantik bir geceyi hayal etmemizi ister. Gerçekten de “Romantik bir gece” dediğimizde aklımıza mum, şarap, güzel kokulu bir tütsü ve müzik gelir. Aslında bunların hepsi eski çağların dinsel ritüelleridir. Romantik aşkı dinsel ve ezoterik ritüllerle yaşamak sonuçta erkeğe Tanrı ile bir olabileceği aşkın bir deneyimi de yaşatmaktadır. Bu bağlamda Plotinos’un Tanrı’ya aşk ile ulaşılabileceği düşüncesi sapasağlam yerini korur. Peki, Tristan ve Isolde ya da Romeo ve Julliet yaşasalardı neler olurdu? Bu soru biraz da mizahi olarak hep sorulmuştur.

Romantik aşkın süresinin uzun olmadığı söylenir hep. Efsanelerde üç yıl olarak anlatılan bu aşkın süresi deneyimlerimizde de çok uzun olmamıştır. Öncelikle kadın bu rolü oynamaktan yorulmaya başlar. O bir Tanrıça değildir ve günahları ve sevapları olan bir insandır, ölümlü bir varlıktır. Herkes gibi, yer içer, dışarı çıkartır, kızar ve hatalar yapar. Bu Tanrıça rolü, ilişkinin sürekliliğinin vazgeçilmezi olduğunda kadın için yorucu hatta bunaltıcı olmaya başlar. Erkek ise, karşısındaki Tanrıça’dan bir Tanrıça’ya uymayan davranışlar gördüğünde önce şaşırır, görmezliğe gelir ama sonunda o da dayanamaz hale gelir. Karşılıklı anlayış içinde çözülebilecek birçok anlaşmazlık şiddetli kavgalara dönüşebilir. En kötüsü, çiftlerden biri ayrılmayı teklif eder. Bulunan tanrısallığı kaybetme korkusu sürekli bir ayrılık ve barışma şeklinde kendini gösterir.

Sonuç trajik olarak kaçınılmaz bir ayrılık ve içine düşülen boşluk olur. Bu hiçlik duygusunu daha öönceki yazılarda tanımlamıştık. Bir de bunun üzerine dinsel temalı bir boşluğun gelmesi yaşamı iyice anlamsızlaştırır. Oysa “romantik” aşk erkeğin kendi içindeki animasını keşfetmesi açısından kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Animasını karşısındaki kadında sembolleştiren erkek onu daha yakından tanıma fırsatı bulmaktadır. Bunu dinsel ya da ezoterik bir deneyim gibi aşkınlaştıracağına bir ölümlü gibi düya koşullarında gördüğünde erkek kendi animası ile birlikte karşısındaki dişiyi de tanıyarak sağlıklı bir karar verebilecektir. Bunu yapamayıp ayrılan erkek için yeni bir deneyim başlar. Artık hiç bir şey eskisi gibi değildir. Tanrısallığı, Ruh eşini ya da başka bir şekilde adlandırdığı sevgilisini kaybetmiştir. Yeni ve çorak bir dünya içinde anlamsız bir yaşam başlamıştır.

Bu anlamsızlık yeni bir sevgili bulana kadar devam eder.

Erkek artık aynı hatayı tekrarlamamak zorundadır. Karşısına bu yeni çıkan kadın bir Tanrıça değil belki de Tanrıça’nın bir lutfu olan rahibesidir. Erkek bu kadını bir insan oalrak her yönüyle tanımak zorundadır. Bu onun yılalrdır aradığı parçası değil karşısına çıkan kanlı canlı bambaşka biridir. Bunu aşkın bir deneyime çevirmek yerinde maddesel ama karşısındakini animasını tanımaya yönelik deneyime çevirdiğinde gerçek bir ilişki başlar. Bu erkeğin tanrısal talplerinden vazgeçmesidir de aynı zamanda.

