Şeriatın ne anlama geldiğine dair herkesin mutlaka bir fikri vardır ancak insanın bu kavrama karşı tarafsız bir tutum benimsemesi pek olası değildir. Bundan dolayı, bu konuda sadece fikir sahibi olmanın yanı sıra şeriat kavramının çağrıştırdığı anlama sempati veya antipati duyulması da kaçınılmazdır.
Bu kelimeyle ilgili duygularımız ne olursa olsun, özellikle son zamanlarda sıkça sözü geçen ‘şeriatın’ aslında nereden kaynaklandığının ve insanlar için ne anlam ifade ettiğinin objektif bir biçimde irdelenmesi gerekir. Şeriatın ve ‘ardındaki gerçeklerin’ anlaşılabilmesi için, varlığı ve etkinliği mutlaka ‘tarihsel ve tinsel’ bir perspektif içine yerleştirilmelidir.
Şeriatı sadece şimdiki zamanda tezahür ettiği biçimle ele almak ve yalnızca bundan kaynaklanan verilerle açıklayıp anlamaya çalışmak yeterli ve doğru bir değerlendirme yapmaya yetmeyebilir.
Şeriatın varlığıyla ilgili yüzeyde görülmeyen önemli bilgilerle bağlantılar kurup bütün verileri göz önünde bulundurmadan duygusal bir yaklaşımla, şeriatı itici bulmakla veya ona yakınlık duymakla da şeriatın ‘okült anlamına’ yani arkasındaki ‘gizeme’ ulaşabilmek olası değildir.
Şeriat hakkında yetersiz bilgiyle bir kanaat oluşturup bunu benimsemenin gerçekçi bir yaklaşım olduğu söylenemez.
Önce ‘şeriatın’ sözlük anlamına bakalım. TDK sözlüğünde şu açıklamalar yer almaktadır:
Şeriat: Kur’an’daki ayetlerden, Peygamberin sözlerinden çıkarılan, dini temellere dayanan Müslümanlık kanunları, İslam Hukuku.
Şeriatçı: Dinin esaslarını sadece dini hayatta değil, hukuki, iktisadi ve siyasi düzenlemelerde de geçerli kılmak isteyen kimse.
Şeriatçılık:Şeriatçı olma durumu, şeriat yanlısı.
Sözlükte şeriat bir anlamda açıklanmaktaysa da, bu açıklamalar şeriatın derin tarihsel bağlantılarının anlaşılması için yeterince yardımcı değil.
Sadece İslam ile özdeşleştirilerek ele alındığında, bilinen şeriatın ‘İslam hukuku’ olduğu elbette söylenebilir. İslami hukuk Kur’an’da bulunan ayetler doğrultusunda oluşturulduğu için, ortaya çıkan şeriat tarifinin ve tanımlamasının da sadece İslam’dan kaynaklandığı ve İslamla ilgili olduğu düşünülebilir.
İslam öncesi ‘cahiliye devrinde’, hiçbir vicdani ve ahlaki kural tanımayan Arap kavimlerine kılavuz olarak bazı temel kuralların verilmesi gerekliydi. O devirde Arapların hak ve hukukla hiçbir ilgileri olmadığı gibi, daha da önemlisi Allah’ın Varlığından da haberleri yoktu. Sırf Kâbe’nin çevresinde bile tapındıkları 360 adet put vardı. Kur’an’da, Arapların doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırt etmesine kılavuz olacak ayetlerin yanı sıra, onların putlara tapmasının çok yanlış olduğunu ve şeytani putlar yerine ‘Kutsal olan’ Allah’ı benimsemeleri gerektiğini anlatan pek çok ayet bulunmaktadır.
‘Cahiliye devri’, tinsel evrim sürecinde ilerlerken insanlığın içine girdiği ya da insanlığın üzerine çöken ‘karanlık dönemin’ adıdır. İnsanlığın karanlık döneme girmesi; Tanrı’nın bulunduğu ‘tinsel plandan’ giderek uzaklaşması, artık fiziksel planda var olmaya başlaması ve dolayısıyla insanı koruyan ‘tinsel etkileri’ zamanla yitirerek Tanrı’nın koruma şemsiyesinden tamamen çıkması anlamına gelir. Bunun sonucu olarak artık Tanrı’nın Işığı içinde olmayan insanı giderek güçlü bir karanlık kuşatmaya başlamıştır.
Işığın kaynağında Tanrı’nın Kutsal Varlığı olduğu gibi, karanlığın da kaynağında kutsal olmayan şeytani varlıklar vardır.
Karanlık çağın etkisi altına giren her halk gibi Araplar da bu karanlık çağın etkileri altında hiçbir hukuka sahip olmadan, insan haklarını kaale almadan ve Allah’ın Varlığını tanımadan putlara taparak, ahlaki değerlerden uzak bir yaşam sürmekteydiler. Şeytani varlıklardan gelen etkilerin giderek güçlendiği bu tarz bir yaşam biçimi ‘o şekilde’ aynen devam etseydi, daha ileriki bir zamanda Arap halkının -tinsel anlamda- kurtuluşu hiç mümkün olamayacaktı. Çünkü Tanrı’dan ve Tanrısal Âlemden kaynaklanan ‘ahlakı’, ‘iyiyi’ ve ‘doğru olanı’ fiziksel dünya yaşamında benimsemeyip hiç uygulamayan toplumlar, kaçınılmaz olarak şeytani güçlerin etkisi altına girer ve dolayısıyla Tanrı’dan giderek uzaklaşırlar.
Bunun sonucunda da şeytani güçlerin etkinliği ve güdümünden kurtulmak daha da zorlaşır.
Kur’an ayetleri, işte böyle bir zamanda ve bu şartlar altındayken Arapların imdadına yetişti. Şeriatın varoluş nedeninin açıklanabilmesi için, Kur’an’ın Araplara verilişinin tinsel zamanlaması ve arka plandaki durumların ve koşulların anlaşılması çok önemlidir.
Daha sonraları ‘şeriat kurallarına’ dönüşecek olan Kur’an ayetleri onlara başlangıçta ‘uyulması mecburi bir yasa’ olarak verilmedi. Çünkü henüz Allah’ı tanımayan ve O’nu benimsemeye karşı koyan bir halkın, tanımadıkları bir İlah’ın buyruklarını hemen kabullenip uygulamaya koyması olası değildi. Bundan dolayı ayetlerde öncelikle Allah’ın Varlığı tanıtıldı ve bunun yanı sıra cahiliye dönemi etkisi altında olan Arapların neleri yanlış yapmakta oldukları belirtilerek ayetlerde “yanlış yapmakta olduğunuz şu veya bu şeylerin aslında doğrusu şöyledir…” şeklinde ayrıntılı bilgiler, uyarılar ve kurallar verildi. Bunlar buyruklardan ziyade uyarı ve öneri biçiminde sunuldu.
Yani aslında Araplar, açıklanan ve önerilen doğrulara uyup uymamakta en baştan itibaren özgür bırakıldılar. Ancak daha sonraları ayetlerde açıklanan ‘doğruları’ bütün kavimlerin benimseyip yaşamda uygulamasıyla yanlışlardan kurtulunacağı anlaşıldığı zaman ayetlerdeki öneriler mecburi şeriat kurallarına dönüştü. Başlangıç olarak Kur’an’ın veriliş amacının arkasında bir zorlama olmadığı ve insanlara ayetleri ‘özgür bir konumda’ karşılama olanağı verildiği şu ayetlerden açıkça anlaşılabilir.
En’am – 104.Gerçek şu ki size Rabbinizden gönül gözleri gelmiştir. Kim görürse kendisi yararına, kim körlük ederse kendisi zararına… Ben sizin üzerinize bekçi değilim.
Zümer – 41. Kuşkusuz, bu Kitap’ı Biz sana insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim saparsa kendi aleyhine sapmış olur. Sen onlar üzerinde vekil değilsin.
Bir yanda Arapların özgür bırakılmalarının, öte yanda da oluşan şer-i kuralların uygulanmasının çelişkili bir durum olduğu düşünülebilir. Fakat aslında ortada bir çelişki yoktur, o devirde yaşananlar ‘birçok katmanda’ incelenip değerlendirildiğinde ortaya çıkacak tabloda bir çelişki görülmeyecektir.
Kur’an’ın özellikle Arap toplumuna verilmesinin nedenleri
Milattan önce 3100 tarihinde başlamış olan karanlık çağ, o zamandan itibaren tüm insanlığı etkisi altına almaya başlamıştı. İlerleyen zamanlarda Araplarla beraber diğer halklar da bundan etkilenmiş olmasına rağmen,ayetler ve ayetlerin içeriğindeki ahlaki ve hukuki kurallar neden başka toplumlara değil de, özellikle ve öncelikle Arap halkını eğitecek ve onların yaşam biçimini düzene sokacak biçimde Arap kavimlerine verildi?
Bunun nedenlerini incelemeye başladığımızda, ‘şeriatın’ Araplardan ve Kur’an’dan önceki ilk özgün biçimiyle karşılaşılır.
Bu sorunun açıklanmasına yardımcı olacak bazı Kur’an ayetlerine bakalım.
Fatır – 31. Kitap’tan (*) sana vahyettiğimiz, ‘kendinden öncekini’ tasdikleyici hakkın ta kendisidir…
(*) Kur’an
Ahkaf -12. Bu Kur’an da öncekileri tasdikleyen bir kitaptır…
Ali İmran – 3. O, sana Kitap’ı, ‘önündekileri tasdikleyici olarak’ hak yoldan indirdi. Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti.
(Ayrıca bkz. Nisa–136)
Bu ayetlerde, Kur’an’ın, ondan önce var olan Tevrat ve İncil’i ve bunların içeriğini doğrulayıcı olduğu anlatılmakta ve Kur’an’ın bu iki Kitap ile bağlantısına dikkat çekilmektedir. Farklı dinlere inanan insanların birbirleriyle bitmek bilmeyen çekişme ve çatışmalarına bakıldığında, her ne kadar Tevrat, İncil ve Kur’an tamamen farklı dinlerin Kitap’ları olarak kategorize edilmekteyse de, Kur’an ayetleri esasen bunun böyle olmadığını vurgulamaktadır. Aslında bu kutsal Kitap’ların birbiriyle gerçek ilişkisi bambaşkadır.
Bakara – 87. Yemin olsun ki, Musa’ya Kitap’ı verdik. Ve arkasından da resuller gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da açık-seçik deliller verdik ve kendisini Ruhulkudüs’le güçlendirdik…
Hadid -27. Meryem’in oğlu İsa’yı da onların ardınca gönderdik. Ona İncil’i verdik; Ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet koyduk.
Bakara – 136. Şöyle deyin; Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İshak’a, Yakup’a, onun torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilene ve diğer nebilere verilene inandık. Bunlar arasında hiç kimseyi ayırmayız.
Bakara – 122. Ey İsrailoğulları, size lütfettiğim nimetimi hatırlayın. Ben sizi âlemlerden üstün kılmıştım.
Müminun – 45. Sonra Musa ile kardeşi Harun’u mucizelerimizle ve açık bir kanıtla gönderdik. 49.Yemin olsun Musa’ya o Kitap’ı (*)vermiştik ki hidayete erebilsinler.
(*) Kitap: Tevrat
Secde – 23. And olsun ki Musa’ya Kitap’ı vermiştik.
İsra – 2. Musa’ya Kitap’ı verdik ve onu, “Benden başka bir vekil tutmayın” buyruğuyla İsrailoğullarına bir kılavuz kıldık.
Hadid – 26. And olsun, Nuh’u ve İbrahim’i de resul olarak gönderdik. Peygamberliği ve Kitap’ı bunların soyları arasına koyduk.
Nisa – 125. Güzellikler sergileyerek ve özü-sözü doğru bir halde İbrahim’in dinine uyarak Yüzünü Allah’a teslim edenden daha güzel dinli kim olabilir! Allah İbrahim’i dost edinmişti.
Nahl – 123. Daha sonra sana şunu vahyettik: Bir hanif olarak İbrahim’in dinine uy.
Kur’an’da bunlar gibi daha pek çok ayet yer almaktadır. Bu ayetler, Tevrat’ı
(ve İncil’i) doğrulayıp onaylamaktan da öte, Arapların, Tevrat’ın özünde bulunan
bir gerçeğe hiç kuşku duymadan doğrudan inanmaları gerektiğini vurgulamaktaydı. Ayetlerde defalarca işaret edilip vurgulanan şey, Arapların da Yahudiler gibi ‘Allah inancına’ sahip olmaları gerektiğiydi. Hz. İbrahim ve onun soyu olan İshak, Yakup ve Hz Musa gibi peygamberler hiç kuşku duymadan tamamen Allah’a inanıp teslim olmuşlardı.
Zaten Arapçada Müslüman kelimesinin anlamı “Allah’a inanan”dı. Arapların ‘Müslüman olması’, Allah’a hiç inancı olmayan bir kişiyken ‘artık Allah’a inanan kişi’ olması (inanan bir kişiye dönüşmesi) anlamına geliyordu.
Yahudiler, Araplardan çok önce başka hiçbir ilaha veya putlara tapmadan tek Rab olarak Allah’ı benimsemekte ve O’nun Tevrat’ta Yahudilere verdiği Yasa ve buyruklara tamamen uymaktaydılar. Bu bakımdan aslında ilk ve orijinal şeriat Tevrat’ta yer almaktaydı. Yahve’nin buyruk ve Yasa’sının Tevrat’ta yer aldığı bölümler daha çok On Emir (*) olarak bilinmektedir.
(*)Aslında, Tevrat’ta Allah’ın (o zamanlar Yahudilerin andığı adıyla Yahve /Yehova) Yahudiler için verdiği emir ve yasalar ‘on adet’ ana emirden çok daha fazladır. Bunlar Musa’nın ilk üç kitabında ve bir bölümü de dördüncü kitabında ‘Yasa’ şeklinde yer alır).
Kur’an’daki birçok ayette Kur’an’dan önceki kutsal Kitap olan Tevrat’ın tasdik edildiğinin/doğrulandığının bildirilmesi ve Yahudilerin Allah’a olan koşulsuz inançlarına Arapların dikkatinin çekilmesinin ardında çok önemli bir neden vardı.
Bu nedenin ve Tevrat’taki Yahudi şeriatının farklı bir şekilde yeniden biçimlenerek Kur’an’da ‘İslam şeriatı’ olarak yer almasının açıklaması da Hac suresi–78. ayette verilen bir bilgide bulunmaktaydı.
Hac–78. Allah uğrunda O’na yaraşır bir gayretle didinin. O sizi seçmiş ve dinde size hiçbir güçlük çıkarmamıştır. ‘Babanız’ İbrahim’in dinini esas alın.
Kur’an’ın neden karanlık çağın etkisinde olan diğer toplumlara değil de, öncelikle Araplara indirildiğinin yanıtı da bu ayette bulunabilir. Araplara hitaben söylenen “Babanız İbrahim’in dinini esas alın” cümlesi başka hiçbir topluma söylenemezdi çünkü Araplar ve Yahudiler ‘ortak bir tarihi babayı’, Hz. İbrahim’i paylaşmaktaydılar.
Hz. İbrahim, İshak’ın Yakup’un ve tüm Yahudi soyunun babası olduğu gibi Arap soyunu oluşturan İsmail’in de öz babasıydı. Hatta İsmail, İshak’tan da önce doğmuştu. Ancak bu çocukların anneleri başkaydı. İshak’ın annesi Hz. İbrahim’in karısı olan Sara idi. İsmail’in annesi ise cariyeleri olan Mısırlı Hatice’ydi.
(Bu konuyla ilgili ayrıntılar Tevrat’ta Tekvin, Bab16’da incelenebilir).
Allah, Hz. İbrahim’le bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaya göre, Hz. İbrahim’in soyunun çoğalıp büyüme süreci boyunca Allah (Yahve) onları koruyup kollayacak ve onlardan lütuflarını esirgemeyecekti. Karşılığında da Yahudiler tek Tanrı olarak yalnızca Allah’ı tanıyıp benimseyecekler, başka ilahların putlarına tapmayacaklar ve O’nun verdiği Yasa ve buyruklara harfiyen uyacaklardı.
Bu anlaşmadan dolayı Tevrat “Eski Ahit” (Eski Anlaşma) olarak anılır. Bu anlaşma doğrultusunda Yahudiler kendilerine verilen şeriat Yasasını benimsemiş ve yüzlerce yıl uygulamışlardır. Kur’an’da da bu tarihi tinsel anlaşmaya gayet açık bir şekilde yer verilmiştir.
Bakara – 40. Ey İsrailoğulları! Size lütfettiğim nimetimi hatırlayın; Bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, Ben de size ahdimde (*) vefalı olayım…
(*) Verdiğim sözde, vaatte
Bakara – 122. Ey İsrailoğulları, size lütfettiğim nimetimi hatırlayın. Ben sizi âlemlerden üstün kılmıştım.
Yahudiler, Allah’la yaptıkları anlaşmadan sonraki süreç boyunca Allah’ın verdiği Yasa’yı uygularken, kardeşleri olan Arapların Allah’ın Varlığından bile haberleri yoktu. Onlar da diğer halklar gibi MÖ. 3100’de başlamış olan karanlık çağın etkisi altında yaşamlarını sürdürmekteydiler ve bunun sonucu olarak Tanrısal Âlem’le ilişkileri ‘giderek zayıflamaktaydı’.
Tinsel evriminin akışı doğrultusunda tüm insanlık Tanrısal Âlem’den ‘uzaklaşma’ yönünde bir gelişme gösterirken, ‘insan benliği’ neyin doğru, neyin yanlış olduğunu net bir biçimde ayırt edebilecek bir kapasiteye (bilinç kapasitesine) henüz sahip olamamıştı.
Aslında, tinsel evrim sürecinde yaşanan aşamalar açısından bakıldığında, Yahudiler de ‘başlangıçta’ Araplarla aynı konumdaydılar. Karanlık çağın (cahiliye devrinin) güçlü etkileri ve tehlikeleri onlar için de aynen geçerliydi. Onların da doğruyu yanlıştan (sevabı günahtan) ayırt edebilme yetenekleri o sırada henüz gelişmemişti, fakat karanlık çağ başlarken kendilerine verilen ayrıntılı Yasa ve buyruklar onların davranışlarını biçimlendiren bir şablon oldu. Ayrıca, girilen karanlık dönemde Yahve onların daima yanlarındaydı.
Ancak o sırada Yahve (Allah) Arapların kılavuzu olmadığı gibi, onlara henüz davranışlarını ve yaşam biçimlerini düzenleyecek bir ‘Yasa’ da vermemişti.
(Temelde kardeş olan bu iki toplumun neden bu kadar farklı kaderler yaşamaları gerektiği merak edilebilir. Ancak bu konunun açıklaması burada incelenmekte olan “şeriat” konusunun kapsamında değil. Kısaca belirtmek gerekirse, Arap ve Yahudi halklarının çok farklı tinsel/spiritüel misyonlar yüklenmiş oldukları söylenebilir).
Tevrat’ta yer alan şeriat Yasa’sıyla Yahudilerin yaşam biçimleri en ince ayrıntısına kadar belirlenmişti. Allah’la ilişkilerinin nasıl olacağı, fiziksel dünyadaki yaşam biçimleri ve uygulamaları gereken hukuki kuralların tek tek belirlenmiş olmasından başka, nasıl ibadet edecekleri ve neleri yiyip içebilecekleri de ayrıntılı bir biçimde açıklanmıştı. Aslında Tevrat aynı zamanda, akla gelebilecek her konuda onların bir başvuru kaynağı idi.
