Büyük yıkıma, bir dönemin sonra erip, yeni bir dönemin açılmasına yol açan Tufan söylemi bir efsane mi, yoksa gerçek midir? Felaket, topyekun insanlığı mı etkilemiştir yoksa, kimilerinin iddia ettiği gibi dar bir bölgedeki sınırlı bir etkiden mi söz etmek mümkündür?

Tufan olgusu, dünyanın her köşesindeki tüm insanların hafızalarına, silinmeyecek bir felaketin anısı olarak kazınmış gibidir. Tufan, bazı bilim adamlarının iddia ettikleri gibi, sadece Mezopotamya ve Ortadoğu ile sınırlı değildir. Aksine, bu felaketten en az etkilenmiş bölgelerin başında, Ortadoğu gelmektedir. Aynı anda iki dev kıtanın sulara gömülmesine neden olan felaketten söz etmeyen, dini efsanelerinde, mitoslarında ona yer vermeyen millet, ya da kavim yok gibidir. İskandinavyalılar, Hintliler, Yunanlılar, Yahudiler, Türkler, Kızılderililer, Polonezyalılar, kısacası dünyanın dört bir köşesinden tüm kavimler, tufan olayından, oldukça ayrıntılı biçimde bahsetmektedirler. Bunun yanısıra, kutup buzullarının da, en son 12 bin yıl önce çözüldükleri bilinmektedir. Tüm dünyanın değilse bile, okyanuslara uzak bölgeler ve yüksek yerler hariç her yerin, dev dalgalar ve çözülen buzul suları altında kalmasına yol açan bu felakete, ne sebep olmuştur?

Tufanla ilgili bulunan en eski belgeler, yazılma tarihleri M.Ö. 6 bin yılına kadar çıkarılan Sümer çivi yazısı kil tabletlerdir. Bu tabletlerin en önemlilerinden olan Sümer Kraliyet Listesinde, tufan öncesi en az on krallığın yaşadığı ve her birinin 10 bin yıl ile 60 bin yıl arasında varlığını sürdürdüğü ifade edilmektedir. Liste, şu sözlerle sona erer: “Tufandan sonra krallık, yücelerden aşağıya gönderilmiştir”. Bu sözlerden, Tufandan önceki uygarlık düzeyinin çok daha yüksek olduğu ve Tufan sonrası, yeni bir başlangıç yapıldığı anlamı çıkarılmaktadır. Yine çok sayıda Sümer tabletinde, tufanın nasıl meydana geldiği ayrıntıları ile anlatılmıştır. Babil uygarlığı, Sümer uygarlığının devamıdır. Bilgileri, Sümer yazıtlarından aldığı anlaşılan Babilli tarihçi Berrossus, MÖ. 13. yüzyılda, Khasisatra’nın 64.800 yıl hüküm sürdüğünü, tufanın bu dönem sonunda olduğunu yazmaktadır (1). Bu tarihin, Uygur İmparatorluğunun varlık süresini göstermesi kuvvetle muhtemeldir. Tanrı Kronos, Kisturos adında birisine uykusunda görünerek, tüm insanları selde boğacağını açıklamış ve bir tekne yaparak tüm sevdiği insanları ve hayvan türlerini tekneye bindirmesini söylemiştir. Anlatımın bundan sonrası, kutsal kitaplardan çok iyi bildiğimiz, Nuh efsanesinin Babilli türevidir. Kutsal kitapların, bu efsaneyi Sümer bilgilerinden aktardığı ortadadır. Berrossus ayrıca, Mezopotamya’ya uygarlığın, Tufan sonrası, Oannes adlı bir liderin komutasında, 6 kişi tarafından getirildiğini, bu kişilerin yerli halka, yazı yazma, şehirler inşa etme sanatlarını, tüm bilimleri ve bu arada gök bilmini öğrettiklerini, dinsel sistemi de kurumsallaştırdıklarını yazmaktadır.

Çin ve Eskimo efsaneleri, tufan sırasında dünyanın şiddetle yana yattığını iddia etmektedir. Çin efsaneleri, dünya sarsıldıktan sonra gökyüzünün kuzeye doğru devrildiğini, güneş, ay ve gezegenlerin yönlerinin değiştiğini söylemektedir (2). Mısır’ın kadın firavunu Haçepsut’un mimarı Senmouth’un mezarında iki farklı yıldız haritası bulunmaktadır. Bunlarda yıldızların konumu, birbirlerinden tamamen farklı yerleştirilmiştir ki, bu durum dünyanın geçmişte, bir esken kaymasına uğradığını ifade etmektedir (3). Eski İskandinavların kutsal kitabı Oera Linda’da, tufan sırasında, dünyanın ölüyormuşcasına titrediği, dağların açılıp alevler kustuğu, bazı dağlar batarken, başka yerlerde yenilerinin yükseldiği, tufan sonrasında, güneşin uzun zaman bulutlar arkasında gizlendiği, iklimin değiştiği, nemin havada asılı kaldığı ifade edilmektedir (4).