Qualls-Corbett bunu şöyle açıklar:

Erkeğin gerçek kadınlarla ilişkilerine her zaman yansıtılmış, anima ile olan bu etkileyici bağlantıda, ergil ego bilinci temel bir aydınlanmaya ulaşır. Aşk tapınağına giren yabancı olarak erkek, öteki ile birleşmek için ego bilincinin bir yönünden vazgeçer. Bu birliğin kendisi, ergil ve dişilin eşitliğini simgeler; hiçbiri hükmedici, talepkâr ya da sahiplenici değildir. Anima ile olan bu olumlu ilişki sayesinde, bir erkek yaşamında heyecan verici, etkileyici bir canlılık deneyimler; bir yüke dönüşmüş olan eski düşünce ve değerler artık omuzlarından kalkmıştır.”

Bu şekilde erkek eşit düzeyde bir aşkı tanımış olur. Bu aşkın sürekliliğini artık “kader” değil kişiler belirler. Bu bağlamda her yaşanan gerçektir. Eğer erkek bu sonunda animasını tanıdığında artık aradığı mutluluğu bulur. Bu bağlamda Kutsal Kâse sahibine hizmet etmiştir. Hem onu taşıyan kadına hem de erkeğe. Erkek artık kral olmuştur.

Kral ülkesinin sorumluluğunu alan erkektir. Erkek, kendi ailesinin ve ikşkisini soumluluğunu aldığında kral olacaktır. Kadın onu kendi kupası, dişiliği ile beslediğinde kralın gücü artacaktır ve ailesini daha da mutlu edecektir. Dünya yüzünde krallıkların artık azalması gibi erkeğin kral olması da çok kolay değildir. Toplumsal yapı ve anne etkisi onu bu durumdan uzaklaştırmaktadır. Kral ancak kayadan saplı kılıcı çekerek kral olur. Kılıcı almasını sağlayacak olan da kadının onda yükselteceği eril enerjidir. Bu durumda kadın da artık kılıcı elden bırakmalı ve sorumluluğu erkeğe devretmeli ve kadınlığını ele almalıdır. Kral kendisi ile mücadele eden kadından eninde sonunda uzaklaşacaktır. Burada bütün olay kadının üzerine yığılmış gibi duruyor ama gerçekten de Tanrıça gibi kadın belirleyicidir.

Günümüz toplumu kadın için gerçekten travmatiktir. Eril enerji yoksunu erkeklerin çoğunlukta olması kadının mutsuz olduğu ilişkileri sıradanlaştırmaktadır. Bu bağlamda, kadının bir başka görevi de eril enerjiyi ortaya çıkartmak olmaktadır. Bu rollerin yeniden düzenlenmesi, eski pagan toplumlarının çok daha fazla anlaşılması ile de olanaklıdır. Bilinçaltında yaşayan formlar her zaman dış dünyada yaşananan yaşamın uyumsuzlukları ile çelişki yaratır ve sonuçta kaçışlarla ya da ruhsal bozukluklarla sonuçlanır. Kadının bu bağlamda, erkeğin içindeki eril enerjiyi çıkartması bir zorunluluktur. Aynı eski toplumlardaki Ana Tanrıça rahibeleri gibi.

Erkeğin içindeki erilliği çıkartmak aslında bir kadının Havva ve Lilith arasındaki, rolünü almasıdır. Erkekten sorumluluğu istemesidir. Bu yavaş ve uzun bir süreç olmakla birlikte, kadının dişil enerjisinin artması ve erkekten talep etmesi ile olanaklıdır. Erkeği tekrar kadının hizmetine çekmek, kaybolmuş bu erkekliği yeniden ortaya çıkartmak ve onu eril enerjisini arttırmak günümüz Ana Tanrıça rahibeleri oalrak, bu farkındalığı kazanabilen kadınların zaferi olacaktır.

Peki ya durum böyle mutlu son ile bitmez ise…

O zaman ayrılık kaçınılmaz olur.

Bazen ayrılıklar o kadar acı oluyor ki, kişini kendini toplaması, başkası ile yeniden başlayabilmesi çok zor hatta olanaksız oluyor.