Bunların yanı sıra, Tevrat’ta onların sünnet olmaları gerektiğine dair bir hüküm vardı. Bu doğrultuda, Yahudi olmayan kavimlerin insanlarıyla dışardan evlenmeleri yasaklanmıştı. Bunun amacı, Yahudilerde endogami ile oluşacak olan kan bağının (dolayısıyla soya çekim faktörünün) dışardan yapılan evliliklerle bozulmasını önlemekti.
Böylece saf ve korunmuş kan, ‘kan bağı’ ile nesilden nesile aktarılacaktı. Yani, manevi ve tinsel yönü yozlaşmamış, aksine ‘tinsel nitelikler’ kazanmış bir toplumun bu özellikleri, soya çekim/genler faktörü vasıtasıyla nesilden nesile aktarılabilecekti.
Bunun sonucunda Yahudi halkının ‘grup ruhu/kolektif ruhu’ tinsel anlamda biçimlendirilerek tinsellik kazandırılmış oluyordu.
Yahudi erkeklerinin sünnet olma mecburiyeti bunun kontrolü ve garantisi için gerekliydi. Yahudi olmayan diğer halkların ise bir yasaları yoktu, dolayısıyla sünnet olmak gibi bir hükme tâbi olmadıkları için de erkekleri sünnetli değildi. Böylece Yahudilerde evlilik bağları sıkı bir şekilde kontrol edilmiş oluyordu. (Tekvin, Bap 17)
Cahiliye devrinde Arapların Allah’ı benimsemek yerine putlara taptıklarından söz edildi. Hâlbuki Yahudi şeriatında bu durum en baştan ele alınmış ve puta tapma durumuna düşmeleri önlenmişti. Tevrat’ta, Levililer, Bap 26 doğrudan “Kendinize putlar yapmayacaksınız” diye başlar ve “kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz (*) ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş (*) kullanmayacaksınız” şeklinde devam eder.
Kardeşleri Arapların ise giderek güçlenen ve etkinliği artan karanlık çağ boyunca şeytani varlıkları simgeleyen putlara tapmasının nedeni, ellerinde onları koruyacak bu kıymetli uyarıların olmamasıydı.
(*) Daha sonra oluşan İslami inanç açısından resim ve heykelin neden sakıncalı görüldüğüne ve bunlara kültürel yaşamda neden yer verilmek istenmediğinin ‘tarihi ipuçlarına’ Tevrat’ın bu bölümünde rastlanabilir.
Tevrat’ta yer alan şeriat Yasa’sı çok kesin ve sertti. Örneğin ‘recim’ adıyla İslami şeriattan bildiğimiz ‘taşlayarak ölüm’ cezası aslında Yahudi şeriatından kaynaklanmaktadır. Yahudi şeriatında bağışlama yoktu. Yasa’daki buyruklar hiç esneklik gösterilmeden uygulanmaktaydı. Yahve’nin, Yasa’nın ‘kesin bir şekilde’ uygulanmasını buyruk olarak belirtmesinin nedenlerinden biri, Yahudi halkının benliklerinin eğitimi sürecinde gerekli disiplini sağlamaktı. Yahudi halkının misyonu itibariyle bu konuda taviz verilemezdi. Yasa’nın kesin bir biçimde uygulanmasıyla Yahudiler ‘Korku, utanma ve pişmanlıkla’ eğitildiler ve böylece itaati öğrendiler. Tevrat zamanlarının insanı itaat eden bir insandı.
Ancak Yasa’nın/şeriatın esas amacı Yahudileri ‘dışardan verilen buyruklarla’ sürekli itaate zorlamak değildi!
İnsanlığın Kutsal Tinsel Âlemden kopuşu
Bu sıkı ve zorlu eğitimin amacının ne olduğunu ve niçin böyle bir sürece girildiğinin nedenlerini anlayabilmek için insan evriminin tinsel tarihindeki bazı gelişmeleri incelemek gerekir. Çok uzun zamandan beri bir tinsel/spiritüel evrimin içinde olan insanlık, yaratılışının başında Tanrının –Tanrısal Âlemin bağrında idi. Yani insan esasen Tanrı’ya çok yakın bir varlıktı. İnsanın Tinsel – Tanrısal Âleme çok yakın olduğu bu dönemde insan başlangıçta cennette (*) bulunmaktaydı.
(*) Fiziksel dünyaya inmeden önce insanın bir süre içinde bulunduğu, o zamanki evrim aşamasına özgü, tinsel boyutta var olmuş olan –ancak şimdi o ‘hal’de/biçimde var olmayan- tinsel sema.
İnsan, ‘şeytan’ tarafından kandırılıp cennetten ayrılmak zorunda kaldıktan sonra Tinsel Dünyayla ilişkisini ve bağını hemen yitirmedi. Ancak, aradan geçen çok uzun evrim süreci boyunca bu bağ ve ilişki giderek zayıfladı. Tanrısal Âlemle olan bağı silikleşirken, insan zayıf ve fersiz bir şekilde olsa da Tinsel Âlemin Varlığını bir nevi durugörü ile içsel biçimde hissedebiliyordu.
İnsan bu süreç içindeyken Tinsel Âlemin Varlığına yabancılık duymuyordu ancak o sırada henüz kendi bireysel benliği gelişmemiş olduğu için daima Tinsel Âlemin güdümündeydi. Fakat artık insanın ‘kendi benliğinin’ gelişmesi gerekmekteydi.
İnsanın cennetten ayrılmasıyla, aslında resmen başlamış olan ‘benlik gelişmesi’ sürecinde insanın Tanrısal Âlemle bağlarının giderek zayıflaması, hatta belli bir noktada da tamamen kopması gerekiyordu. Evrim sürecindeki bu gelişmeler doğrultusunda, zamanla insan ‘Kutsal Olanla’ bağlantısını tamamen yitirdi ve Tanrısal Âlemden uzaklaştı. Başka bir deyişle, Tanrısal Âlemin kapıları insana tamamen kapandı.
Kutsal olan Tanrısal Âlemden uzaklaşıp fiziksel dünyayla özdeşleştikçe de, kutsal olmayan ve karanlığı temsil eden şeytani varlıklar insan üzerinde etkin olmaya başladılar. Böylece, ‘fiziksel dünya planında varoluş’ sürecinde tüm insanlığın ‘karanlık çağ’ (cahiliye dönemi) dönemi başlamış oldu.
İşte insan evriminin bu aşamasında, karanlık çağın ‘başlangıçlarında’, binlerce yıllık bir tinsel doküman olan Tevrat’ta tüm ayrıntılarıyla (ve de daha sonra onun doğrulayıcısı olan Kur’an’da da) anlatıldığı gibi, Tanrı Yahve (Allah) ile Yahudiler arasında söz konusu ‘tinsel anlaşma’ gerçekleşti. İnsan evriminde gelinen nokta itibariyle tüm insanlık karanlık çağa girerken, yani artık Tinsel Âlemle bağlarının tamamen kopması sürecine girerken, yapılan anlaşma sayesinde Yahudiler bu bağı ‘başka bir biçimde’ muhafaza edebilecek ve Tinsel Âlemle ilişkilerini devam ettirebileceklerdi.
Kardeşleri olan Araplar ahlaki yozlaşma, Tanrı tanımama ve putlara tapma süreci içinde yaşamlarını sürdürürken, Yahudiler, Allah’ın Musa peygamber vasıtası ile aktardığı buyruklarını ve onlara özel şer-i Yasa’yı uygulayarak karanlık çağın etkilerinden korunuyor ve ‘dışardan evlilik’ yapmadıkları için de, oluşturdukları manevi – tinsel değerleri kan bağı vasıtasıyla hiç aksatmadan nesilden nesile aktarabiliyorlardı. Yasa hükümlerinin eğitiminde çok uzun zamanlar yaşamaları sonucunda Yahudilerin kazandıkları tinsel niteliklerden biri de daha önce sahip olmadıkları ‘vicdan’ idi.
Arapların Kur’an evveli cahiliye dönemindeki durumları
Üzerlerine çöken karanlık çağın etkileri altında yaşamaları sonucunda giderek Tinsel Âlem’den uzaklaşan ve Musevi’lerinki gibi bir “Yasa’ya” sahip olmayan Arap halkının İslam öncesinde ne durumda olduğu, İbn Kesir’in “Hadislerle Kur’an’ı Kerim Tefsiri” adlı 16 ciltlik eserinin 4. cildinden bir alıntıyla daha iyi açıklanabilir:
“Her cahiliyet devrinden arta kalan bir takım kirlilikler ve pislikler vardır.
Arapları cahiliyetinden de arta kalan bir yığın pislikler mevcut idi. İşte bunlardan bir kısmını Hazreti Cafer İbn Ebu Talip şöyle anlatmaktadır. Kureyşlilerin elçilerinin yanında Habeşistan Necaşisinin huzurunda o devir cahiliyet adetlerinden söz ederken diyor ki;
“Ey Kral, biz cahiliyet ehli kimseler idik. Putlara tapar, ölü eti yer, fuhşu irtikâp eder, sıla-i rahim tanımaz, komşulara kötülük yapar bir kavim idik. İçimizden kuvvetli olanlar zayıf olanları ezer ve yerdi. İşte biz böyle bir halde iken Allah Teâlâ, bize kendi içimizden bir peygamber gönderdi. Biz onun soyunu ve doğruluğunu bilir, iffetli ve emin bir kişi olduğunu kabul ederdik. Bizi tek bir Allah’a -tevhide- çağırdı. O’na ibadet etmeye davet etti. Daha önce bizim ve atalarımızın Allah’tan başka ibadet ettikleri taştan ve ağaçtan yapma şeylere ibadet etmememizi istedi. Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, sıla-i rahim yapıp etrafımızda bulunanlara karşı iyi muamele etmemizi emretti. Başkasının mahremine tecavüz etmeyi ve kan dökmeyi yasakladı. Fuhşu irtikâp etmeyi, yalan söylemeyi, yetimlerin malını yemeyi, temiz kadınlara iftira etmeyi yasakladı. Allah’ ibadet etmeyi, O’na asla şirk koşmamamızı emretti. Namaz kılmamızı, zekât vermemizi ve oruç tutmamızı emretti.
O cahiliye devrinden arta kalan pislikler arasında Hz. Aişe’nin (Ayşe) anlattığı iki cins arasındaki münasebetlerin tasvirine dikkat ediniz. Bu gülünç ve çirkin durumu ifade eden metin, Sahih-i Buhari’de aynen şu şekildedir.
Cahiliye devrinde nikâh dört şekilde yapılırdı;
— Bugünkü halkın yaptığı gibi nikâh. Bir adam birisinin kızı veya evlatlığı ile nişanlanır, mehrini öder sonra da nikâhlanırdı.
— İkinci nikâh şekli şöyle idi: Karısı hayızdan temizlenince adam karısına derdi ki; falancaya var ve onunla birleş. Kadının kocası bundan sonra ona hiç yaklaşmazdı. Temas ettiği adamdan hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar karısından uzaklaşırdı. Hamile kaldığı anlaşılınca isterse ve severse karısı ile birleşirdi. Daha çok doğacak çocuğun necabeti için böyle yaparlardı. Bu nikâha istibda nikâhı adı verilirdi.
— Bir başka nikâh şekli de şöyle idi; On kişiden aşağı olmamak üzere bir topluluk birleşerek, bir kadının yanına girip hepsi birden onunla temas ederlerdi. Kadın hamile kalıp çocuk dünyaya gelince, çocuğun doğumundan birkaç gün sonra kadın onların hepsine haber yollardı. İçlerinden hiçbir erkek gelmezlik etmezdi. Hepsi birden toplanınca kadın: Sizin işinizden olan şeyi biliyorsunuz. İşte şimdi doğum yaptım bu çocuk senindir ey falan, derdi ve içlerinden sevdiğinin adını verirdi. Çocuk o adama verilirdi ve adam çocuğu almamazlık edemezdi.
— Son olarak da şöyle bir nikâh şekli vardı: Birçok kişi toplanır ve bir kadının yanına girerlerdi. Kadın, gelenlerden hiçbirisini geri çevirmezdi. Bunlar umuma ait kadınlardı. Kapılarının üzerine işaretler çekerlerdi. Bununla tanınırlardı. İsteyen kimse bu kadınların yanına girerdi. Herhangi birisinden hamile kalır da çocuğunu doğurursa, bütün o erkekler yanına gelir toplanırlardı. Ehl-i vukuf bir kişiyi çocuğun babasını tespit etmesi için çağırırlardı. Sonra o fahişe kadının doğurduğu yavruyu ehl-i vukufun tespit ettiği şahsa verirlerdi ve o kişi bunu kabullenmeyi reddetmezdi.
(Not: Burada belirtilen cahiliye devri nikâh biçimlerinden başka, zamanımızda bir Ortadoğu ülkesinde çok popüler olan, ‘erkeğin ödediği belli bir para karşılığında bir kadın ve erkeğin belli bir süre için nikâhlanmış sayılmaları’ biçiminde bir nikâh olan ‘Muta nikâhı’nın varlığına da değinilmeli. Bu alıntıda anlatılanlar yorumsuz bırakıldığı gibi bu nikâhın varlığı da yorumsuz bırakılacak).
Hz. Peygamberin bi’setiyle bütün o cahiliye devrinden kalma nikâh şekilleri iptal edilmiş ve bugünkü haline gelmiştir.
Büsbütün bir çirkeflikti bu hal. İşte İslam bu çirkeften kurtardı Arapları. Bu pislikten temizledi onları. Ve Şayet İslam olmasaydı, Araplar hala o çirkefin içine batacaklardı. Hem de gırtlaklarına kadar gömüleceklerdi.
Cinsi münasebetler mevzuunda anlattığımız cahiliyet devrinin bu aşağılık hali sadece kadın anlayışının bir kısmını teşkil ediyordu. Üstat Ebu’l – Hasan el – Nedvi ‘Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti’ adlı eserinde şöyle diyor. Cahiliye devrinde kadın zulüm ve aldatılmanın hedefi idi. Hakkı çiğneniyor, malı yağma ediliyordu. Boşandıktan veya kocası öldükten sonra beğendiği erkek ile evlenmekten men ediliyordu.
Eşya ve bir hayvan gibi elden ele intikal ediliyordu. İbn Abbas derki; Bir kimsenin babası veya varisi öldüğü zaman onun eşi kendisine kalırdı. Mehrini verinceye kadar onu tutabilir veya hapsedebilirdi. Şayet mehrini vermezse ölünceye kadar bekletirdi. Atâ ibn Ebu Rebah derki: Cahiliye devrinde bir adam ölünce karısının evlenebilmesi için, o aileden bir çocuk varsa, o büyüyünceye kadar bekletilirdi.
Cahiliye devrinde kadının hiçbir değeri yoktu. Erkekler haklarından istifade edip gerektiği gibi kullandıkları halde, kadınlar kullanamıyorlardı.
Kadınlara verilen mehir ellerinden alınıyor ve sırf eziyet olsun diye bekletiliyordu. Bazen de kocası kendisinden yüz çevirirdi. Bazen bakımsız olarak askıda kalıyor ve kendi haline terk ediliyordu. Birtakım yiyecekler sadece erkeklere mahsus idi, kadınlara yasaktı. Hiçbir hudut tanımadan bir erkek istediği kadın ile evlenebilirdi.
Bu devirde kız çocuğundan nefret o kadar ilerlemişti ki, onları diri diri toprağa gömecek hale gelmişti. Meydanî’nin naklettiğine göre, Heysem ibn Adi şöyle anlatır; Kız çocuğunu diri diri toprağa gömmek âdeti bütün Arap kabilelerinde cari olmakla beraber ancak on kişiden biri yapardı (%10).
İslamiyet’in ilk devirlerinde, kız çocuğunu toprağa gömmek âdeti üzerine muhtelif fikirler öne sürülüyordu. Bir kısmı sırf namuslarını korumak için kızlarını toprağa gömüyordu. Yahut ta üzerlerine bir şerefsizliğin gelmesinden çekindikleri için.
Bir kısmı da, mavi gözlü, siyahî, cüzamlı veya topal çocuklarından nefret ettiklerinden dolayı toprağa gömülüyorlardı. Bazı kimseler de geçim sıkıntısından ötürü fakirlik korkusu ile kız çocuklarını diri diri toprağa gömerdi.
Kız çocuklarını o kadar acı ve çirkin bir şekilde toprağa gömerlerdi ki, pek az kurtulan olurdu. Kızın babasının seferde bulunması veya meşguliyeti yüzünden bazen gömme işi gecikebilirdi. Bu takdirde çocuk büyür ve aklı başına gelirdi. Böyle olanlardan insanı figana sevk edecek kadar acı hikâyeler nakledilirdi. Bir kısım kimseler de kız çocuklarını bu duruma gelince bir yar kenarından aşağı atar ve yuvarlarlardı.
Bu çirkefler meyanında- hatta bunların esas sebebi çok gülünç ve alçak bir veçhe arz eden şirk ve putperestlik belası gelirdi. Ebu Hassan Ali bu hususu şöyle özetler;
Cahiliye devri Arapları en iğrenç putperestlik ve şirk deryasına son derece dalmışlardı. Her kabilenin, her bölgenin ve her şehrin hususi bir putu olurdu. Hatta her evin ayrı ve kendisine has bir putu bulunurdu. Kelbî diyor ki; Mekke’de her ev sahibinin ayrı bir putu bulunurdu ve evinde ona tapınırdı. Bir Mekkeli sefere çıkmak istediği zaman evinde yaptığı en son iş putunu silmek ve okşamak oluyordu. Seferden döndüğünde de evine girdiğinde ilk yaptığı iş, putunun önüne varıp onu okşamaktı.
Araplar putperestlikte o kadar ileri gitmişlerdi ki, bazıları bir evi, bazıları bir putu bir eve veya puta gücü yetmeyenler de bir taşı Kâbe’nin haremine diker veya sevdiği, hoşuna giden bir yere koyar, sonra da tıpkı Beytül Haram’ı tavaf eder gibi onu tavaf ederdi ve buna ‘Ensab’ adını verirlerdi.
Sırf Allah’a ibadet için yapılmış olan Kâbe’nin hareminde veya çevresinde tam üçyüzaltmış tane put vardı. Daha sonra ilerleyerek, putperestlik yerine taşlara tapınmaya başlamışlardı. İmam Buhari Ebu Reca rivayeten diyor; “Biz taşlara tapınır idik. Tapındığımız taştan daha iyi bir taş görünce onu atar, bunu alır üstüne bir miktar da süt sağdıktan sonra çevresini tavaf etmeye başlardık.”
Kelbî diyor ki; bir kimse sefere gittiği zaman konak mahalline varınca dört tane taş alır, içlerinden en iyisini seçerek onu rab edinirdi. Diğer üç taşı ise üzerine yemek pişirecek kazanı koymak için dizer ve ocak taşı yapardı. Tekrar yolculuğa başlayınca da hepsini de olduğu yerde bırakırdı.