Bu anlatımlardan, Tufan ile birlikte dünyanın güneş etrafındaki yörüngesinde kayma olduğu, kutupların yer değiştirdiği, tufan öncesinde güneşe dik olan ekliptiğin eğildiği, güneşe olan uzaklığın arttığı sonuçları çıkarılabilir. Ayrıca, tufan öncesi buzullarla kaplı olan alanlar erimiş, kutupların yer değiştirmesi sonucu, yeni bölgelerde buzullar meydana gelmiştir. Piri Reis haritası başta olmak üzere, eski haritalarda Antartikanın kıyılarının buzulsuz olarak görünmesi, bu olguyu ispatlar niteliktedir. Yine tufan sonucu, eskiden verimli birer ova olan Gobi ve Sahra bölgeleri, çölleşmiştir. Ani ısı değişiminin, mamutların yok olmalarına neden olması kuvvetle muhtemeldir. Tufandan önce, dik ekliptik nedeniyle yeryüzünde mevsimsel değişimlerin yaşanmadığı, iklimin her yerde sürekli sabit olduğu düşünülmektedir. Ekliptiğin eğilmesi sonucu, mevsimler ortaya çıkmıştır.

Kadim bilgiler, tufan öncesi dünyanın güneşe daha yakın olduğunu göstermektedir. Mısır, Kalde, Hint, Maya, İnka ve Çin kadim yazıtlarında hep, her biri 30 gün çeken 12 aylık yıldan bahsedilmektedir. Bir güneş yılı daima 360 gün olarak verilmiştir. Tufan ile birlikte yörüngedeki kayma nedeniyle güneşten uzaklaşma sonucu, bir yıllık sürenin 5 gün arttığı ve 365 günlük yıla çıkıldığı anlaşılmaktadır (5). Tufan sırasında binlerce ton toz atmosfere yayılmış, bu durum, dünyanın çeşitli bölgelerinde buzullaşma sürecinin başlamasına neden olmuş, tüm dünya soğuk ve yağışlı bir iklimin etkisine girmiştir. Soğuk ve yağışlı dönem, günümüzden 6 bin yıl öncesine kadar devam etmiştir. Uygarlık, bu ortamda tamamen gerilemiş ve ancak, iklim koşullarının düzelmesi ile birlikte, yeniden ayaklarının üzerine kalkmaya başlamıştır.

İnsanlığın neredeyse sonunu getirecek nitelikte olan bu felaketin nedeni hakkında üç ayrı teori öne sürülmektedir.

Bunlardan ilki, uzaydan gelen çok büyük bir meteorun, dünyanın, güneş yörüngesindeki ekseninde dahi sapmaya yol açacak kadar büyük bir şiddetle Mu kıtasına çarptığı teorisidir. Bu teoriye göre, Pasifik çukurunun oluşması ve Mu kıtasından bu denli az belirti kalmasının nedeni, bu meteordur. Ancak bu teori, eksendeki sapma nedeniyle Atlantis’in de battığını öne sürerken, diğer kıtaların bu sapmadan niçin çok fazla etkilenmediklerine açıklık getirmemektedir. Yukarıda bahsedilen kadim efsanelerin hiçbirisinde de, dünyaya yaklaşan bir gök cisiminden bahsedilmemektedir. Ayrıca, 65 milyon yıl önce dünyaya çarpan ve dinazorları yok eden göktaşı, ender bulunan metallerin oranında önemli artışlara yol açmışken, 10 bin yıl önce meydana gelen tufan sonrası, bu yönde herhangi bir oluşumun varlığı görülmemektedir. Atlantik çökeltisinde yapılan incelemeler, bir meteor çarpmasından daha çok, devasa bir nükleer patlama olduğu kanaati doğuracak bulgular içermektedir (6).

İkinci teori ise, James Churchward’ın öne sürdüğü, jeolojik nedenlerle kıtaların batması teorisidir (7). Churchward, Atlantis ve Mu kıtalarının denizden yükselmelerine, bu kıtaların altındaki büyük gaz kütlelerinin sebep olduğunu ve zamanla bazı noktalardan yeryüzüne çıkan gazların, içinde bulundukları ceplerin boşalmasına neden olduklarının öne sürüyor. Churchward’a göre, içleri boşalan bu ceplerin üzerindeki topraklar çökmüş ve kıtalar da, bu nedenle batmıştır. Ancak İngiliz araştırmacı, bu olayın, iki kıtada birden aynı anda, ya da çok kısa aralıklarla nasıl meydana geldiğini izah edemiyor. Günümüz teknolojisi de, kıtaların yükselmesine, dev gaz kütlelerinin neden olmadığını ortaya koymuş bulunuyor.