Neden bazı ayrılıklar bu kadar acı oluyor, nasıl oluyor da o kişi unutulmuyor. Buna biraz daha yakından bakalım. Carl Gustav Jung’a kulak verelim. Jung her erkeğin içinde bir kadın olduğunu söyler, bu da anima’dır. Anima erkek için en önemli kadın figürünü temsil eden kollektif bilinçdışı arketipidir. Erkeği kadısı hareketlere sürükleyen bu figür aynı zamnda ilişkilerini de belirler. Jung “Her anne ve her sevgili, erkeğin içindeki derin gerçekliği oluşturan, her zaman var olan, bu öncesiz imajın taşıyıcısı olmak zorunda kalırlar” der. Bir başka deyişle erkek seçimlerini bu figüre göre yapar ve ilişkilerini buna göre yaşar.

Aynı şekilde kadının içinde de bir erkek figür olarak animus vardır. Animus, kadının erkekler dünyasında varolabilmesini sağlar. Ancak Animus, aynı erkekte olduğu gibi, kadının ilişkilerini de belirler.

Frieda Fordham, Jung Psikolojisi adlı kitabında şöyle der : “Normal yaşam sürecinde, animus bir çok erkek üzerine yansıtılacaktır. Bu yansıtılma sonucunda, kadın, erkeği kendi gördüğü biçimde, yani animus imajı biçiminde, olduğunu kabul etmektedir ve kadın için, erkeği olduğu durumuyla kabul etmek hemen hemen olanaksızdır. Bu tutum, kişisel ilişkilerde oldukça tedirginilik verebilir. Böylesi ilişkiler ancak erkek kadının kendisi üzerine ürettiği varsayımlara uygun olarak davrandığı sürece düzgün bir biçimde sürüp gider.”

Tabii yukarıdaki paragraf erkek için de geçerlidir. Paragrafta, kadın ve erkek sözcüklerini ve Animus ile anima sözcüklerini birbiri ile değiştirisek erkek için de doğru bir saptama yaparız.

Peki durum bu kadar mekanik midir? Aslında durum bu kadar mekanik değildir. Çünkü aslında insan kedni anima ya da animus’unu çok iyi tanımamaktadır.

Karşı cins ile olan ilişkilerin son amacı dişil ve eril enerjini birliğini yakalamaktır demiştik. Aslında bu bir bakıma anima ya da animus ile olan birliği de yakalamaktır. Eğer biz kendi anima ya da animus’umuzu çok iyi tanımıyorsak, karşımızda bize uygun insanı da tam olarak tanıyamayız. Bu durumda anima ya da animus’a en yakın insansevgili oalrak karşımıza çıkar. Bu karşımıza çıkış, aynı zamanda metafizik bir durum da alır. Bu birleşmeye eşlik eden birtakım “işaretler” ortaya çıkar. Birlikte “metafizik” tecrübeler yaşanır. Sonuçta bir “metafizik aşk” ortaya çıkar. Bir masal aleminde büyülü bir aşk yaşanmaya başlar.

Eğer kişiler Anima ve Animus’unu iyi tanıyorlarsa sorun çıkmaz, böyle olmadığı durumlarda ise ilk çelişkiler ve dolayısıyla anlaşmazlıklar çıkar. Burada düşülen en önemli tuzak Anima ya da Animus’u yeterince tanımamaktan ötürü, Anima ya da Animus’u karşıdaki sevgili üzerinden tanımlamaktır. Gündelik yaşam kavramlarının karşıdaki sevgili üzerinden tanımlanması gibi Anima ve Animus da bu şekilde tanımlanır; karşıdaki sevgili, bütün eksikliklere rağmen Anima ya da Animus’un yerini alır. İşte o trajik ayrılık anı geldiğinde Anima ya da Animus ile olan bağ da kopar ya da biz öyle zannederiz; biz öyle zannederiz, çünkü kendi Anima ya da Animus’umuzu tanıyacak yerde karşıdaki sevgili üzerinden tanımlamışızdır. İşte böylece sorun varoluşsal boyuta taşınır ve hayatın sorgulanması başlar.