Her yerde her devirde müşrik milletlerde olduğu gibi Arapların da cinlerden, meleklerden ve yıldızlardan birçok ilahları vardı. Meleklerin Allah’ın kızı olduğuna inanıyorlardı. Bunun için de melekleri ilahları indinde şefaatçi olarak kabul ediyorlardı ve onlara tapınıyorlardı. Ayrıca cinleri de Allah’a eş tanıyorlardı. Onların kudret ve tefsirlerine inanıp tapınıyorlardı. Kelbî diyor ki; Huzâa kabilesinden Melik oğulları cinlere tapar idiler. Said der ki; Himyer kabilesi Güneş’e tapar idi. Kinane kabilesi de Ay’a tapardı. Temim kabilesi ise Debran’a, Lahm ve Cüzam kabilesi Sirius’a, Esed Kabilesi de Utarid’e tapardı.
Bu çirkefler meyanında onların düşmüş bulunduğu ahlâki ve içtimai hastalıklar da bulunuyor idi ki, Arap insanının şuurunda bunlar başlıca övünme ve iftihar vasıtasıydı. Piyasalarında, çarşı ve pazarlarında, en çok övündükleri şeyler arasında içkiden tutun da, kabilevi kan gütme adetlerine kadar her türlü fikri gelişmeyi engelleyici ve insanı; mahalli, mahdut adetlerin üstüne çıkarmayan bazı gülünç şeyler bulunuyordu.
Araplarda kabile taassubu ve kan gütme âdeti çok şiddetli ve yaygın bir haldeydi.
Kan dökmek ve harp yapmak onların nazarında gayet basit bir işti. Pek önemli olmayan alelade hadiseler bile kan dökmek için, harp etmek için kâfi idi.”
“Hadislerle Kur’an’ı Kerim Tefsiri” adlı eserde cahiliye devri Araplarına dair bazı ayrıntılar veren İslam alimlerinin de açıkça belirtmiş olduğu gibi, karanlık çağın (cahiliye devrinin) etkileriyle Arap kabileleri her bakımdan yozlaşmış ve dejenere bir halk haline dönüşmüştü.
O zamanlardakinden daha farklı bir ruhsal yapıya sahip olan çağımız insanı, ‘o dönemin koşullarına dair’ ayrıntılar hakkında bir fikir sahibi olmadığı takdirde, neden Kur’an ayetlerinden ortaya bir ‘şeriat yasası’ çıkartılması gerektiğini ve bunun neden o zamanlardan itibaren zorunlu olarak uygulandığını anlamakta güçlük çekebilir. Hatta bazı ayetlerdeki çok sert ve kesin ifadeler insanı şaşırtabilir.
Ancak, İslam evveli Arap halkının sosyal yapısı ve yaşam biçimi insan evrimindeki gelişmeler (karanlık döneme girilme) açısından incelendiğinde, ayetler formunda gelen ‘bu ‘öğretinin ve kuralların’ cahiliye döneminde yaşayan ve üzerlerinde ‘karanlığın etkin olduğu’ bir halkın ruhsal ve tinsel gereksinimlerini karşılayacak bir biçimde verildiği anlaşılır.
(Önemle belirtilmesi gerekir ki, bizler bu satırlarda sadece objektif bir inceleme/irdeleme yapmak konumundayız. Yoksa hiç kimseyi veya hiçbir toplumu yargılamak konumunda ve amacında değiliz. Evrim süreci içinde insanların yaşamış olduğu ‘tinsel-tarihi’ gelişmeleri yargılamak çok yanlış bir yaklaşım olur.
Ancak ‘objektif ve tarafsız’ bir gözlem yapıldığı takdirde bu tinsel-tarihi gelişmelerin arkasındaki gerçekler ve gizemler anlaşılabilir ve de şeriatın daha derinlerdeki anlamı kavranabilir. Böyle karmaşık ve çok yönlü bir konuya dair gerçekleri görebilmek için düşünce ve duygularımız sadece antipati veya sempati duymanın ve sığ duygusallığın ötesine geçmelidir).
Dünyadaki varlığını böyle bir sosyal yapı ve yaşam biçimiyle sürdüren bir halk, geri dönüşü ve kurtuluşu mümkün olmayan bir noktaya gelmeden önce yine aynı Yüksek İlah – Allah tarafından ele alındı ve onlara ataları İbrahim’in diğer soyu olan Yahudilere verilenlere benzer bazı temel kurallar verildi. Bunlar, soyları evvelce hiç uyarılmamış olan Arapların kurtulmasını sağlayacak olan kurallardı. Kur’an ayetleri bu nedenden dolayı başka bir topluma değil, özellikle ve öncelikle Arap halkına verildi.
(Hz. Muhammed’e hitaben)
Yasin – 6. Babaları uyarılmamış, tam gaflet içinde bir toplumu uyarman için gönderildin.
Böylece, evvelce Musevilerle aynı atayı (Hz. İbrahim’i) paylaşmış olan Araplar, daha
sonra da onlarla aynı Allah’ı paylaşmış oldular.
İslami şeriatın ortaya çıkışı
‘İslami şeriat’ denilen şeyin temeli de bu şekilde oluşmuş oldu. Arapların yaşam biçimlerinin köklü bir biçimde değiştirilerek eskisinden farklı bir düzene girebilmesi için neyin doğru neyin yanlış, yani neyin sevap neyin günah olduğunu açıkça anlayabilmeleri gerekiyordu. Bundan dolayı Araplara Hz. Muhammed vasıtasıyla ayetler şeklinde kesin uyarılar ve kurallar verildi.
Cahiliye devrinde Arap halkının bir toplum olarak nasıl bir karaktere sahip olduğunu ve nasıl yaşadığını ‘Hadislerle Kur’an’ı-Kerim Tefsiri’ kitabında verilen bilgiler yardımıyla zihnimizde canlandırdığımız zaman, Kur’an’daki bazı ifadelerin neden bazen çok sert olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Yukarıdaki alıntıda Arapların -İslam âlimlerinin ağzından- hangi konularda kusurlu ve yanlışta oldukları açıklanmaktadır. Kur’an ayetlerinde işaret edilen yanlış davranışlar ve bunların düzeltilmesi için verilen uyarılar, alıntıda anlatılanlarla çizilmiş olan sosyal tablo açısından incelendiğinde, ayetlerde vurgulanan noktaların bu tabloda belirtilen hususlarla tamamen örtüştüğü görülecektir. Böylece, Kur’an’da bunlarla bire bir bağlantılı olarak özellikle verilmiş olan uyarılar ve kurallar daha da anlam kazanacaktır.
Bunun yanı sıra, önemli bir noktaya daha değinmeliyiz. Hz. Muhammed vasıtasıyla Araplara açıklanmaya çalışılan, Allah’ın bir Yüksek İlah olarak Varlığı ve de iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın ayırt edilmesine dair bilgiler uzun bir müddet Arap kavimlerinin büyük bir çoğunluğu tarafından kabul görmedi ve anlaşılamadı.
Bilindiği gibi, ayetlerin indirildiği 23 yıllık süre boyunca inananlar, bunlara inanmayıp reddedenlerin saldırılarına karşı kendilerini korumak için mecburen onlarla savaşmak zorunda kaldılar.
Bu ilk 23 yıl, Arap halkına gelen ‘kurtarıcı öğretinin’ o coğrafyada tutunmakta en zorlandığı zamanlardı. Kur’an dikkatlice incelendiğinde, bu uzun ve zorlu mücadelenin ve savaşların ayetlere de aynen yansımış olduğu gözlemlenebilir.
Bazı ayetlerin ifadesinden yansıyan sertliğin nedeni de buydu. Bu tür ifadeler resulün mesajlarına ‘inanmayanlar ve ret edenler’ yüzünden oluşan durumlardan (küfre sapma, resulle alay etme ve saldırılardan) kaynaklanmaktaydı. Yoksa her sert ifade ve kural, ‘gelecek zamanda doğacak olan’ daha bilinçli insanları hedeflemiyordu.
Örneğin, çağımızda ana ve babaların geçim kaygısıyla veya başka nedenlerden çocuklarını öldürmeleri bir yana, aksine çocuklarının iyiliği, sağlığı, beslenmesi, eğitimi ve mutluluğu için ellerinden gelen her fedakârlığı yapmaktalar. Ancak cahiliye devrinde durum böyle değildi. Onun için şöyle ayetlerin gelmesi zorunluydu:
İsra – 31. Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de Biz rızıklandırıyoruz. Kuşkusuz, onları öldürmek büyük bir günahtır.
Tekvir – 8. O diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda, 9. Hangi günah yüzünden öldürüldü diye!
Kur’an, bu çağda indirilmiş olsaydı, yukarıdaki ayetlerin ve cahiliye dönemi insanlarının doğruyla yanlışı (günah ve sevabın) ayırt edilebilmesine yardımcı olmak amacıyla verilen benzeri pek çok ayetin Kur’an’da yer alması gerekmeyecekti.
Gerçek cihadın anlamı ve Arapların tinsel eğitimi
Kur’an ayetlerin çoğu, sözü geçen savaş ve mücadele koşullarında indirildiğinden dolayı pek çok ayetten ‘barış özlemi’ yansımakta ve savaşçı Arap doğasına karşın ‘barışçıl’ olabilen insanların Allah’ın gözünde çok değerli oldukları vurgulanmaktaydı.
Bakara –208. Ey iman sahipleri! Hepiniz toptan barış içine girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
Kasas – 67. Ama tövbe eden, inanıp barışa yönelik iş yapan kişinin kurtuluşa erenlerden olması ihtimali vardır.
Beyyine – 7. İman edip barışa yönelik fiiller sergileyenlere gelince, işte onlardır yaratılmışların en hayırlısı.
Bu önemli noktalar şunun için belirtildi: Karanlık çağda Araplar, nesiller boyunca Tanrısal Âlem’den hiçbir uyarı ve rehberlik almadıkları için ahlâken ve daha pek çok bakımdan yozlaşmış, Allah’ın Varlığını kavrayamamış ve ruhsal – tinsel kapasitelerini geliştirememiş bir halktı.
Bu nedenden dolayı peygamberi reddedip, onu ve ona inanan az sayıda insanı yok etmeye çalışıyorlardı. Karanlık çağ boyunca geldikleri noktada, daha çok ‘karanlığın getirdiği özelliklere eğilimli’ bir toplum hale gelmişlerdi.
Hz. Muhammed vasıtasıyla onlara iletilen her uyarı ve bilgi ise, onların cahiliye devrinde oluşturup benimsedikleri yozlaşmış yaşam biçimi ve anlayışın tam tersini temsil ediyordu. Bu yüzden Kutsal olan bir Allah ve O’nunla bağlantılı kavramlar onları rahatsız etmişti. Gönderilen ayetlerde alışagelmiş yaşam biçimlerinin yanlış ve günah dolu olduğunun belirtilmesi ve bambaşka bir anlayışın öne sürülmesi de peygambere saldırmalarına neden olmuştu.
Dolayısıyla bu koşullar altında gelen pek çok ayet, onların o sırada sahip olduğu bilinç seviyesine göre ayarlanmıştı. Yani ayetlerin çoğu ve içerdikleri kurallar özellikle
‘o çağda tinsel/spiritüel bilgilerden tamamen habersiz olan insanların’ bilinç düzeyine/anlayışına yönelikti. O çağda ‘Cahiliye dönemi’ etkisi altında olan kolektif bilinç, henüz ‘gelişmiş bir tinsel bilince’ sahip değildi.
Secde – 3. Yoksa “onu uydurdu” mu diyorlar. Hayır, haktır o; senden önce hiçbir uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarman içindir. Umulur ki, doğruya ve güzele kılavuzlanırlar.
Yasin – 62. Yemin olsun, şeytan, içinizden pek çok nesli saptırmıştı. Aklınızı hiç işletmiyor musunuz?
Dühan – 58. Biz o Kur’an’ı senin diline ‘kolaylaştırdık ki’ düşünüp öğüt alabilsinler.
Zühruf – 3. Biz onu akıl erdirebilesiniz diye Arapça bir Kur’an yaptık.
Maide suresi 33. ayette saldırganlar için belirtilen ceza ise, Hz. Muhammed’in anlatmaya çalıştıklarını kavramaktan çok uzak olanların anlayabileceği bir sertlikte idi:
Maide – 33. Allah ve resulü ile savaşanların cezası şudur: öldürülürler ve yahut asılırlar yahut elleri ve ayakları çaprazlamasına kesilir yahut bulundukları yerden sürülürler.
Uzun yıllar süren ‘savaş hali’ süresince Allah’ı ve ayetlerini reddeden ve hatta resule karşı savaşanlar için Kur’an’da belirtilen ceza da mecburen oldukça sert idi. Aslında Allah’ın tercihi insanların bu şekilde cezalandırılmaları değildi. Allah, sadece insanların Kendisini tanımalarını ve anlamalarını bekliyordu.
Esasen gerçek cihat ve gerçek mücadele insanların cehaletine karşı verilen bir mücadeleydi. Bunun için benimsenecek ideal yöntem ise kılıçla/silahla savaşmak değil, insanlara tinsel gerçeklere dair bilgiler – öğretiler aktararak bilinçlenmelerini sağlamaktı.
Furkan – 52. Artık inkârcılara karşı boyun eğme, onlara karşı ‘Kur’an ile’ zorlu bir cihat aç.
Bu ayette de ‘gerçek cihadın’ silahlarla bir başka insana karşı değil, daima karanlığa ve bilgisizliğe (tinsel anlamda bilgisizliğe) karşı açılması gerektiği gayet açık ve anlaşılır bir biçimde belirtilmişti.
(Yoksa cihat, zamanımızda, Kur’an’ı bir kere bile okuduğu şüpheli bazı kişilerin kendi kafasına estiği gibi sağa sola cihat/savaş ilan edip saldırgan bir tutum benimseme özgürlüğünün kılıfı değildir. Bu şekilde fevri davranışlar, cihadın Kur’an’da açıkça belirlenmiş anlamı üzerine gölge düşürmektedir).
Gelecekteki insan ve geleceğe yönelik ayetler
Allah, aslında Kur’an’ın en başlarında yer alan Bakara suresi 21. ayette “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin ki korunabilesiniz” diyerek çok yumuşak bir ifadeyle insanını sadece uyarmıştı. Yine, Bakara suresi 112. ayette “Kim güzel davranışlar sergileyerek yüzünü Allah’a teslim ederse, Rabbi katında ödülü vardır onun.” şeklindeki sözlerle de insanlara doğru yolu işaret etmişti.
Bakara – 195.ayette ise, aslında Allah’ın insanından ne beklediğini ve onunla nasıl bir ilişki içinde olmayı dilediğini görmekteyiz.
Bakara – 195. Allah yolunda harcama yapın/nimetleri paylaşın; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Güzel düşünüp güzel işler yapın çünkü Allah güzellik sergileyenleri ‘sever’.
Bu ayette Allah, Tinsel /Tanrısal Âlemden kaynaklanan tinsel prensipleri yani iyiliği, doğruluğu, merhameti, adaleti ve sevgiyi yaşamda uygulamayı bilmeyen ve vicdan geliştirmeye henüz fırsat bulamamış bir topluma Kendisiyle ‘sevgide’ nasıl buluşabileceklerinin yolunu açıklamaktaydı. Çünkü esasen Allah’ın isteği, insanla bir nevi ‘korkan’ ve ‘korkulması gereken ve cezalandıran’ döngüsü içinde olmak değil, daha yüksek bir tinsel karşılaşma olan ‘sevgide’ buluşmaktı.
Ancak bunun gerçekleşebilmesi için, Arapların o zamana kadar Allah’tan uzaklaşmasına ‘neden olan’ yaşam biçimleri tamamen değişmeliydi. Çünkü o sıralarda var olan sosyal yapıları ve yaşam biçimleri, Allah’ı anlamaları ve O’nun tinsel prensiplerini kabullenmelerinin önünde güçlü bir engel oluşturuyordu.
Bu bakımdan, Allah’ın Varlığına açıkça düşmanlık edenler yüzünden o zamanlar yaşanmış olan 23 yıllık savaş sürecinde bazen sert ifadeler ve katı uyarılarla inen ve -sonradan şer-i kurallara dönüşecek olan- ayetlerin muhatabının, o sırada cahiliye dönemi yaşamakta oldukları için Allah’ı bütün güçleriyle inkâr eden o devrin Arap halkı olduğu mutlaka belirlenmelidir. Daha sonraları başka halklar da Kur’an’dan kaynaklanan İslami inanca katıldılar. Ancak ilk başta Ayetlerin hedef aldığı halk Araplardı.
Zühruf – 3. Biz onu akıl erdirebilesiniz diye Arapça bir Kur’an yaptık.
Ahkaf – 12. Zulmedenleri uyarsın, güzel davrananlara müjde olsun diye Arap dilindedir.
Fussilet – 44. Ve eğer biz onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık, diyeceklerdi ki: “Ayetleri genişçe açıklansaydı ya!” İster yabancı dilde ister Arapça! De ki: “O, iman edenler için bir kılavuz, bir şifadır…”
Zühruf – 5. Siz haddini aşan bir toplumsunuz diye, o Kur’an uyarısını sizden uzak mı tutalım?
Başka bir deyişle, eğer Hz. Muhammed bugünkü ‘Allah bilir’ insanlara bazı mesajlar vermek üzere zamanımızda gelseydi, Allah’ı inkâr ederek kendisine saldırılması bir yana, hiç kuşkusuz büyük bir sevgiyle kucaklanırdı.
Bugün bir din olarak zaten İslam’ı benimsemiş ülkelerde hala Allah’ın Varlığını inkâr eden ve inançlı insanlara savaş açarak Allah’a açıkça düşmanlık eden insanların varlığı söz konusu olabilir mi?
Allah’a ibadet için daima açık olan binlerce camiye sahip ve her türlü dini vecibeyi yerine getirmekte özgür olan ülkelerde kimin cahiliye dönemi Arap halkı gibi Allah’ın Varlığına karşı çıktığı söylenebilir? Zamanımızda, en tahsilli Ve kültürlü insandan, eğitim ve kültür alma olanağı bulamamış insana kadar herkesin, “Tabi ki şeytani putlara tapmam ve yaratan tek Allah’a inanırım” bilincine sahip olduğu bir çağda, cahiliye devrinin Arap halkına göre biçimlenmiş şeriatın çağımız insanı için hala gerekli bir eğitim olduğu söylenemez.
Bazı ülkelerde hala şer-i kurallarla yaşamak benimsenmiş ve bunun sağlayacağı eğitimin gerekli olduğuna kanaat getirilmiş olabilir. Ancak bu durum, o ülkelerdeki ‘mizaç ve anlayışı kendine özgü’ halkların bir seçimidir. Şeriatla eğitilme sürecini -birkaç enkarnasyon boyunca- gerektiği kadar deneyimleyerek artık hazmetmiş olan ve ruhu daha öte tinsel bilgilere açılmaya hazırlanmış insanlara ise hala şeriat dayatmaya çalışmak çok yanlış olur.
Çünkü şeriat kuralları zaten evvelki zamanlardan beri birçok toplumda etkin olarak insan ruhunun belli bir tinsellik kazanmasını sağlamış ve büyük bir ölçüde görevini yerine getirmiştir.
Bu doğrultuda, pek çok insan artık ruhlarında ‘vicdan’ oluşturmayı başarmış ve ruhlarının yönünü iyiliğe, ahlaka, güzelliğe ve en önemlisi Rab’leriyle ‘sevgide’ buluşmaya çevirmiş durumdadırlar.