Üçüncü teori, uygarlık ve teknolojide çok büyük aşamalar kaydeden Mu ve Atlantis’in, birbirleriyle savaşmaları ve kendi sonlarını kendileri hazırlamaları teorisi. Büyük tufandan sadece 12 bin sene, kendi uygarlığımızın başlangıcı olarak kabul ettiğimiz tarihten itibaren de sadece 6 bin sene sonra, atomik güçleri kullanabilecek aşamaya geldiğimiz düşünülürse, en az 70 bin yıl yaşamış olan uygarlıkların, bilim ve teknoloji alanlarında hangi boyutlarda olabilecekleri tasavvur edilebilir. İnsanoğlunun hırsının, geçmiş dönemlerde, bugünkünden daha az olduğunu düşünmek için hiçbir sebep bulunmamaktadır. Dünya hakimiyetini sağlamak için, aynı düzeydeki iki kuvvetin çekişmesine, sadece günümüzde rastlanabileceğini iddia etmek saçma olur.

Çeşitli mabetler ve piramitlerdeki duvar yazılarından oluşan Mısır Ölüler Kitabında, dünyaların yıkılmasından önce meydana gelen gökteki savaşlardan ve “Evren Yıkıcı Tiranlardan” bahsedilmektedir. Kitabın en önemli dualarından birisinde, şu ifadeler yer almaktadır; “Ben, zamanların ve mekanların tanrısıyım. Beni, hiç kimse doğurmadı. Gök hiyerarşisini ve kendini yeniden yaratan maddeyi yarattım. Ben Aton’um. Kozmik okyanusta hiçbir şey yokken, ben gene mevcuttum. Ben, evrenin başlangıcı ve sonu olacak olanım. Ben Aton’um ve biliyorum ki ölüler, Osiris’te ebedidirler. Büyük Yıkımdan sonra, Osiris’in organları oraya buraya dağıldıktan sonra, dünyalar çöktükten sonra, gök alemlerinin dengesini yeniden kurdum. Onların parlaklığını iade ettim ve ışığı, ışığım olan Ra’nın doğuşunu gördüm.” (8) Bu ifadelerde, Osiris ile sembolize edilenin, Atlantis olduğu açıktır. Tufanın meydana gelmesinden sonra Tanrı, dünyanın dengesini yeniden kurmuştur.

Bazı eski Tibet, Maya, Hint belgeleri ile, Tevrat ve Kuran gibi Tek Tanrılı din kitaplarında, bu iki uygarlık arasındaki savaşta kullanılan silahlar hakkında, efsane ile karışmış nitelikte çeşitli bilgiler günümüze kadar ulaşmıştır. İşte bu atomik, ve bugünkü teknolojimizin henüz bulamadığı, bilinmeyen daha güçlü bazı silahların topyekün kullanımı, iki kıtanın karşılıklı olarak, aynı anda batmasına, eksen kaymasına ve buzulları dahi eritecek bir sıcaklık şoku ile, dev dalgaların oluşmasına neden olmuştur. Dev dalgalar tüm dünyayı kaplarken, sadece çok yüksek bölgeler ve, her iki felaket noktasına da hemen hemen aynı uzaklıkta bulunan ve Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz gibi, nispeten kapalı bir denizin iç kesimlerinde olan yerler, sel sularından daha az etkilenmiştir. Nitekim, Nuh efsanesi ve benzeri efsanelerde görüldüğü gibi, kimi insanlar, basit tahtadan teknelere binerek dahi, bu büyük felaketi atlatabilmişlerdir.

Ancak, tufan sonrasında, uygarlıkta gerileme kaçınılmaz olmuştur. Tibet, Maya, Mısır ve Mezopotamya’da, tufanın nispeten daha az etkili olması, buralardaki uygarlıkların belli bir düzeyde varlıklarını sürdürmelerini sağlarken, dünyanın büyük bir bölümünde korkunç bir gerileme yaşanmıştır. Buralarda, boğulmaktan her nasılsa kurtulmuş olanlar, iklim koşullarının da ektisiyle, taş devrine geri dönmüşlerdir. İşte, günümüz biliminin, 5-6 bin yıl önce yaşandığını iddia ettiği taş devrinin altında yatan gerçek, bu gerilemedir.

Öte yandan, güneşten uzaklaşan gezegenlerin soğuması gibi, ana ışık kaynağından yoksun kalan, ayakta kalabilen tüm kardeşlik örgütleri ve dini öğreti okulları da, benzeri bir gerilemenin içine girmiş ve giderek yozlaşmışlardır. Bu yozlaşmayı nispeten yavaşlatabilen Tibet, Maya, Mısır ve Babil gibi merkezler ise, bugünkü uygarlığın beşiği olmuşlardır.

Kaynakça

1- Hope Murry- Atlantis, Efsane mi Gerçek mi?- AD Kitapçılık- İstanbul – Sf. 167

2- Hope M.- İe.- Sf. 87

3- Hope M.- İe.- Sf. 90

4- Hope M.- İe.- Sf. 84

5- Hope M.- İe.- Sf. 116

6- Hope M.- İe.- Sf. 187

7- Churchward James- Lost Continent of Mu- England 1931- Sf. 257

8- Champdor Albert- Mısır’ın Ölüler Kitabı- RM Yayınları- İstanbul 1984- Sf. 56

Cihangir Gener