Bu metafizik dönem, görece uzun süremese de, bu “aşk”ın yerini tutan başka bir aşk gelmez, çünkü Anima ya da Animus’a yeniden ulaşılması gerekmektedir. Genel bir isteksizlik başlar, melankoli buna eşlik eder, metafizik bir yas varolmaktadır. Her ne kadar “unuttum” derse de kişi bir gün bir sembol yine O’nu hatırlatmaktadır. Bu noktada kişi özgürlüğünü yitirir. Oysa ilişkide de özgürlük olmadığını anımsamaz. Karşıdakine yüklenen Anima ya da Animus, kişinin kendini karşındakine bağlarken, karşıdakini de, bu yükün altına sokar.

Burada en büyük tehlike, hayata ait bütün tanımların yeniden yapılması olur. Açarsak, daha önce de belirttiğimiz gibi, “dışarıda yemek yemek” bir anda “sevgili ile yemeğe çıkmak”; “seyahate gitmek” bir anda “sevgili ile geziye çıkmak”; “sevişmek” sevgili ile sevişmek”; sinemaya gitmek” “sevgili ile sinemaya gitmek” gibi tanımlanır.

Ayrılık durumunda bir anda büyük bir kırılma olur ve yeniden tanımlanan bütün kavramlar anlamını yitirir. Bu bir bakıma “sevgili ile yaşanan kutsal zaman” ile “yeni gerçekliğin yaşandığı zaman” arasında şizofrenik bir kırılma durumuna dönüşür. “Ben sensiz yaşayamam” kalıbı ardında yatan tanımsızlık kişiyi sorgulamalara iter. Bu bağlamda, bütün tanımlar yeniden yapılmaya ihtiyaç duyduğundan, ayrılık sorunu aslında bir ontolojik, varoluşsal soruna dönüşür ve kişiye ilişkiyi değil yaşamı sorgulatmaya başlar. İşte tam bu durumda, bebeklikten beri tanımlarla varolan insan bilinci – ki bunu insanlık tarihinin ilk çağlarına taşıyabilirsiniz- bu tanımları yeniden yaparken, ister istemez aynı ilkel formlarda olduğu gibi mistik düşünceye de sapar. Mistik düşücenin esiri olan bilinç, bu anlamsız tanımsızlığı eskide aramak için büyücü büyücü ya da falcı falcı koşarken, bazen de bu ayrılık tamamen mistik bir deneyime dönüşür.Bu noktada, mistik tuzaklara düşmeden, varoluşsal kavramlara yakınlaşıp, çok farklı deneyim ve bilgilere de ulaşma söz konusu olabilir. Sokrates’in sözünü biraz değiştirip, “kötü sevgili insanı filozof yapar” demeye dilimiz varmıyor ama, kötü biten bir ilişkinin voroluşsal konularda çok farklı açılımlar yapabileceği de kuşkusuzdur. Bu deneyimi yaşayıp, kendini yeniden bir birey olarak bulmak söz konusu olabileceği gibi tam tersi de olasıdır. Ancak burada en büyük tuzak mistisizmin ucsuz bucaksız labirentlerinde savrulmak ve metafizik öğretilerin koyuluğuna dalmaktır. Bu geri dönülmez bir yola sokabileceği gibi arkasında ruhsal rahatsızlıkları da getirebilecek bir yola sokma tehlikesini de ortaya çıkartmaktadır.

Bu nedenle, ayrılık acısı ne kadar yoğun olursa olsun, yaşamın devam ettiğini kabullenip, tanımları yeniden gözden geçirmekte büyük fayda vardır. Sevgili ile yeniden tanımlanmış olan her kavram ya da eylem biz varolduğumuz için vardır ve bizimle beraberdir. Karşıdaki kişiden bağımsızdır ve yaşam bu şekilde devam etmektedir.

O halde sağlıklı bir ilişki için önce kendi içimizdeki erkeği ya da kadını tanımak gerekmektir. Eğer bunu yapabilrisek, hem kendimiz hem de karşımızdaki özgürleşir, özgür aşka biraz daha yaklaşırız. aşk tam da ihtiyacımız olmadığı anda karşımıza çıktığında güzeldir. Tanımlar şaşmadan, kişinin merkezi kaymadan, birbirlerini alanına girmeden, ortak alanda yaşandığı zaman güzeldir. İşte o zaman yukarıda da sözünü ettiğimiz, arzulanan aşk yakalanır.