Kısacası, insanların cahiliye dönemiyle kıyasla ‘bilinç seviyeleri’ değişmiş ve artık Kur’an’daki ‘geleceğe yönelik’ ayetleri kavrayabilecek insanlara dönüşmüşlerdir, yani şeriattan ‘sonraki aşamalara ve gelişmelere’ artık hazırdırlar.
Kur’an’da, Kur’an’ın indirildiği zamanlarda var olan bilinç seviyesi ile anlaşılabilecek ayetler olduğu gibi, geleceğe yönelik olarak verilmiş ve ancak ‘gelecekteki insanın’ sahip olacağı bilinçle anlaşılabilecek bazı ayetler vardır. Geleceğe yönelik ayetlerden biri de: “İman edip barışa yönelik işler yapanlara gelince, Rahman onlar için bir ‘sevgi’ oluşturacaktır.” diyen Meryem–96. ayettir. Aslında sevgi, o sıralarda karanlık çağın etkisi altında olan insanlığın ruhunda henüz yer almayan fakat ‘gelecekte’ giderek daha iyi anlaşılacak ve insanın içselleştirebileceği bir tinsel duygudur. (İnsanın şimdi bildiği sevginin niteliği de değişerek gelecekte ‘başka bir nitelik’ kazanacaktır).
Şeriat, yüzyıllar boyunca etkin olarak insanların bazı Tinsel Dünya prensiplerini anlamasına yardımcı olmuştur. İnsanlar Kur’an’daki bilgiler doğrultusunda eğitilerek Tanrı tanımaz ve hak hukuk bilmez bir duruma saplanmış olmaktan kurtulmuşlar ve de onlarda da ‘vicdan’ gelişebilmiştir. Ayrıca şeriat kuralları insanın bir birey olarak doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etmeyi öğrenmesine de yardımcı olmuş ve bütün bu öğrenilenler hem Araplarda, hem de İslam’ı kabullenmiş olan başka halklarda nesilden nesile iletilmiştir. Ancak tinsel evrimin ‘yapısı ve amacı’ insanın sürekli aynı döngü içinde mıhlanıp kalmasına uygun değildir.
Allah’a ibadet
Çağımız insanının Allah’ın Varlığını ve Tinsel Âlemin ‘temel prensiplerini’ kavramış ve benimsemiş olduğundan artık kimsenin kuşkusu yoktur. Günümüzde Allah’ın var olup olmadığını tartışarak birbiriyle savaşa tutuşan insan gruplarına artık rastlanmamaktadır. Ayrıca ortalıkta şeytani putları Allah’a eş tutan insanlar da görmemekteyiz.
‘Allah bilincini’ kalıcı bir şekilde içselleştirmiş kimi insan, dışardan bakınca daha belirgin bir biçimde, kimi insan da belli etmemeyi tercih ederek Tanrı’sına özgürce ibadet etmektedir.
Allah’ın istediği şey, ibadet ederken insanın Kendisine yalnızca ‘belli bir biçimin’ çerçevesi içinde yaklaşması değildir. Allah gibi varoluşun en ince ayrıntılarının arkasındaki güç olan Yüksek Varlığa “yalnızca Kilisede, Havrada ve Camide ibadet edilebilir” ve “sadece şu biçimde ibadet edilirse geçerli olur” gibi kısıtlamalar getirmek olası değildir. O’na ibadet belli bir mekân ve biçimle kısıtlanmamalı ve farklı yöntemlerle ibadetin önü açık olmalıdır.
Bu doğrultuda, açıkça “Benimle yarattığım kişiyi baş başa bırak.” diyen kısa fakat anlamı çok derin olan Müddesir suresi -11. ayetin anlaşılması çok önemlidir.
Allah’a ibadet her an her yerde yapılabilmelidir. Örneğin üzerinde hiçbir kısıtlama olmayan ibadet yöntemlerden biri de zikir’dir, yani Allah’ın Adını ‘anmaktır’.
“Anın Beni ki anayım sizi.” diyen Bakara –152. ayet bu yönteme dikkat çeker. Aslında Bakara -152.ayet de Kur’an’daki geleceğe yönelik ayetlerden biridir.
Allah’ı anmak ne anlama gelir? Allah’ı anmak sadece O’nun Esmâül Hüsna’daki Adlarını tekrar etmekten ibaret değildir. Allah’ı anmak aslında ‘farkındalık’ ve ‘çalışma’ gerektiren ve çok güçlü bir meditasyondur ve bu meditasyon sadece belirlenmiş zamanlarda ve yerlerde değil, günün her saatinde ve her yerde yapılabilir.
İnsan gün boyunca davranışlarında, ağzından çıkan sözlerde, hatta her düşüncesinde ‘farkındalık’ içinde olabildiği ve bunların arkasına ‘bilinçli bir benlik’ koyabildiği takdirde Allah’ı anmış olur.
İnsan, varlığıyla etrafına daima ahlak, iyilik, güzellik, merhamet, şefkat, adalet ve sevgi yansıtabiliyorsa, maddi-manevi kimseyi incitmemeye özen gösteriyorsa, ağzından çıkan sözlerde nefret, yalan, kibir, gurur ve küstahlığa yer vermiyorsa ve de en önemlisi, kendi ulusundan veya inancından olmayan insan kardeşlerini de ‘insanlık sevgisiyle’ kucaklayabiliyorsa ancak o zaman gerçekten Allah’ı anmakta başarılı olduğu söylenebilir.
Esasında ‘Allah’ı anmak’ demek, O’nun Tinsel Âleminden kaynaklanan değerli prensipleri fiziksel dünyada ‘farkındalık ve bilinçle’ ‘her an’ uygulamak demektir.
İnsan bu uygulamada başarılı olabildiği takdirde Allah da insanını anar. Allah’ın bir insanı anabilmesi için o insanın varlığını fark edebilmesi gerekir. Allah’ın Tinsel Âleminden kaynaklanan prensipleri benimsemeyen ve dünyada uygulamayanların O’nun tarafından fark edilip muhatap alınabilmeleri ya da kaale alınmaları olası değildir. Ancak bilincinde Allah’a daimi bir yer verenlerin, yani O’nu daima ‘ananların’ Allah tarafından kaale alınması ve anılması olasıdır.
Ankebut–69. Allah, güzel düşünüp güzel davrananlarla mutlaka beraberdir.
Hud–115. Sabret. Allah, güzel düşünüp güzel davrananların ödülünü yitirmez.
İnsanın tinsel eğitiminin amacı ve ‘inanç özgürlüğü’
Allah’ın amacı insanını şeriat hükümlerinin çerçevesi içine kalıcı bir şekilde mıhlamak, gelecekte de bu çerçevenin dışına çıkmasını yasaklamak ve bu ‘kurallar ve cezalar’ döngüsünün içinde onu mütemadiyen cezalandırmak değildir.
O’nun amacı sadece, insanın öğrenmesini yani tinsel konulara dair bilgisizliğini aşarak bilgilenmesini ve bilinçlenmesini sağlamaktır. Başka bir deyişle O’nun isteği, çok uzun bir zaman evvel Tinsel Dünyadan tamamen koparak, girdiği fiziksel dünya varoluşu sürecinde Tinsel Dünyayla ilişkisini tamamen yitirmiş olan insanın yeniden Tinsel Dünya ile uyumlanarak ‘kökeniyle bilinçli bir ilişki kurabilmesinin’ önünü açmaktır.
Aldığı tinsel bilgilerle bilinçlenen insan, eğer kendi bilinci ve benliğinin özgür iradesiyle Rabbini bulabiliyorsa, Tinsel Âlem için en değerli olan budur.
Yoksa Allah’a inanmak, Allah’a iman ve Allah sevgisi gibi şeylerin ‘zorla ve dayatılarak’ elde edilebileceğini zannetmek sadece bir yanılgıdır. Böyle bir yanılgı kesinlikle Yüksek Tinsel Âlemden yansımamaktadır. İnsanları belli bir dogmaya veya inanca zorlamak insanlara mahsus bir yanılgıdır.
Zorbalıkla, dayatmayla ve hırpalayarak elde edilmeye çalışılan inancın Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur. Gerçek inanç, iman ve Tanrı sevgisine ancak insan tamamen özgürken ve kendi kavrayışı ve iradesiyle Tanrı’ya yönelebildiği zaman erişilebilir. Dayatma ile oluşturulan inanç insanın ruhunun derinliklerine işleyemez ve temelleri sağlam olmaz.
Bakara–256. Dinde baskı –zorlama- tiksindirme yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan net bir biçimde ayrılmıştır. Her kim putlara sırt dönüp Allah’a inanırsa hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa yapışmış olur…
Neyin doğru neyin yanlış olduğu kendisine açıkça belirtildikten sonra artık insanın neyi seçeceğine kendisinin karar vermesi gerekir. İnsanın özgür iradesini devre dışı bırakarak baskı ve zorlama ile ibadete zorlamak -bu ayette belirtildiği gibi- onu, üzerine empoze edilen şeylerden tiksindirebilir ve aksine uzaklaştırabilir.
Yarattığı insanın özgür benliğe sahip ve kendi iradesi olan bir varlık olmasına (*) özen gösteren Allah, bunu Bakara–256. ayette ve daha pek çok ayette açıkça belirtmiştir.
Bu bakımdan, her şeriatın (Yahudi ve İslami şeriatın) belli bir geçerlilik süreci olduğu gerçeğinin anlaşılması önemlidir.
(*) Bkz. ‘İnanç Özgürlüğünün Kozmik Anlamı’ başlıklı yazı. – <derki.com> 18. Sayı
‘Kısas’, ‘affetme’, ‘Mesih İtkisi’ (Christ Impulse) ve Musevilerin şeriat Yasa’sından özgür olmaları
Çok önceki (tarih öncesi) zamanlarda, Tanrısal Âlemden henüz kopmamış olan insanın, Allah’a yakınlığı nedeniyle tamamen O’nun güdümünde olduğu, dolayısıyla doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü ayırt edebilme kapasitesini o uzak geçmişte henüz geliştirememiş olduğu belirtilmişti.
Daha sonra Tinsel Âlemden giderek uzaklaşan ve onu beklemekte olan karanlık çağın etkisi altına giren insanın o sırada geliştirememiş olduğu bir yetenek de “adalet duygusu/kavramı” idi. Esasen ‘adalet’ Tanrısal Âlemden kaynaklanmaktaydı. İnsanın tamamen Tanrısal Âlemin güdümünde olduğu sıralarda ‘kusursuz ve mükemmel adaleti’ bilme yeteneği sadece Tanrısal Âleme aitti. Ancak, kaynağı Kozmos olan adaletin fiziksel dünyaya inmiş olan insan tarafından da öğrenilmesi ve yaşamda uygulanması gerekiyordu. Bu doğrultuda insan, ‘belirlenmiş bir süreç içinde’ bunu uygulamalı olarak öğrenmeli ve hazmetmeliydi.
Doğru ve yanlışın ve de iyi ve kötünün anlaşılabilmesi için gerekli itki ilk olarak
Hz. İbrahim’in soyundan gelen Yahudilerde yaşama geçirildi. Tanrısal Âlemden kaynaklanan adaleti kavrayabilmeleri için, ilk önce her yanlış ve kötü hareketin bir tepki oluşturacağının ve ‘bir insanın diğerine yaptıklarının aynen bir karşılığı olacağının’ anlaşılması gerekiyordu.
Bu doğrultuda Yahudiler ‘kısas prensibiyle’ tanıştılar. Nesiller boyunca göze göz, dişe diş ve cana can şeklinde uygulanan ‘kısas prensibinin’ kendilerine öğrettikleriyle geliştirdikleri bu yeteneği kan bağı/soya çekim faktörü ile nesilden nesile aktaran Yahudiler, uzun bir süre sonunda ‘adalet nosyonlarını’ oluşturabildiler. Bu nosyon ancak bu yolla kalıcı bir şekilde ruh ve benliklerine yerleşti.
Böylece Allah’la yapılan anlaşma doğrultusunda, evvelce sadece Tinsel Dünyaya ait olan adalet prensibi uzun bir zaman sonra Yahudi halkı vasıtasıyla önce kolektif (grup ruhu) sonra da bireysel düzeyde fiziksel dünyada yer alabildi.
Ancak Yahudilerin harfiyen uyguladıkları bu kuralların (Yasa’nın) bir özelliği vardı. Yasanın içeriğinde başlangıçta ‘affetme’ diye bir kavram yoktu. Dolayısıyla Museviler de, aslında potansiyel olarak ruhlarında buna hazırlanmış olmalarına rağmen kendiliklerinden affetme/bağışlama gibi bir kavramı uygulamaya koyamıyorlardı.
Daha doğrusu, belli bir ‘zamanlama durumu’ nedeniyle Yasa henüz buna izin vermiyordu.
Ancak Tanrısal adalet bu şekliyle (kısas) var olmaya devam edemezdi çünkü Tanrısal Âlem, insanın, adalet kavramını anlayıp içselleştirebilmesi için ‘sadece belli bir süre’ geçerli olması gereken kısas prensibinde takılıp kalmasını değil, bunun bir dönüşümden geçerek ‘başka bir nitelik ve karakterde’ dünyada etkin olmasını istiyordu. Bu dönüşüm insan evrimi açısından bu çok önemli bir gelişme olacaktı.
Fiziksel dünyaya yansımış olan Tinsel Dünya adaletinin içinde/doğasında artık ‘bağışlama’ da olmalıydı ve bu sonuç mutlaka fiziksel planda elde edilmeliydi.
Bunun başarılı olabilmesi için de fiziksel plana yeni bir ‘itki’nin gelmesine ihtiyaç vardı.
Bu ‘canlı itkiyi’ fiziksel dünyaya ilk defa getiren Christ – Kristos ya da Mesih adıyla bilinen bir Yüksek Tinsel Dünya Varlığı idi.(*)
(*) Bkz. ‘Mesih İsa’nın Tekrar Gelişinin Tinsel Anlamı’ başlıklı yazı. – <derki.com> 20. Sayı
Christ’ın/ Mesih’in Tinsel dünyadan getirdiği bu yeni itkinin ve içerdiği değişikliklerin yansımalarını esasen İncil’de görmekteyiz.
Dünyaya gelen yeni itki, Hz. İsa’nın “Başkalarını yargılamayın, siz de yargılanmayacaksınız. Başkasını bağışlayın, siz de bağışlanacaksınız.” ve “Sana tokat atana öteki yanağını çevir” gibi sözleri ve de havarilerine öğrettiği ‘Tanrı’ya Dua’da yer alan “Bize karşı hatalı davrananların hatalarını affettiğimiz gibi, Sen de bizim hatalarımızı affet.” şeklindeki öğretilerinde belirgin bir biçimde yansımaktaydı.
Bu gelişmeler doğrultusunda İncil’de, o zamana kadar sadece kısasla eğitilmiş ve affetmeyi ‘bir prensip’ olarak uygulama olanağı bulamamış olan Yahudilerin yüzlerce yıl sonra kendi içlerinden birini nasıl affettiklerini aktaran bir olayı inceleyelim.
Yuhanna, Bölüm – 8
Din bilginleri ve Ferisiler zinada yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa’ya “Öğretmen, bu kadın tam zina ederken yakalandı” dediler. “Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?” Bunları, İsa’yı sınayabilmek ve suçlayabilmek için söylüyorlardı.
İsa eğilmiş parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı sormaları üzerine doğruldu ve “aranızda günahsız olan ona ilk taşı atsın!” dedi.
Sonra yine eğildi ve toprağa yazmaya koyuldu. Bunu işittikleri zaman başta yaşlılar olmak üzere, birer birer İsa’yı yalnız bıraktılar. Kadın orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, “kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?” diye sordu.
Kadın, “Hiçbiri efendim” dedi.
İsa, “Ben de seni yargılamıyorum” dedi. “Git, artık bundan sonra günah işleme!”
Binlerce yıldır Tevrat’taki katı Yasa’yı uygulamış, fakat aynı zamanda Hz. İsa’nın, ‘”suçlama”, “yargılama” ve “bağışla” gibi yeni ve farklı anlamlar yansıtan öğretisinden etkilenmiş olan Yahudiler işin içinden çıkamamışlardı.
Tevrat’taki buyruklarla Hz. İsa’nın söyledikleri ilk bakışta onlara çelişkili yaklaşımlar gibi gelmişti. Aralarında bu konuyu açıklığa kavuşturmak isteyenler olduğu gibi, Ona inanmadıkları için Onu sınamak ve yanlışını çıkartarak suçlamak isteyenler de vardı. Bundan dolayı, Tevrat Yasa’sındaki kesin cezası ‘taşlanmak – recim’ olan canlı bir örnekle Onun yanına geldiler.
Din bilginlerinin ve Ferisilerin Hz. İsa’ya sordukları soru, aslında sıradan bir insanı köşeye sıkıştırabilecek bir soruydu. Hz. İsa yanıt olarak, “Hayır onu taşlamayın, affedin” deseydi, onlar da, “Ama senin bu söylediğin, Musa vasıtasıyla Tanrı Yahve’den geldiğini bildiğimiz Yasa’mızla uyuşmuyor, eğer onu affedersek, bizler Yahve’nin buyruklarına karşı gelmiş olmayacak mıyız?” diyeceklerdi. Aksine Mesih, “Evet, bu durumda işlenen günah da Tevrat’taki cezası da belli, o zaman taşlanması gerekir” deseydi, onlar da “Demek ki Yahve’nin şeriat Yasa’sı karşısında senin öne sürdüğün yeni kavramların bir geçerliliği yokmuş.” diyeceklerdi.
Hâlbuki Mesih İsa’nın bilincinde olduğu fakat Yahudilerin henüz farkında olmadığı çok önemli bir nokta vardı. Tevrat’taki Yasa’nın şablonuyla binlerce yıl eğitilmiş olmalarının sonucunda geliştirilen ve nesilden nesile aktarılmış olan ‘ruhsal-tinsel edinimler’ artık ruhlarının içine işlemişti. Bunun sonucunda da Musevilerin evvelce sahip olmadığı bir niteliği/yeteneği edinmişlerdi. Bu yetenek, katı kuralların otomatikman ve düşünmeden uygulanmasına karşın, artık düşünceyi ve vicdanı kullanarak doğru tartabilme ve bu doğrultuda gerektiğinde bir insanı ‘affedebilme’ yeteneğiydi.
Getirdiği yeni itkiyi Musevilerin artık almaya hazır olduklarının bilincinde olan Mesih İsa, onlara özellikle ‘düşünmeye ve mantıklarını kullanmaya’ davet edecek sözler söylemişti. İncil’de aktarılan sonuca baktığımızda, Mesih’in sözlerinin ve bunun zamanlamasının çok doğru olduğu gözlemlenir.
Aynı durum (zina yapan bir kadın) daha önceki bir zamanda yaşanmış olsaydı ve bir Peygamber çıkıp da, “Aranızda günahsız olan varsa, ilk taşı o atsın” deseydi, onun bu sözleri anlaşılamayacak ve halkın üzerinde bir etkisi olmayacaktı. Hâlbuki uzun bir süre Yasa’nın eğitiminden geçmenin (ve karanlıktan korunmanın) sonucunda Mesih’in verdiği mesaj açıkça anlaşılabilmişti.
Mesih İsa’nın o kısa cümleyle onlara söyledikleri esasında şu anlama gelmekteydi:
“Şu sırada herkes tarafından bilinmiyor olabilir, ama sizlerin de yüzeyde görülmeyen pek çok günahınız var. Ancak, günahlarınız henüz bu kadınınki gibi açıkça ortada görünmese de, bunların hepsini Tanrı Babanız biliyor ve O’nu kandırmanız mümkün değil. Bu bakımdan sizler de Tanrı karşısında aynen bu kadın gibi günahkârsınız, aslında hepiniz aynı konumdasınız. Bu durumda, birer günahkâr olarak bu kadını yargılayıp taşlamanızın adil bir yargı ve tutum olduğunu nasıl düşünebilirsiniz? Aranızda gerçekten başkasını yargılayıp taşlayabilecek kadar saf, masum ve günahsız biri var mı?”
Sordukları soruya aldıkları yanıtla Onun ne anlatmaya çalıştığını anladıkları zaman düşünce ve vicdanları devreye giren halk birer birer dağıldı. Böylece, evvelden olduğu gibi bir ‘grup ruhu’ içindeyken davrandıkları gibi hareket etmemiş oldular. Yani kadının taşlanmasının doğru bir yargı olmayacağını kendi benlikleriyle, kendi bireysel akıl – mantık ve düşünceleriyle kavrayıp ona göre bir karar verdiler.
Verdikleri karar, Allah’la yaptıkları ‘anlaşmadan’ beri, ‘onlar yerine’ doğru ve yanlışı ayırt ederek onları belli bir davranış biçimine yönlendiren şeriat Yasa’sından etkilenmedi. Artık kendi ruhlarının bireysel düşünebilme ve karar verebilme yetenekleri ve en önemlisi de “vicdan” devreye girmişti. Mesih İsa’nın gelişinden önce ‘vicdan’ kavramına Tevrat’ta rastlamak olası değildi.
Böylece, Yahve’nin Tevrat’ta yer alan, “Bu kanunlar ilerde bir gün içinizde/kalbinizde yer alacak” sözü de gerçeklik kazanmaya başlamış oldu.
Bu gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan çok önemli bir başka gelişme de, insanların artık belirgin bir şekilde ‘özgürlük’ kazanmalarıydı.
Yasa’nın esaretinden kurtuluş, gelen İman’ın getirdiği özgürlük
Allah’ın istediği de zaten insanlığın bu yönde bir gelişme sağlamasıydı. İnsan, evrim sürecinde benliğini geliştirmeli, özgür bir varlık olabilmeli ve özgür bir konumdayken, kaynağı Tinsel Âlem olan Tanrısal prensipleri benliğinin özgür iradesiyle fiziksel dünyada kendisi uygulayabilmeliydi. Kelimetullah (Tanrı’nın Kelimesi) olarak Mesih’in Tinsel Dünya’dan getirdiği ‘canlı itki’ ve buna bağlı değişim ve dönüşümlerin temelinde bu faktör vardı.(*)
(*) Bkz. ‘Mesih İsa’nın Tekrar Dönüşünün Tinsel Anlamı’ başlıklı yazı. – <derki.com> 20. Sayı
Kur’an’da da, yanında getirdiği itkiyle İsa Mesih’in, Yahudilerin Tevrat’la ilişkisini değiştireceğine ve onları bazı Yasalardan özgür kılacağına değinilmiştir.
(Kur’an’da Hz. İsa’nın ağzından)
Ali İmran – 50.“Tevrat’tan önümde bulunanı doğrulayıcıyım. Size haram kılınmış olanın bir kısmını size helâl yapacağım. Rabbinizden bir mucize getirdim size.”
Hz. İsa’nın, “haram kılınmış olanın bir kısmını size helâl yapacağım” şeklindeki sözleri şu anlama geliyordu: “Evvelce sizlere pek çok yasaklar getiren ve Allah’la yaptığınız anlaşma doğrultusunda bir çeşit tutsaklık altında uymaya mecbur olduğunuz Yasa’nın bir kısmından özgür olmanızı sağlayacağım.” (On Emir’deki, “Öldürmeyin”, “çalmayın” gibi buyrukların bir değişikliğe uğraması elbette söz konusu değildi). Mesih’in gelirken yanında getirdiği mucizenin bir kısmı, Yahve tarafından verilmiş binlerce yıllık Yasa’nın temel prensibinde yapılacak değişikliğin sonucunda Yahudilerin Yasa’nın eğitiminden ve tutsaklığından artık özgür kalmalarını kapsıyordu.
Bu gelişmelerle ilgili olarak İncil’de, Elçilerin İşleri, Galatyalılar, bölüm 3 – 23’de yer alan Aziz Paul’un sözleri de konuya ışık tutmaktadır:
“Bu iman gelmeden önce, biz Yasa altında hapsedilmiştik, ‘gelecek iman’ açıklanıncaya dek Yasa’nın tutuklusuyduk. Yani imanla aklanalım diye kutsal Yasa Mesih’in gelişine dek eğitimcimiz oldu. Ama iman gelmiş olduğundan artık Yasa’nın eğiticiliği altında değiliz.”
Çok uzun bir süredir Yasa’nın eğitimi ve kılavuzluğu altında olan Yahudiler için bu özgürlük çok büyük bir değişiklikti. Bu gelişmeler ve Yasa’dan özgür olmalarına yönelik ‘esasta’ gerçekleşen değişiklik nedeniyle Tanrı’yla yapılan bu ikinci anlaşmaya da ‘Yeni Ahit’ adı verildi. Musevilerin tinsel tarihinde daha sonraki gelişmeleri anlatan bu doküman, ayrıca ‘İncil’ olarak da bilinmektedir.
Yahudi ve İslam Şeriatları arasındaki bazı farklılıklar
Yahudilerin şeriat Yasa’sının yer aldığı Tevrat’ta başlangıçta ‘affetme’ kavramı bulunmadığı ve Yahudilerin hiçbir esnekliği olmayan ‘kısas’ yasasıyla eğitildiği belirtilmişti. Ayrıca, Yahudilerden çok daha sonraları kendilerini eğitecek olan bazı kurallara kavuşan Arapların şeriatında da temelde benzer kısas kurallarının yer aldığı belirtildi.
Bu iki şeriatın arasındaki en büyük farklardan biri, Kur’an’da, kısas’ın yanı sıra aynı zamanda “affetme” kavramının – prensibinin de yer almasıydı.
Maide – 45. O Kitap’ta (Tevrat’ta) onlar üzerine şöyle yazmıştık: Cana can, burna burun, kulağa kulak, dişe diş… Yaralamalar karşılığında da kısas. Kim kısası ‘bağışlarsa’, ‘bu bağışlaması’ kendisi için günahlara bir perde olur”…
Ali İmran – 134. Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yutanlardır onlar, ‘insanları affedenlerdir’. Allah güzel düşünüp güzel davrananları sever.
Müminun – 96. En güzel olan neyse onunla sav kötülüğü…
Fussilet – 34. Güzellikle çirkinlik / iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel tavırla sav. O zaman görürsün ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sımsıcak bir dost gibi oluvermiştir.
Araf – 199. ‘Affetmeyi esas al’. İyiyi ve güzeli emret, cahillerden yüz çevir.
Tevrat’ta rastlanması mümkün olmayan ‘yargılamama’ ve ‘affetme’ prensibi, geleceğe yönelik ayetler biçiminde Kur’an’da yer almıştır. Bu prensipler insanlık evrimi sürecinde yeni bir itki olarak ilk ortaya çıktığında tüm insanlığa İncil’den aktarıldı.
Tevrat’ın yapısını ve gidişatını değiştiren ve de esasını bambaşka bir prensibe dönüştüren bu itki okült terminolojide “Mesih İtkisi” (Christ Impulse) olarak adlandırılır. Bu itki sadece Hıristiyan inancı benimseyenler için değil, ‘tüm insanlık’ için gelmiştir / gönderilmiştir.
Kısas prensibi ve affetme prensibi Kur’an’da birlikte verilmişti ancak, Arapların da doğru ve yanlışı ayırt edebilmeleri ve adalet nosyonunu kazanabilmeleri için öncelikle ‘kısas prensibini’ anlamaları gerekiyordu.
İnsan evriminde, bu aşamanın atlanılarak daha öte ve daha yüksek bir aşamaya geçilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla, önce bu aşamadan geçme gerekliliği hem Araplar hem de onlar vasıtasıyla sonradan İslam’ı kabullenip kısas prensibiyle tanışan diğer halklar için de geçerliydi.
Hemen o sırada etkin olabilmesi mümkün olmayan affetme prensibine geçiş sağlanabilmesi için oldukça uzun bir zamanın geçmesi gerekiyordu.
Dolayısıyla, Kur’an’da affetmeyle ilgili olarak verilen ayetler, yine ‘geleceğe ait’ ayetlerdi. “Affetmeyi esas al ve -kısasa başvurmadan- “En güzel olan neyse onunla sav kötülüğü” gibi ayetlerin ‘manasının’ anlaşılması, içselleştirilebilmesi ve en önemlisi, hiç şaşmadan daima uygulanabilmesi ancak gelecekte gerçekleşebilecekti.
Bu yeni prensiplerle ancak ‘fiziksel dünya yaşamında’ karşılaşabilme olanağı bulan insanların bu kavramları benliklerinin bir parçası olarak özümseyebilmeleri için dünyada defalarca reenkarne olmaları gerekmekteydi. Bu aşama halen sürmektedir ve ileriki bir zamana kadar da devam edecektir.
Tevrat ve Kur’an’ın arasındaki en önemli farklardan biri de şuydu: ‘Affetme ve sevgiyi esas alan bu yeni prensibin’, insanların ‘grup ruhlarını’ etkileyerek ‘kolektif bir biçimde’ etkin olması artık mümkün olamayacaktı. Mesih’in getirdiği yeni itki, ‘grup ruhu’ üzerinde etkin olması amaçlanan bir itki değildi. Ancak tek tek her birey tarafından uygulamaya konabildiği zaman, insanın ‘bireysel özgür iradesinin’ katkısıyla etkin olabilecekti.
Yani bu itkinin fiziksel dünyada etkinlik kazanabilmesi, kolektif bir gelişmeyle değil, her ayrı benlik tarafından yaşama geçirildiği takdirde mümkün olabilecekti.
Çünkü artık Tanrısal Âlemin insanlığı ‘topluca eğitmesi’ devri sona ermişti.
Başka bir ifadeyle, insanlar artık Tanrısal Âlem tarafından bir ‘grup ruhu’ olarak ele alınıp eğitilmeyeceklerdi.
Evrim sürecinde her insanın akıl, mantık ve düşünme yeteneği ve daha da önemlisi insanların bireysel benlikleri gelişmişti. Artık ‘daha öte tinsel edinimler’ kazanıp kazanmayacağına her benliğin ‘kendinin’ karar vermesi aşamasına gelinmişti.
Böylece Kur’an ve Tevrat arasındaki çok önemli bir farka daha işaret edilmiş oldu. Tevrat zamanlarında insanların benlikleri henüz yeterince gelişmediği için tinsel eğitimleri topluca, bir ‘grup ruhu’ olarak gerçekleştiriliyordu. Bu eğitimin özgür bir seçimle kabulü veya reddi söz konusu değildi! Aziz Paul’un “Bu iman gelmeden önce biz Yasa altında hapsedilmiştik” “Yasa’nın tutuklusuyduk” gibi sözleri bunu anlatmaktaydı. Kur’an’da ise, yine benzeri temel kurallar verilmesine rağmen, bunların Araplar tarafından Yahudilere verilen “Yasa” gibi benimsenmesi ve hatta Allah’a inanılması ‘mecburi tutulmamıştı.’
Allah, Arapların kurtuluşu için onlara ayetlerle kurallar göndermiş fakat Yahudilerle yapmış olduğu anlaşmanın (ahit’in) bir benzerini ‘Araplarla yapmamıştı’. Dolayısıyla, ayetler Arapları cahiliye devrinin etkilerinden kurtaracak bir kılavuz olmuş fakat aslında onlara uyulması mecburi bir “Yasa” olarak verilmemişti.
Tevrat’ta buyruklar biçiminde verilen kesin Yasa’nın içeriği ve Kur’an ayetlerinden yansıyan daha farklı ifade şekli bu bilgilerin ışığında karşılaştırıldığı zaman, Allah’ın Kur’an ayetleri vasıtasıyla muhatap aldığı insanlara (Arap’lara ve İslam’ı daha sonra benimseyen diğer halklara) oldukça belirgin bir biçimde ‘özgürlük bağışladığı’ görülür.
Tevrat zamanlarından daha sonra gerçekleşen bu gelişmenin Kur’an’daki tezahürü oldukça belirgindir. Çünkü İncil’de ayrıntılı bir biçimde fiziksel dünyaya geldiği müjdelenen yeni ‘canlı tinsel itki’, daha sonra Kur’an’da da İncil’dekinden daha farklı bir ifade biçimiyle duyurulmuştur.
Bu konuyu ifade etme biçimi değişik olsa da, Kur’an’da yer alan pek çok ayet zaten kendinden evvelki Kitapların içeriğini doğruladığını bildirmekte ve bunu defalarca vurgulamaktadır.
Ali İmran – 3.O sana Kitap’ı önündekileri tasdikleyici olarak hak bir yoldan indirdi. Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti.
Maide – 44. Biz indirdik Tevrat’ı, Biz. İyiye ve Güzele kılavuz var onda, ışık var.
Hadid – 27. Meryem’in oğlu İsa’yı da onların ardınca gönderdik. Ona İncili verdik.
Kur’an’da, insanların artık ‘özgür bırakıldığını’ vurgulayan pek çok ayetten örnek olarak şunları verebiliriz:
(Hz. Muhammed’e hitaben)
Gaşiye – 21. Artık uyar, düşündür. Çünkü sen bir uyarıcı düşündürücüsün.
22.Üzerlerine musallat bir despot değilsin.
Yunus – 99. (Ey Muhammed) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi toptan iman ederdi. Hal böyle iken, mümin olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın?
Hac – 49.De ki: Ey insanlar, ben sizin için açık bir uyarıcıdan başkası değilim
Furkan – 56. Biz seni sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
Şûra – 48.Yüz çevirirlerse, Biz seni onlar üzerine bekçi göndermemişiz.
Sana düşen tebliğden başkası değildir.
Görüldüğü gibi Allah, o sırada putlara tapmakta olan Arap’lara ‘Varlığını’ duyurma görevini verdiği Hz. Muhammed’e bile, mesajını iletirken insanların inanç özgürlükleri konusunda titiz davranması gerektiğine işaret ediyordu. Çünkü Musevilerle yapılan anlaşmada olduğu gibi Yasa hükümleri doğrultusunda ibadet artık söz konusu değildi.
Zaman ilerledikçe değişen koşullar nedeniyle, kavimin bütün insanlarının Allah’a istisnasız ibadet etmesinin zorunlu olduğu dönem sona ermişti. İnsan evriminde yer alan bu önemli yeni gelişmeler -yukarıdaki gibi- Kur’an ayetlerine, ‘insanların ibadet konusunda özgür bırakılmaları’ ve ‘zorbalıkla ikna edilmemeleri’ şeklinde yansımıştı.
Tevrat ve Kur’an arasındaki bir başka farklılık da şuydu: Museviler, Yasa’nın eğitimiyle elde edilen ‘tinsel değerlerin’ kan bağına dayalı evliliklerle oluşturulan ‘kan’ ve ‘soya çekim’ faktörü kullanılarak nesilden nesile aktarılması süreci içindeyken, bu kanın dışardan yabancı bir kan ile bozulmaması için Musevi olmayanlarla dışardan evlilik yapmıyorlardı. Bu doğrultuda, ‘kendilerinden olanların’ kesinlikle bilinmesi için Yasa’larında sünnet olma mecburiyeti vardı.
Hâlbuki Kur’an’da erkeklerin sünnet olmasının mecburi olduğunu belirten bir ayet yoktur. İslam’da dini inancın bir töre şeklinde dışa vurumu olan sünnet, aslında Musevilerden gelme bir adettir. Musevilerde ise sünnet, Allah ve Yahudi halkının yaptığı anlaşmanın (ahit’in)
-bir anlamda- imzası gibiydi.
Sünnet olmanın Kur’an’da bir mecburiyet olarak yer almamasının nedeni, bundan itibaren ‘tinselliğin’ nesilden nesile kan bağı ve soya çekim faktörü ile iletilen bir şey olması gerekmediğindendi. Artık belirlenmiş bir halkın arasında kan bağı ilişkisi oluşturup bunu muhafaza etmek gerekli değildi. Yani artık ‘Tanrı’ya imana’, Musevilerin binlerce yıl ‘grup ruhu’ olarak benimsedikleri “babamız İbrahim’le olan kan bağımız” gibi bir prensibi benimseyerek ulaşılması gerekmiyordu. Evvelce Allah, Hz. İbrahim zamanından beri kanda etkindi, fakat aslında ‘Kandaki Baba’, “Tinsel Baba’nın” sadece fiziksel dünyadaki bir tezahürüydü (kendini dışarıda göstermesiydi).
Ancak Mesih’in dünyaya ‘gelmesi’ ve beraberinde bir ‘tinsel itki’ getirmesinden itibaren, ‘kan bağı ile Hz. İbrahim’e bağlılık,’ yani “ben ve babam İbrahim biriz’” prensibinden daha yüksek bir prensip olan “Tanrı Babam ve ben biriz” prensibi dünyaya gelmiş oldu.
Tanrı’nıninsanlarına gönderdiği bu yeni prensip ile ‘Tanrı’ya iman’ tüm insanlığın erişebileceği bir şey olmuş ve böylece Tanrı’ya iman edebilme, Tanrı’dan yansıyan tinselliği kan bağıyla ileriki nesillere aktarmak üzere seçilmiş bir halkın -bir anlamda- tekelinden çıkmıştı. İnsan, artık kan bağına gerek kalmadan Tinsel Âlem ile ‘daha doğrudan’ bir ilişki kurabilecekti.
Tinsel Âlemin zamanlamasına göre, bundan böyle Allah’la ve Tinsel Âlemle ilişki artık sadece Musevilere değil bütün insanlığa ait olabilecekti ve de bunu sağlayacak olan yeni canlı itki de tüm insanlığın paylaşabileceği bir itki şeklinde dünyada var olacaktı.
Bu bakımdan, insanın Tanrı’yla bir bağlantısı ve ilişkisi olabilmesi için -Tevrat’takinden daha farklı bir biçimde olsa da- onu yine bir şeriat yasasıyla eğitmek ve belli bir ‘yasanın hâkimiyeti’ (ya da Azizi Paul’un dediği gibi ‘yasa tutsaklığı’ /‘yasa hapsi’) altına sokmak gerekmiyordu.
Bundan dolayı, Yahudilerde yaşanmış olduğu gibi, ‘babamız İbrahim ve onunla olan kan bağımızdan dolayı Allah’la var olan ilişkimiz’ şeklindeki ilişkinin bir benzeri tekrar etmeyecekti.
Tekrar etmesi de gerekmiyordu, çünkü bazı tinsel sebepler nedeniyle sadece ‘Yahudilere özel’ bir biçimde yaşanan sürecin sonunda Yahudilerin Tinsel Âlem tarafından belirlenmiş olan Kozmik görevi artık sona ermişti.
Zamanın ve evrimin doğasının bir yansıması olan ‘değişim ve dönüşüm’ prensibinin ‘gerekleri’ doğrultusunda Yahudilerle belli bir süre için çok farklı bir tinsel olay yaşanmış, ancak Mesih’in (Christ’ın) gelmesiyle ve getirdiği itkiyle bu süreç sona ermişti.
Bundan itibaren evrim, evvelce var olmayan ‘çok farklı bir etkenin eşliğinde’ ilerleyecekti.
Bu nedenlerden dolayı, aralarında temelde bir akrabalık ve ortak bir baba olmasına rağmen Arapların daha sonraları deneyimledikleri tinsel olayın, Musevilerin yaşamış olduğuyla tam anlamıyla aynı şey olmadığını belirtmeliyiz.
Hz. İbrahim’in dini neydi? / hangi dindendi?
Yukarıdaki bilgiler doğrultusunda Nisa – 125. ayeti inceleyelim.
Nisa – 125. Güzellikler sergileyerek ve özü sözü doğru bir halde İbrahim’in dinine uyarak yüzünü Allah’a teslim edenden daha güzel dinli kim olabilir! Allah İbrahim’i dost edinmişti.
Ayetin incelenmesine “Allah İbrahim’i dost edinmişti” cümlesinden başlanacak olursa, bu sözlerle Hz. İbrahim’in, Allah’a yakınlaştırılan, Allah tarafından kabul gören ve O’nun dostluğa layık bir insan olduğunun belirtildiği görülür. Allah tarafından dostluğa layık görüldüğüne göre Hz. İbrahim çok özel nitelikleri olan bir insan olmalıydı, yoksa ayet bunu vurgulamazdı.
Hz. İbrahim bütün benliğiyle Allah’a inanmış ve teslim olmuş bir insandı. Rabbinin her şeyi en iyi bilen olduğuna dair bir kuşkusu yoktu ve O’na güveni sonsuzdu. Bilindiği gibi, Allah ona -ihtiyar yaşında- bir oğul bağışlayacağını, bu oğulla onun soyunu çoğaltıp devam ettireceğini ve İsrailoğullarına her bakımdan yardımcı olacağını vaat etmişti.
Hz. İbrahim’e vaat edilen oğul çok uzun yıllar beklendikten ve neredeyse ümitler kesilmek üzereyken sonra doğdu. Fakat yıllar sonra Yahve (Allah), Hz. İbrahim için çok değerli olan oğlunu Kendisine kurban etmesini istedi. Rabbine güveni tam olan Hz. İbrahim tam oğlunu kurban edecekken Allah onu durdurmuş ve oğlu yerine ona bir kurban göndermişti. Sahip olduğu bütün ulvi niteliklerin yanı sıra, böyle bir sınamadan dahi yüzünün akıyla çıkan Hz. İbrahim, Allah’a yakınlaştırılanlardan olmuştu.
Ayette, “İbrahim’in dinine uyarak yüzünü Allah’a teslim edenden daha güzel dinli kim olabilir!” denmekte. Bu noktada şu soruyu mutlaka sormak gerekir: “Hz. İbrahim’in dini neydi?” ya da “Hz. İbrahim hangi dindendi ki Allah Arap halkına Kendisini tanıtırken onlara ‘bu dine’ uyulmasının en güzel din olacağını belirtmekteydi?
Binlerce yıl önce sadece Hz. İbrahim varken ve onun daha ilerde Yahudiler / İsrailoğulları olarak anılacak sülalesi henüz oluşmamışken, onun dini, zamanımızda Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik şeklinde kategorize edilen dinlerden ‘Yahudilik’ miydi?
Esasen Hz. İbrahim’in dini zannedildiği gibi ‘Yahudilik dini’ olarak bilinen din değildi!
(Aslında Hz. İsa’ya ilk inananların Hıristiyanlık dininden olmadıkları gibi).
Bu gizemin aydınlatılabilmesi için şu ayete göz atalım.
Bakara – 140. Yoksa siz, “İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunları Yahudi yahut Hıristiyan’dı” mı (*) diyorsunuz? Söyle onlara: “Siz mi daha bilgilisiniz yoksa Allah mı?”…
(*) Yahudi dininden yahut Hıristiyan dininden miydi? şeklinde anlaşılmalı.
Bu ayette belirtildiği gibi, Hz. İbrahim’in ve de onun soyunu oluşturan insanların ‘dini’ aslında Yahudi dini değildi!
Ancak Kur’an’da ‘din’ kelimesinin esasen hangi anlamlarda kullanıldığı açıkça anlaşılmazsa, Bakara suresi 130, Nahl -123 ve Hac – 78. ayetlere baktığımızda, Allah’ın bütün insanların ‘Yahudi dininden’ olmasını istediğine hükmetmek gerekir!
Bakara – 130. Öz benliğini beyinsizliğe itenden başka kim, İbrahim’in dininden yüz çevirir? Yemin olsun ki Biz onu dünyada seçip yüceltmiştik.
Nahl – 123. Daha sonra sana şunu vahyettik: Bir hanif olarak İbrahim’in dinine uy.
Hac – 78. …Babanız İbrahim’in dinini esas alın.
Hz. İbrahim’in dini Yahudilik olmayacağına göre ve Allah bütün insanların ‘Yahudilik dinini’ seçmesini istemeyeceğine göre esasında Hz. İbrahim’in dini neydi? Ve de Bakara -140, 130, Nahl -123 ve Hac – 78 de ‘din’ kelimesi hangi anlamda kullanılmaktaydı?
‘Din’ kelimesinin günlük yaşamda kullanılan anlamını ele aldığımızda, ‘insana belli bir tarif ve çerçeve (tinsel bilgiler ve o inanca özel bazı kural ve davranışlar şablonu) içersinde sunulan ve onun kabul edip benimsediği inanca ‘din’ denildiği söylenebilir. Ancak çağımızda bizler için geçerli olan bu tanımlama, yukarıdaki ayetlerde kullanılan ‘din’ kelimesinin özündeki anlam ile örtüşmemektedir.
Aslında Kur’an’da, yukarıdaki ‘din’ tanımlamasıyla örtüşmeyen bir ifade/anlam daha vardır. ‘Din’ kelimesi bazı ayetlerde zamanımızda kullanılan biçimden daha farklı bir anlam ve ifadeyle kullanılmıştır.
Zariat – 12. Sorarlar: “Ne zaman din günü?”
Vakia – 56. Din gününde ağırlanışları böyledir.
Hicr – 35. Din gününe kadar üzerlerinde lanet var.
Müddesir – 35. Din gününü yalanlıyorduk.
Ayetlerde ‘din günü’ şeklinde ifade edilen din kelimesinin buradaki anlamı ‘kıyamettir’. ‘Kıyamet günü’, insanlığın fiziksel dünyadaki yaşam sürecinin artık tamamen sona ereceği ve her insanın, dünya enkarnasyonları boyunca tüm ‘yapıp ettiklerinin’ hesabının tek tek Allah tarafından görüleceği bir zamandır. (Din günü – kıyamet günü de cahiliye döneminde Arapların inanmakta güçlük çektikleri bir kavramdı. Bundan dolayı yukarıdaki ayetlere bu açıdan bakılmalı).
Ayetlerde kullanılan ifadeye göre ‘din gününün’ açıklaması budur. Ancak bu açıklamanın biraz daha arkasına baktığımızda, her insanın din/kıyamet gününde mutlaka deneyimleyeceği çok önemli durum daha belirginleşir.
Bu da, insanların kıyamet zamanı ‘Tanrı’yla tekrar birleşecek’ olmasıdır.
Tevrat ve Kur’an anlatımlarında başlangıçta ‘cennette’ olduğu belirtilen insan, fiziksel dünya sürecini yaşamak için Tanrısal Âlemden ayrılmak zorunda kalmıştı. Ama fiziksel dünyada var olma süreci bitince tüm insanlık tekrar Tanrısal Âleme geri dönecektir. Döndüğü zaman da insan Tanrı’yla tekrar birleşmiş olacaktır.
Ancak, fiziksel dünya yaşamları (enkarnasyonları) boyunca ahlaksızlık ve kötülük gibi pek çok günah yüklenmiş olan insanın, Tanrı’yla birleşmeden önce dünyayla ilgili hesaplarının görülüp tüm yaptıklarının ödenmesi gerekir. Ödemeler sonuçlandığı zaman günahlarından tamamen arınmış olacağı için, insan ancak o zaman Tanrı’ya yakınlaşıp O’nunla tekrar birleşebilecektir.
Böylece, Bakara -130 ve 140, Nahl -123 ve Hac – 78’de kullanılan ‘din’ kelimesinin daha derin ‘manasının’ ve kıyamete değinen ayetlerde geçen ‘din’ sözünün arkasındaki anlamın ‘Tanrı’yla birleşme’ olduğunu belirlemeliyiz.
Ancak, tüm insanlık için geçerli olan bu durumun (kıyamette tekrar Tanrı’yla birleşmenin) bazı istisnaları vardır. Sıradan insanlardan daha farklı ruhani ve tinsel niteliklere sahip olan bazı ‘yüksek inisiyelerin’ din/kıyamet gününden önce de, dünyadayken Allah’a yakınlaşmaları ve O’nunla birleşmeleri mümkündür. Hz. İbrahim de bu nadir insanlardan biriydi.
Bakara – 130, 140, Nahl -123 ve Hac -78’de yer alan, ‘din’ kelimesinin bu ayetlerde esasen ‘Tanrı’yla birleşme’ anlamını taşıdığını belirlemiştik. Tanrı’yla birleşme, Kâinattaki varlığını her bakımdan Tanrı’ya borçlu olduğu gerçeğinin her zaman farkında olmakla, Tanrı’nın daima her şeyin ‘en doğrusunu bilen’ olduğu bilincinden şaşmamakla ve koşulsuz bir inanç ve hürmetle kendini Tanrı’ya ‘adamakla’ gerçekleşebilir.
Bunlar, insanın ruhunu Tanrı’yla birleşebilmeye hazırlar. Bütün bu ruhani ve tinsel nitelikleri tek bir kelimeye sığdırmak gerekirse buna, Tanrı’ya ‘iman etmek’ denebilir.
Tanrıya ‘iman etmek’, “Ben Allah’ın varlığına inanıyorum” demekten çok farklı bir anlayıştır. Allah’ın Varlığına ‘inanmanın’ gölgesi, Allah’ın Varlığına ‘inanmamaktır’. Hâlbuki O’na iman etmenin arkasında farklı bir duruş vardır. İmanda en ufak bir kuşku duymak olası değildir çünkü imanı sağlayan şey daha doğrudan ve deruni bir bilgidir. İmanın gölgesi olması mümkün değildir çünkü iman etmiş olan kişi, artık ‘Tanrı’yla buluşabilmiş ve birleşebilmiştir’.
Hz. İbrahim’in Tanrıyla yakınlığının -Kur’an’da belirtilen dostluğun- arkasındaki faktör onun sarsılmaz ve en mükemmel bir biçimde Allah’a (Yahve’ye) ‘iman etmiş’ olmasıydı.
Esasen Hz. İbrahim’in dini: Allah’a ‘bütün kalbiyle iman etmek’ idi!
Bu iman o kadar sarsılmazdı ki, yıllarca bekledikten sonra doğan değerli oğlunu Allah’a kurban etmesi istendiğinde bile en ufak bir itirazda bulunmamıştı. Çünkü sahip olduğu bu iman Hz. İbrahim’e, Tanrı’nın daima en iyiyi ve doğruyu bilen olduğu ve O’ndan hiçbir şekilde kuşku duymaması gerektiği bilincini vermişti.
‘Gerçek iman’ ile sadece ‘inanmak’ arasındaki farkın açıklanması Kur’an’da çok net bir biçimde yapılmıştır.
Hucurat – 14. Bedeviler: “İman ettik” dediler. De ki: Siz iman etmediniz. Ancak “Müslüman olduk” deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir.
(Bilindiği gibi, Arapçada ‘Müslüman’ kelimesinin anlamı ‘Allah’a inanan’ dır).
Bundan dolayı, Kur’an’daki Nisa – 125, Bakara – 130 ve 140,
Nahl – 123 ve de Hac -78 gibi ayetlerle, o sırada henüz Allah’ın Varlığıyla yeni tanışma aşamasında olan Arap’ların sonuç olarak Hz. İbrahim’in dinine, yani Hz. İbrahim’in Allah’a olan ‘mükemmel imanına’ yönelmesi amaçlanmıştır.
Böylece, -o sırada gerçekleşmesi mümkün olmasa bile- daha ileriki bir zamanda ‘gerçek dinin’ ne olduğunu kavradıklarında (Tanrı’ya duyulan ‘mükemmel iman’ vasıtasıyla) Arapların Tanrı’yla birleşebilmeye doğru önü açılmış olacaktı.
Ancak bu aşama henüz uzaktaydı, bu aşamaya gelebilmeleri ve Hz. İbrahim’in dininin gizemini çözebilmeleri için bir şeriat sürecinden geçmeleri gerekmekteydi.
Nahl – 120, 121 ve 122. ayetler neden Arapların ataları Hz. İbrahim’in dinini (imanını) örnek almaları gerektiğini gayet güzel açıklamaktadır.
Nahl – 120. Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlı başına bir ümmet idi; bir hanif olarak Allah’ın önünde eğiliyordu, müşriklerden değildi. 121. O’nun nimetlerine şükrediyordu. Allah onu seçip yüceltti ve dosdoğru bir yola kılavuzladı. 122. Dünyada ona güzellik verdik, ahirette de o mutlaka barışsever iyiler arasında yer alacaktır.
Araplar bu ayetlerde belirtilen niteliklere henüz o sıralarda sahip değillerdi. Fakat geleceğe yönelik ayetlerde verilen bu bilgilerin evvelki zamanlarda anlaşılması mümkün olmayan anlamları belirginleştikçe, Araplar (ve Müslümanlığı seçen diğer halklar) daha ilerde dosdoğru bir yola kılavuzlanabileceklerdi.
Ancak, bir kılavuzun görevinin ne olduğu göz önünde bulundurulduğunda, onun hiç kimseyi zorbalıkla ve bir şeyler dayatarak bir yere götürmediği ve sadece doğru yolu ve yönü ‘gösterdiği’ görülür. Kılavuz kimseyi kolundan tutup bir yöne götürmez. Kılavuzu takip etmek veya etmemek kararını insan kendi özgür iradesiyle verir.
Bu bakımdan, maksadı ve görevi insanları dosdoğru bir yöne kılavuzlamak olan Yahudi ve İslam şeriatlarının esas görevi tamamlanmış ve artık insanlığın özgür iradeyle bakacağı yeni bir yön belirlenmiştir. Yahudi şeriatının (bu şeriat Yasa’sıyla yaşanan sürecin) değişimi Mesih’in (Christ’ın) getirdiği itkiyle gerçekleşmiştir. Bundan dolayı Aziz Paul İncil’de ‘artık Yasa’nın tutsaklığı altında olmaları gerekmediğini’ anlatıyordu. Başlangıçta yalnızca Yahudiler için geçerli bir değişim gibi gözükmesine rağmen aslında bu gelişmeler bütün insanlığı kapsamı altına alıyordu.
Tanrısal Âlemden gelen bu yeni ‘canlı itkinin’ etkilerini Kur’an ayetlerinde de açıkça görmekteyiz. Ancak Arap’lar (ve diğer halklar) Allah kavramıyla yeni tanıştıklarından ve bunu içselleşebilmesi için belli bir zamana ihtiyaçları olduğundan dolayı, Mesih’in getirdiği itkiye dair ayetler de ‘gelecek zamana yönelik ayetler’, yani belli gelişme aşamalarından geçildikten sonra anlaşılabilecek ayetler biçiminde verilmişlerdir.
Özgürlüğe açılan kapı
Bir şeriat yasasıyla yönetilmek çağımız insanı için uygun mudur?
Temelde ‘kısas prensibini’ barındıran Tevrat Yasa’sının Yahudileri eğitmiş olduğu gibi, Kur’an’da verilen kurallar da zamanla Arapların (ve diğer halkların) ruhsal ve tinsel eğitimini sağlayacaktı. Ancak evvelce belirtildiği gibi, Kur’an vasıtasıyla insanlara bir kılavuz gönderilmiş fakat Allah ve Yahudiler arasında yapılmış olan anlaşma/ahit gibi bir anlaşma Allah ve Araplar arasında yapılmamıştı. Bu önemli noktanın göz ardı edilmemesi gerekir.
Yahudiler, Allah’la yapılmış olan anlaşmaya harfiyen uymak zorundaydılar çünkü Yasa onları ruhsal ve tinsel bakımdan eğitmekteydi. Fakat öte yandan onlar Yasa’nın tutsağıydılar. Kısacası Yahudiler özgür değillerdi ve Yahudi şeriatında hiçbir şekilde özgürlüğe açılan bir kapı yoktu çünkü Yahudilerin Yasa’sı Allah’la yapılan anlaşmanın doğrudan bir yansıması idi.
Kur’an ise Araplara bir yasa olarak verilmedi. Kur’an’ın indirilişinin arkasında ise farklı nedenler olduğundan dolayı ‘içindekiler’ Tevrat’taki Yasa’nın bire bir kopyası değildi. Kur’an ile Araplara daha farklı ve kendine özgü bir öğreti gelmişti.
Aslında aralarındaki bu fark çok önemli bir farklılıktı. Kur’an ayetlerinde işaret edilen uyarıların, önerilerin ve belirtilen ‘doğruların’ zamanla şer-i kurallara dönüştürülmesiyle Arapların da Yahudilere benzer bir şeriat hali içine girmelerine rağmen, baştan itibaren Kur’an’da ‘özgürlüğe açılan bir kapı’ bulunmaktaydı. Ancak özgürlüğe açılan bu kapının varlığının o zamanlarda anlaşılması mümkün değildi!
Zamanımızda, bazı ülkelerde şeriat istemekte ısrar edenler olduğuna bakılırsa, bu önemli noktanın bazıları tarafından halen farkına varılamadığı söylenebilir. Bundan da anlaşılacağı üzere, bazı insanlar henüz geleceğe yönelik ayetlerdeki ‘ince tinsel anlamları’ (manayı) çözebilmiş değiller.
Kur’an’da özgürlüğe açılan bir kapı olduğunun henüz farkına varamamış olanlar, bireysel kanaatleri doğrultusunda kendilerinin hala şeriat kurallarına ihtiyacı olduğunu düşünebilir, hatta bu anlayışları doğrultusunda ‘bir uygulama’ içinde olmayı da dileyebilirler. Bu dileklerini sadece kendileri için geçerli olacak şekilde düşünmelerinde bir mahsur olmayabilir. Ancak toplumsal bir şeriat düzeni dileyen bir insan, kendi adına karar vermek sınırını aşıp kendisi için doğru olduğunu varsaydığı düşüncelerini başkalarına da dayatmaya çalışırsa bu pek çok bakımdan yanlış olur. En önemlisi de, bu yaklaşımın insan evriminin ‘gittiği yönün’ tam aksi bir tutum olmasıdır.
İstese, Allah’ın herkesin Kendine iman etmesini sağlayabileceği, fakat Tanrısal İrfanından kaynaklanan ‘ebedi doğrular’ doğrultusunda bunu yapmadığı ve insanlara zorbalıkla bir şey dayatılmasının tamamen karşısında olduğu daima anımsanmalı.
Tevrat zamanlarındaki insanlığın üzerinde farklı bir etkinin çalışması gerekiyordu, buna karşın, Kur’an zamanlarında ruhsal ve tinsel yapısı değişmiş olan insanlığın üzerinde ise başka türlü bir etki uyumlu olabilecekti. Keza İncil zamanlarında da insanların geldiği aşama artık Tanrısal Âlemden çok farklı bir itkinin gelmesini gerektiriyordu.
Tevrat zamanlarındaki ve Kur’an zamanlarındaki gelişmelerin birbirinin tıpa tıp aynı olması gerektiği düşünmek yanlış yorumların ortaya çıkmasına neden olur dolayısıyla insan yanlış inançlara ve davranışlara sürüklenebilir.
“Benimle yarattığım kişiyi baş başa bırak” diyen Müddesir – 11.
“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi toptan iman ederdi. Hal böyleyken mümin olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın” diyen Yunus – 99.
“Sen onların üzerinde bir zorba değilsin” diyen Kaf – 45.
“Biz seni sadece bir uyarıcı müjdeci olarak gönderdik” diyen Furkan – 56.
“Gerçek şu ki size Rabbinizden gönül gözleri gelmiştir. Kim görürse kendi yararına, kim kötülük ederse kendi zararına. Ben sizin üzerinizde bekçi değilim.” diyen
En’am – 104.
“Artık uyar düşündür. Çünkü sen bir uyarıcı/düşündürücüsün, üzerlerine musallat bir despot değilsin” diyen Gaşiye – 21. ve 22.
“Yan çizen çizsin, Biz seni onlar üzerine bekçi göndermedik” diyen Nisa – 80.ve
“Dinde baskı –zorlama– tiksindirme yoktur” diyen Bakara – 256. gibi daha pek çok ayetin anlatmaya çalıştığı ‘özgürlük’ kavramının ‘tinsel manasını’ kavramadan, başka insanların üzerine şeriat empoze etmeye çalışmak, farkında olmadan Tanrısal Âlemin insan evrimiyle ilgili -geleceğe yönelik- amaç ve hedeflerine ‘karşı çıkmak’ ve evrimsel gelişmeleri engellemek anlamına gelir.
Bu tür kanaatlerin başkaları için de doğru ve yararlı bir şey olacağına tek yönlü olarak hükmedip, hiçbir şekilde böyle bir talebi olmayanlara bu konuda baskı ve zorlama uygulamaya kalkışmanın kimsenin hakkı yoktur.
“Şeriat isterken benim referansım Kur’an” diyenlere, “zamanla değişikliklerden geçerek farklı bir gerçekliğe dönüşmüş olan çağımızda herkes adına şeriat istenmemesi gerektiğinin referansı da -insana özgürlük sunan- Kur’an’dır.” denebilir.
Yukarıdaki ve benzeri birçok ayetin içerdiği ‘açık anlamlar’, artık ‘kolektif bir ruhun’ üyesi olmaktan çıkıp ‘bireysellik’ ve ‘özgürlük’ kazanmış olan insanlığın, geride bıraktığı şeriatın eğitimine artık gerek görmemesinin ve bundan böyle ‘daha öte bir tinsel gelişim’ arzu ediyor olmasının referansını oluşturmaktadır.
Evrim süreci içinde doğru bir zamanda, insanın kendi düşünce yeteneğiyle doğruyu yanlıştan ayırt edebilen bir varlığa ‘dönüşmesi’ Tanrısal Âlem tarafından önceden belirlenmiş bir hedef olmasaydı, özgürlük kavramı ve bunu özellikle yansıtan ayetler Kur’an’da yer almazdı. Bu ayetlerin ‘varlığını ve çok açık anlamlarını’ görmemezlikten gelmek insanın bu önemli tinsel gerçekleri anlamasını engelleyebilir.
Özgür düşünce, mantık ve aklın insan evrimindeki varlığı ve görevi
Düşünce, duygu ve irade
Sonradan şeriat kurallarına dönüşen ayetlerin evvelki zamanlarda mutlaka bir anlamı ve işlevi vardı. Bunu kimse yadsıyamaz. Ancak insanlık ‘daima geleceğe doğru akmakta’ olan bir ‘tinsel evrim’ içindedir. Bu da, geçmişten geleceğe akmakta olan evrimin statik ve durağan olmadığı ve zaman içinde belli gelişmelere kucak açarak ‘devamlı değişim ve dönüşüm’ prensibine tâbi olduğu anlamına gelir.
‘Zamanın’ ve zamanın akışı içinde biçimlenen ‘evrimin’ doğaları ‘durağanlığa karşıt’ bir yapıya sahiptir. Belli bir ‘hal’ içinde statik kalmak ya da durağanlık, evrimin karakteri ve devinimiyle/akışıyla uyumlu değildir.
‘Belli bir zaman diliminin’ koşullarıyla uyumlu olacak şekilde ortaya çıkan etkiler, zamanla dönüşüme uğrayıp ileriki bir zamanda farklı bir biçimde ortaya çıkabilirler. ‘Değişim ve dönüşüm prensibi’ nedeniyle hep ortaya farklı etkiler çıkmaya devam edecektir. Ancak bu söylenenler, evrimde belli bir süre için etkin olan her etkinin mutlaka insanlığın ‘iyiliğine olacağı’ anlamına gelmez. Bazen kaçınılmaz olarak insanlığın üzerinde negatif etkiler de etkin olabilir. Bu nedenden dolayı, evrimin süresiz aynı yönde akmadığı, hiçbir şeyin eski şeklinde kalmasının mümkün olmadığı ve bir süre sonra istisnasız her şeyin – iyi veya kötü – değişimlere uğrayacağı belirlenmeli.
“Hadislerle Kur’an’ı Kerim Tefsirinde” anlatılanları anımsayacak olursak, şunlar söylenebilir: Cahiliye devrindeki Arap halkı, Allah’tan tamamen uzaklaşmış ve yozlaşmış olduğu için ayetler onlara bu biçimde gelmişti, o zamanki koşullar altında bundan daha farklı bir biçimde gelemezdi. Oysa şimdiki Arap toplumu o devirde var olabilseydi, Kur’an ayetleri çok farklı bir karakter ve yapıda var olacaktı.
Bunun gibi, Tevrat zamanları insanlarının sahip olduğu ruhsal ve tinsel yapı da çok farklıydı. İnsanlar o dönemde, çağımız insanının sahip olduğu ‘zamanla güçlenmiş düşünce kapasitesine’ henüz sahip değillerdi. Bu kapasite, yani düşünebilme ve mantık kullanarak karar verebilme yeteneği insanlığın çok sonraları sahip olup kullanmaya başladıkları bir yetenekti. Bu nedenden dolayı Tevrat’ı incelediğimizde, düşünmeye ve mantık kullanmaya yönelik sözlere rastlayamayız. Bundan dolayı Tevrat zamanı insanının ‘itaat eden’ bir insan olduğu belirlenmişti.
Buna karşın, daha sonraları İncil’de Hz. İsa’nın, öğretileriyle ve aktardığı mesellerle insanları hep düşünmeye sevk ettiği gözlemlenebilir. ‘Günah işlediği için taşlanması gereken kadın’ örneğinden anımsayacağımız gibi, o olayda Museviler, evvelce var olmayan fakat zamanla gelişmiş olan düşünme yeteneklerini ve vicdanlarını kullanarak doğru bir karar verdiler. İncil’den sonraki -evrimle bağlantılı- gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkan Kur’an’da da, Tevrat’ın içeriğinde hiç yer almayan ‘düşünmenin ve aklı/mantığı kullanmanın gerekliliğine’ işaret eden ayetlerle karşılaşmaktayız.
Nisa – 82. Kur’an’ı iyice okuyup düşünmüyorlar mı?
Yasin – 62. Yemin olsun şeytan, içinizden birçok nesli saptırmıştı. Aklınızı hiç işletmiyor musunuz?
Kasas – 51. Yemin olsun biz sözü onlar için ard arda getirdik ki düşünüp öğüt alabilsinler.
Haşr – 21. Biz bu örnekleri insanlara hep veriyoruz ki, inceden inceye düşünebilsinler.
Müzemmil – 4. Ve Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku.
Bu tür sözler Tevrat zamanlarındaki evrim aşamasını yaşamakta olan insanlar için bir şey ifade edemezdi. O aşamadaki insanlar doğrudan Yasa’ya ve Yasa vasıtasıyla Allah’a itaat eden insanlardı.
Bunlardan çıkan sonuç şudur; Allah, insanın akıl ve düşünceyi kullanmayan, kendi vicdan ve iradesini hiç ortaya koymayan ve sadece şeriat kurallarıyla hareket eden bir varlık olmasını isteseydi, ona ‘düşünebilme ve akıllı olabilme’ yeteneğini bağışlamazdı. Ve ayrıca insanın bunu zamanla geliştirebilmesi için özellikle gayret etmeyip onun ‘daima itaat eden bir varlık’ olarak kalmasını sağlardı. İnsan, kendini böyle bir gerçeklik içinde bulmuş olsaydı, ‘bir varlığın özgür düşünce ve kendine ait bir iradeye sahip olmasının anlam ve önemini’ hiçbir zaman bilemeyecekti. Ama şimdi, artık bu yetenekleri edinmiş bir varlık olarak bunlara sahip olmanın ve olmamanın arasındaki uçurumsal farkın ayırdına varabilir.
İnsan, bunun ‘ayırdına varabildiği oranda’ Tanrının kendisine bu tinsel özellikleri bağışlamakla onu aslında ne kadar çok sevdiğini kavrayabilir. Kendine daima itaat edilmesini bekleyen bir İlahın, yarattığı varlıkla sevgide buluşması mümkün olamazdı.
İnsanı, sadece içgüdüleriyle hareket eden hayvanlardan ayıran en önemli faktör, insanın grup ruhunda var olmayı geride bırakıp bireysel benliğinin aklıyla düşünebilen ve vicdana sahip bir varlık olmasıdır.
Kur’an ‘çok yönlü’ olarak dikkatle incelendiğinde, Allah’ın yalnızca itaat eden bir robot yaratmak peşinde olmadığı, aksine, insanın düşünce ve vicdan yeteneğinin gelişmesi ve doğruyla yanlışı ‘kendi benliğiyle’ hatasız ayırt edebileceği bir aşamaya erişebilmesi için ona daima yardımcı olmaya çalıştığı görülür.
Yüksek Tanrısal Âlemden kaynaklanan ve ‘gerçeğin yansımalarını’ içeren her etki ve itki, insanın bu yöne doğru önünün açılarak daha da gelişmesini sağlamak amacıyla gelir.
Bu bakımdan, insan artık kendi benliğinin sahip olduğu ‘üç güç’ olan ‘düşünce’ , ‘duygu’ ve ‘irade’yi kullanarak kendini geliştirmelidir. İyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı ayırt edebilmesinde ve Allah’ı tanımasında bir kılavuz vazifesi görmüş olan kurallar ve şeriat ancak bir yere kadar insanın elinden tutabilir ve ancak bir yere kadar insanı uyandırabilir.
Esasında, insanın ruhsal ve tinsel eğitiminde bu kuralların ve şeriatın daha fazlasını yapmaması da gerekir. Çünkü evrimde insanın ‘otomatikman uyanması’ diye bir şey söz konusu değildir. Bundan dolayı Tanrısal Âlemin beklentisi, insanın ‘tinsel anlamda uyanmayı’ özellikle kendinin istemesi ve kendi benliğinin güçlerini kullanarak uyanmasıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için insan kendi benliğinden kendine bir ‘yüksek kılavuz’ yaratmalıdır.
Tevrat’ta, Yahve’nin söylemiş olduğu “Daha ilerde bu yasalar sizin içinizde yer alacak” sözü bu anlamı da kapsar.
Sürekli dışarıdan yönlendirilmenin baskısı altında kalmanın sonucunda ruhta somut gelişmeler elde edilemez. Aslında, ‘doğası itibariyle’ baskı ve korku unsuru ortada olmadığı zaman ‘yanlış olanı’ seçmeye eğilimli olan insan ruhunun daima ‘dışardan bir merci’ tarafından güdülmesi onun hayrına olmaz.
İnsan ruhunun sürekli dışarıdaki bir merci tarafından güdülerek yanlış yapmasını önleme yönteminin dezavantajı, karşısına çıkan ‘sınavları’ kendi ruhsal güçleriyle karşılayamadığından dolayı tinsel anlamda olgunlaşamayan insanın içinde ‘merkezi bir benliğin’, bir ‘yüksek kılavuzun’ oluşamamasıdır.
Bu bakımdan, insanın dışında yer alan yasalar (Ahlak, adalet, iyilik gibi tinsel prensipler) sarsılmaz ve kalıcı bir biçimde insanın içinde/ruhunda yer almadıktan ve onun ‘yüksek kılavuzu’ olarak daima işlev görmedikten sonra insan, fırsat bulduğu zaman –onun dışında yer aldığı için- uzağında kalan yasaları rahatlıkla göz ardı edebilir.
(Bunu yaptığına da sık sık tanık olmaktayız).
İnsanın kendine tinsel bir ‘yüksek kılavuz’ – bir ‘tin benlik’ oluşturması, aslında onun gerçekleştirmesi beklenen ‘Kozmik misyonudur’.
Kur’an’da yer alan ‘geleceğe yönelik’ ayetlerin görevi, evrimde ulaştığı aşamada şeriatların esaretinde olma sürecini bir müddet sonra geride bırakması gereken insanın bundan böyle kendi özgür düşünce, duygu ve iradesini kullanarak yüksek kılavuzunu – yüksek benliğini geliştirme sürecinin önünü açmaktır.
Şems – 9. Benliği temizleyip arındıran gerçekten kurtulmuştur.
10. Onu kirletip örtense kayba uğramıştır.
Yunus – 108. De ki: “Ey insanlar! Şu bir gerçek ki hak(*) size Rabbinizden gelmiştir. Artık doğruya yönelen kendi benliği için yönelir; sapan da kendi benliği aleyhine sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim.
(*) Hak: Tanrısal olan, Tinsel -Tanrısal kaynaklı manevi değerler.
İbrahim – 51. Çünkü Allah her benliği kendi kazandığıyla karşı karşıya getirecektir.
İnsanın benliği ancak benliğin üç gücü olan düşünce, duygu ve irade’nin her bakımdan etkinleştirilmesiyle gelişebilir. Bunların üzeri örtülü kalırsa, yani tam anlamıyla etkin olamazlarsa benlik yeterince gelişemez.
Dikkat edilirse, Şems -10’da, insanın yanlış davranışlar benimsemesinin benliği kirleteceğine işaret edilmesinin yanı sıra, benliğin ‘örtüldüğü’ takdirde de, yani ‘doğru yönde yeterince geliştirilemezse’ ‘kayba uğrayacağına’ işaret edilmektedir.(*)
(*) Kur’an’da, insanın kendi benliğini geliştirmesi ve kusurlardan arındırması gerektiğini ve bundan bir tek kendinin sorumlu tutulacağını vurgulayan daha birçok ayet vardır.
Benlik ve benliğin üç gücü olan ‘düşünce duygu ve irade’ Tanrı’nın insana en büyük lütuflarından biridir. Bir tinsel evrim süreci içinde olan insanın ‘tinsel olgunluğa’ erişebilmesi için, kendisine verilen bu yetenekleri ve birbirinden farklı daha öte itki ve öğretileri kavrayıp içselleştirmesi ve de bilincini geliştirmesi gerekir. Bilincin gelişmesi insanın ‘tinsel anlamda varoluşunu’ sağlamlaştıracaktır. Bilinç sahibi olmak, Tinsel Dünyaya kök salmak, orayla bağlantı kurmak anlamına gelir.
Gelen itkinin ve öğretinin benlikte yer alması / içselleştirilmesi işlemi Tinsel Âlem tarafından belirlenmiş süre içinde gerçekleşemezse, insan, akıp gitmekte olan insanlık evrimi içindeki bireysel evriminde geri kalır. Bunun sonucu olarak bir sonraki enkarnasyonunda insanın işi daha da zorlaşacaktır.
Bu doğrultuda, bir bitkinin tohumlarının hepsinin hiç fire vermeden filizlenmesi ve meyve verecek duruma gelmesi mümkün olmadığı gibi, insanlığın da tinsel olgunluğa ulaşma yolculuğunda hiç fire vermemesi mümkün değildir.
İnsanın bu yolculukta daha yüksek edinimler kazanmasının önünde pek çok engel ve tehlike vardır.
Bu tehlikelere maruz kalmaması için, insanın zamanın akışı içinde gerçekleşen ‘değişim ve dönüşüm prensibini’ mutlaka göz önünde bulundurması ve önyargılarla karşı koymadan gereklerini yaşamında uygulaması gerekir.
Yapısı ve doğası itibariyle ‘statik ve durağan’ olması mümkün olmayan ve daima dönüşümlerden geçerek ilerleyen ‘zamanı’ belli bir noktaya mıhlayarak durağanlaştırmaya hatta geriye döndürmeye çalışmak, insan evrimi ve evrimin bağlantılı olduğu Tanrısal Âlem açısından çok yanlış sonuçlar verir.
Zamanın ‘Kozmik görevini’ anlayabilmek için, geçmişi cesaretle arkada bırakarak zamanın devamlı ileri doğru akışına ve zamanla oluşan dönüşümlerin ayrıntılarına odaklanmak gerekir. Başka bir deyişle insan, zamanın organik doğasıyla daima uyum içinde olmalı ve zamanın ondan talep ettiklerini ‘vakitlice’ yerine getirebilmelidir. Bireysel evriminde başarılı olabilmesi için bu elzemdir.
Korku faktörü
1400 yıl kadar evvel cahiliye devrini (karanlık çağı) yaşamakta olduğu için
o zamanki karanlık etkilerle yozlaşan bir topluma verilen kuralları “artık günümüzde yine aynı katılıkta bir şeriat çerçevesi içinde yaşamayalım” demek, bu kuralların getirdiği ahlakı, iyiliği, doğruluğu, adaleti, merhameti ret etmek anlamına gelmez! Bilakis, artık insanın bunları anlayıp içselleştirdiği ve Allah’a sadece inanmakla kalmayıp O’na ‘iman edebilme’ aşamasına hazır olduğu ve de O’nunla bundan böyle ‘Tanrı sevgisinde’ buluşmayı dilediği anlamına gelir. Böyle bir gelişmenin eşiğinde olan insan, şeriatın doğasında yer alan ‘baskı ve korku’ faktörünün etkinliğini artık üzerinde hissetmemelidir.
Baskı ve korku, ‘iman etme aşamasının’ insandan uzaklaşmasına ve hep uzağında kalmasına neden olur.
Geçmiş zamanlarda ‘Allah’tan korkmanın’ insanın ruhsal ve tinsel eğitiminde mutlaka bir görevi ve işlevi vardı. Ancak evriminde artık ‘Tanrı’yı sevebilme’ aşamasına gelmiş olan insanın korku unsurunun etkinliği altında gelişebilmesi mümkün değildir.
Belli zamanlarda gerçekleşmesi gereken değişimlerin ayırdına varılmadığı ve bunun sonucunda korku unsuru kalıcı olduğu takdirde, korku bir çıkmaz sokağa dönüşebilir. Korku faktörünün etkisiyle ancak bir yere kadar yol alınabilir, daha öteye devam etmek olası değildir.
Korku ve sevgi birbirinden çok farklı doğaları olan duygulardır, birliktelikleri, ya da yan yana varlık göstermeleri düşünülemez. İnsan, bir başka insanı bile ya sever ya da ondan korkar. İnsan, sevdiği -ve onu seven- bir insandan asla korkmaz ve korkması da gerekmez.
Bunun gibi, Allah’ı korkulacak bir varlık ya da ‘korkulması gereken’ bir varlık olarak gören bir insanın aynı zamanda onu sevmesi mümkün olabilir mi? İnsan O’ndan ya korkar, ya da O’nu sever. Başka bir deyişle, insan gerçekten büyük bir imanla sevdiği bir Yüksek Varlıktan korkabilir mi? Korkması gerekir mi?
Öte yandan Allah’ın, Kendisini imanla seven insanın aynı zamanda Kendisinden korkması ‘talebi veya beklentisi’ olabilir mi?
Bir ilişkinin ‘korku boyutunda’ ya da ‘sevgi boyutunda’ var olması çok farklı şeylerdir.
Evrim sürecinde insanın Tanrı’yla ilişkisinin geliştiği yön korku ve baskı altında mıhlanıp benliğini geliştirememek değil, gelişmiş bir özgür benlikle Tanrı’yla ‘sevgide buluşmaktır.’
Kur’an’ın insana Allah tarafından aslında ne maksatla verildiğini şu ayet tek başına açıklamaktadır:
Casiye – 20. Bu Kur’an insanların ‘kalp gözlerini’ (*) açacak ışıklardan oluşur. gereğince inanan bir toplum için de bir kılavuz bir rahmettir o.
(*) Ayrıca, “Size Rabbinizden gönül gözleri gelmiştir” diyen En’am – 104. deki ‘gönül gözleri’ de aynı manada kullanılmıştır.
İnsanın ‘kalp gözü’/‘gönül gözü’ (*), ancak ‘bilinç ve sevginin’ birleşmesi sonucunda açılabilir. Korkuyla değil! Bu bakımdan, insanıyla ‘sevgide buluşmayı’ dileyen Allah’ın insan için uygun gördüğü hiç değişmeyen ve dönüşüme uğramayan eğitim yöntemi ‘korku’ olamaz.
İnsanın yaşamda korkacağı tek şey, ‘yaptığı hatalar ve işlediği günahlar’ yüzünden ‘Tanrı’dan uzaklaşma’ durumuna düşmesidir. Tanrı’dan uzaklaşmak, karanlığın temsilcisi olan varlıklara ‘yakınlaşmak’ anlamına gelir.
İnsanın korkması gereken tek şey budur.
(*) İnsanın Tinsel – Tanrısal gerçekleri derinlemesine anlayıp kavramasını sağlayan deruni – ruhsal yetenek.
Tanrı insanını yarattıktan sonra onu sadece bazı yasa ve kurallarla baş başa bırakıp, “bunlara uy ve Bana tap” diyerek ayrılıp gitmemiştir. Tanrı insanını hiçbir zaman yalnız bırakmamış ve daima onunla beraberdir. “Biz ona şah damarından daha yakınız” diyen Kaf – 16, Allah’ın daima insanıyla birlikte olduğunu vurgular.
Ancak, Allah’ın Varlığının kendisinin çok yakınında olduğu gerçeğini fiziksel dünyada var olma sürecinde zamanla kaybetmiş olan insanın bu gerçeği tekrar anımsayıp duyumsayabilmesi için, evvelce belli bir süreç içinde bazı kural ve yasalara ihtiyacı oldu.
Fakat insan, Allah’ın Varlığına tekrar yakınlaşmayı başardığında yani Allah’ın Varlığını ruhunun derinliklerinde hissedebildiğinde, kurallara ve yasalara ihtiyaç duymayacaktır.
Çünkü insan uzak bir gelecekte Allah’ın yeryüzündeki ‘halifesi’- ‘temsilcisi’ olmaya aday bir varlıktır! İnsanı bu iş için aday olarak düşünen de bizzat Allah’tır.
Bakara – 30. Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife atayacağım.” demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi (insanı mı) atayacaksın? Oysaki bizler Seni hamd ile tespit ediyoruz; Seni kutsayıp yüceltiyoruz.” Allah şöyle dedi:
“Şu bir gerçek ki Ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.”
Aslında artık insanın da, Allah’ın ayette belirttiği ve diğer Tinsel Dünya Varlıklarına bildirdiği bu ‘amacın’ ve kendisine gösterilen hedefin ‘farkına varması’ zamanı gelmiştir.
Zaman ve evrimin insanlık için getirdiği itki ve yardımları benimsemekte zorlanan ve ilerde kendisi için belirlenmiş ‘yüksek tinsel hedeflere’ doğru yol almayı başaramayan bireyler, evrimde geriye doğru gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ancak, kendisini çok yakından ilgilendiren bu gelişme hakkında ne karar vereceğini ve nasıl bir yol izleyeceğini insan yine kendisi belirleyecektir. Çünkü insan, Allah’ın kendisine sunduğu ‘yüksek tinsel makamı’ (Allah’ın yeryüzündeki halifesi/temsilcisi olmayı) bile kabul edip etmemekte özgür bırakılmıştır.
İbrahim – 51. Çünkü Allah, her benliği kendi kazandığıyla karşı karşıya getirecektir…
Sonuç
Tevrat zamanlarında ‘Eski Ahit’ doğrultusunda yaşanan şeriat ve Arapların cahiliye devrinden kurtulmalarını sağlayan İslami şeriatın varlık nedenlerine, aralarındaki önemli farklılıklara ve bu iki şeriatın hangi ‘tinsel hedeflere’ ulaşılmasında yardımcı olduğuna değinildi.
Tanrısal Âlemin, belli amaçlar doğrultusunda bu şeriatlarla belli sonuçlar elde edebilmiş olmasının nedeni, söz konusu şeriatların (yasalar, kurallar ve yaşam biçimini belirleyen diğer şablonların) insanlığa çok doğru bir zamanlamayla verilmiş olmasıydı. Yani yarattığı insanlığın, ‘tinsel evrimin hangi aşamasında olduğunun’ bilincinde olan Tanrısal Âlem, bu eğitici öğreti ve itkileri de insan evriminin aşamalarıyla uyumlu olacak bir şekilde insanlığa vermişti. Zamanlamanın kusursuz olması çok önemliydi yoksa amaçlanan sonuçlar elde edilemezdi.
Bir benzetme yapacak olursak, ebeveynler çocuklarını ‘belli bir zamanda’ eğitime başlatırlar. Çocuk için en doğru olan başlama zamanına uymak zorunludur. Çünkü eğitime, başlangıç olarak belirlenmiş zamandan çok daha önce başlanırsa verilen eğitim yerini bulamaz, boşa gider ve bir fayda sağlanamaz. Keza eğitime başlama zamanında çok geç kalınırsa, bu sefer ilerde bunun üzerine inşa edilecek olan ‘daha öte eğitimin’ temelleri oluşturulmamış olur. Sağlam bir temel olmadan da daha öte bilgileri vererek ilerlemek mümkün değildir. Ancak çocuğun alacağı eğitim yalnızca temelden ibaret olamaz. Sadece temel inşa ederek, temelde durulur ve eğitimin daha öte aşamalarına geçilmezse, hedeflenen sonuca ulaşmak söz konusu olamaz.
Bunun gibi, insanlık tarihinde etkin olmuş olan şeriatların da evrim sürecinde insana vereceği tinsel eğitimin daima belli bir zamanı vardır. İnsanlık bu eğitimin belli aşamalarını geçmişte belli süreçler içinde yaşadı.
Ancak insanlığın değişmez kaderi daima itaat eden bir varlık olup, ‘korku, utanma ve pişmanlıkla’ eğitilmeye sabitlenmek değildir.
Tinsel -Tanrısal Âlem hakkındaki içsel bilgilerini tamamen yitirdiği bir evrim aşamasındayken
şer-i kurallarla insanın eğitimini sağlamış olan Tanrısal Âlem, –Bakara – 30.’da belirtildiği gibi- aslında insanlık için ilerde çok daha ‘yüksek bir gelecek’ hazırlamıştır.
İnsan, aslında ‘önü daima geleceğe doğru açık olan’ bir varlıktır ve mutlaka varoluşun dinamikleri doğrultusunda yol alması gerekmektedir. Hep aynı yerde kalmanın sonu ‘durağanlık’, bunun da sonucu ‘tinsel katılaşmadır.’ İnsan statik bir konumda kalmakta ısrar ederse bireysel evriminde geriye kayma tehlikesiyle karşılaşır.
Bu tehlikenin gerçekleşmesini önlemek için Tanrısal Âlem, doğru zamanlamalarla insanı eğitip geleceğe hazırlayacak biçimde itkiler ve öğretiler göndermektedir.
Zûhruf – 14. “Ve gerçektende biz, halden hale geçerek Rabbimize mutlaka döneceğiz.”
Ancak, belli bir zaman süreci için insanın gelişimiyle uyumlu ve doğru olan bir etkinin, gelecekte de hiç değişmeden aynen etkili olmasında ısrar edildiği ve zorla dayatıldığı takdirde, o etkinin ‘tamamen yanlış bir etkiye dönüşme tehlikesi’ olduğu anlaşılmalıdır.
Başlangıçta insanlık için doğru olan bazı şeylerin, yanlış ve hatta zararlı biçimlere dönüşmesinin nedeni zaman içinde ‘karanlık güçlerin’ yaptıkları müdahalelerin insan evriminin ‘içine işlemesidir’. Bu müdahaleler nedeniyle insanı eğiten etki ve öğretiler de kaçınılmaz olarak dönüşüme uğrar ve etkinlikleri yanlış biçimlerde kendini gösterir.
Zamanımızda farklı dini inançlara sahip olan insanların (hatta aynı dinden olanların) negatif ilişkilerine dikkatlice baktığımızda, söz konusu gelişmenin etkisi altında kaldıkları açıkça görülebilir.
Ayrıca, karanlık güçlerin temsilcisi olan varlıkların doğruları yanlış, yanlışları da doğruymuş gibi gösterebilme yetenekleri vardır. İnsanlık devamlı böyle bir etki altındadır! Böyle bir etkiye de, -arka plandaki dini inanç hangisi olursa olsun- insan davranışlarında kötülük, kin, nefret, intikam, merhametsizlik, hoşgörüsüzlük ve sevgisizliğin hâkim olduğu her durumda karanlık güçlerin insanlık üzerindeki etkilerine tanık olmaktayız.
Bu negatif duyguları ifade ederken ve davranışlarına yansıtırken insanların hiç esneklik göstermeden sadece kendi haklılıklarında ısrarcı olup, karşılarındaki insanı biraz olsun anlamaya gayret etmemeleri de, karanlık güçlerin yarattığı bu ‘yanılsamanın’ bir göstergesidir. Çünkü ‘gerçek doğrunun’ ve ‘gerçek iyinin’ içinde kötülük, kin, nefret, intikam, hoşgörüsüzlük ve sevgisizliğin barınması mümkün değildir.
Hicr – 47. Göğüslerindeki ‘kini’ çekip almışızdır. Köşkler/divanlar (*) üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olmuşlardır.
(*) Cennetteyken/Tinsel Dünyadayken.
Karanlık güçlere karşı verilecek mücadelede başarılı olabilmesi ve bireysel evriminde geri kalmaması için insanın, tinsel dünyada bulunan ‘kutsal olmayan farklı varlıklardan’ gelen etkileri doğru anlaması, doğru tanımlayıp yorumlaması ve yalnızca ‘Tanrısal doğruluğu olan gerçek etkileri ve itkileri’ benimsemesi gerekir.
İnsan evrimine ‘karşıt konumda’ yer alan güçlerden gelen müdahaleler baştan doğru tanımlanabildiği takdirde insanın düşünce, duygu ve iradesi üzerinde etkin olmaları önlenebilir.
Nûr – 21. Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şeytan ona iğrençlikleri ve kötülüğü emreder.
Yüksek Tinsel Âlemden gelen doğru itki ve etkilerin insan ruhuna faydalı olacak bir biçimde etkin olabilmesi için, insanın da mutlaka bir katkıda bulunması gerekir.
Tanrısal Âlemden yansıyan ‘irade’, ancak insanın ‘kendinden kaynaklanan’ bir iradeyle karşılanabilir. Bireysel benlik ve bireysel iradenin henüz gelişmediği dönemlerde şer-i yasa ve kurallara ‘itaat ederek’ gelişebilmiş olan insan, belli bir sürecin sonunda kazandığı edinimlerle daha farklı bir konuma erişmiştir. Artık insan da benlik sahibi birvarlık olarak belli bir iradeye sahiptir ancak henüz iradede uykudadır.
Yüksek Tinsel Âlem, daha evvelki evrim aşamalarındaki insanlığa kıyasla şimdi daha farklı bir konumda olan insandan artık daha öte bir performans beklemektedir. İnsandan gelecek katkı, ‘iradede uyanarak’ Tinsel Âlemin iradesini karşılayabilecek bir iradeyi bilinçli bir şekilde ortaya koyabilmektir.
Onun için Kur’an’da yer alan pek çok ayette, artık insanın kendi benliğinin sorumlu tutulacağı ve ne Allah’ın ne de peygamberin, kimsenin üzerine bekçi veya vekil olmayacağı defalarca vurgulanmaktadır.
Zümer – 41. Kuşkusuz, bu Kitap’ı Biz sana insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim saparsa kendi aleyhine sapmış olur. Sen onlar üzerine vekil değilsin.
Sebe – 25. De ki: “Bizim işlediğimiz suçlardan siz sorumlu olmayacaksınız; biz de sizin yaptıklarınızdan sorguya çekilmeyeceğiz.”
Artık yapılan her hareketin ve akıldan geçen her düşüncenin doğru mu, yanlış mı (sevap mı günah mı) olduğunun denetimini insanın kendi benliği yapabilmelidir.
Evvelce, insanın kendi benliğiyle doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yeteneğinin henüz gelişmediği zamanlarda bu yargı ve denetimi şeriat yasa ve kuralları yapıyordu.
Ancak insan bundan böyle, tüm insanlık için dünyaya gelen yeni ‘canlı itkinin’ (*) ‘dünyaya getirdiklerini’ anlayıp benimseyebilirse, şeriatın güdümünde ve esaretinde olmadan özgür bir biçimde kendi yetenekleriyle doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü giderek daha kusursuz bir biçimde ayırt edebilir. Dolayısıyla, karanlık güçlerden gelen ve onu yanlışa yönlendiren dürtü ve etkileri de yanılsamaya düşmeden daha etkin bir biçimde denetleyebilir.
Ancak, tüm insanlık için gelen bu itkiden yardım alabilmenin önünü açabilmek için bu itkinin varlığı ve geliş nedenlerinin ardındaki Kozmik gizemin ayrıntıları incelenerek iyice anlaşılmadır.
Bu itki kendiliğinden her insan üzerinde etkin olmayacaktır. Yardım için talep ve bir bağlantı kurulması için gayret ayrı ayrı her birey tarafından gelmelidir.
Söz konusu itki’yi içselleştirmek için ona inanmak değil, onu derinlemesine kavrayabilmek gerekir. Ayrıca hiç kimsenin diğerini ikna etmesi veya bir inanca yönlendirmesi söz konusu değildir. Bu konuda herkes kendi benliğinin karar ve seçimiyle baş başadır.
(*) Bkz. ‘Mesih İsa’nın Tekrar Gelişinin Tinsel Anlamı’ başlıklı yazı. – <derki.com> 20. Sayı
İnsan ahlak ve hukuk gibi herhangi bir konuda, sadece şeriat kurallarının getirdiği yasaklarla ve bu yasanın içerdiği korku faktörünün (örn. hırsızlık yapınca elinin kesileceği korkusu) etkisiyle yanlış yapmaktan sakınıyorsa, bunun ona sürekli bir faydası dokunamaz. Belli bir zaman sonra insan davranışlarını yönlendiren ‘dümeninin idaresi’ mutlaka dışarıdan içeriye alınmalıdır.
Yalnızca şeriat kurallarının sağladığı kılavuzluğa açık olan ve kendi düşünce ve ruhsal yeteneklerini geliştirmeyen insan, Yüksek Tinsel Âlemin kendisine ilerde göndereceği ‘daha öte bilgeliği’ anlamakta ve içselleştirmekte zorlanır. Bunun sonucunda da, daha ilerde Allah’ın kendisi için hazırlanmış olduğu ‘yüksek tinsel mevkiye’ ulaşamama tehlikesiyle karşılaşılabilir.
Yüksek Tinsel Âlemin, insanın ileriki bir zamanda erişmesi için hazırlamış olduğu şimdikinden çok farklı ‘tinsel hal’e (mevkiye) otomatikman erişmek söz konusu değildir. Katı yasaların belirlediği çerçevenin kenarından daha öte tinsel ufuklara bakmayı reddeden ruhların içsel dinamikleri de zamanla donuklaşır ve katılaşır.
Yasa ve kuralların verdiği temel bilgilerin gerekliliğinin yadsınamayacağı belirtildi. Ancak insanın, önünde daima yeni açılımlar yapan ‘zamanın’ getirdiği yeni sınavlarla başa çıkabilmesi ve umulmadık biçimlerde üzerine gelen karanlık güçlerin üstesinden gelebilmesi için, artık temel bilgilerden daha öte bilgileri de kavrayıp benimsemesi gerekir.
Yoksa insanlığın hiç kaale almadığı karanlık güçlerin, ruhsal – tinsel yeteneklerini geliştirememiş insanların ruhlarına el koyup onları kendi taraflarına çekmeleri işten bile değildir.
Örneğin, insanı daima aşağı çeken ‘nefs’ yasaklar ve korkuyla bir yere kadar dizginlenebilir. Ancak, nefsi düşük/banal davranışlarda bulunmaya yönlendiren arka plandaki etkin karanlık güç ile başa çıkabilmek için insanın, çok önceki zamanların insanlarıyla uyumlu olarak verilmiş yasa ve kurallardan ‘daha etkin olan’ bir tinsel gücü benimsemeye ihtiyacı vardır. Çünkü geçmiş zamanlarda nefs’i ayartan şeylerin niteliği başkaydı. Zamanımızda ise nefs’i ayartacak etkiler hem fazlalaşmış, hem de güçlenerek nitelikleri değişmiştir. Bundan dolayı insanın, ‘sinsi ve kamufle yaklaşım biçimleriyle’ üzerine gelen ‘şeytani ayartmaların’ farkına varması giderek zorlaşmaktadır.
Karanlığın gücü denildiğinde akla ‘canlı tinsel varlıklar’ gelmelidir. Canlı bir güç ile ancak yine canlı ama ‘farklı niteliklere sahip’ bir başka ‘canlı tinsel güç’ başa çıkabilir. Bu bakımdan söz konusu mücadelede insanın, Kutsal Kitap’larda yer alan yasa ve kurallara destek olacak ‘farklı bir yardıma’ ihtiyacı olduğu anlaşılmalıdır.
Doğası itibariyle insanlığın üzerine ‘karanlık’ yansıtmak konumunda olan canlı tinsel varlıkların üstesinden, ancak doğasından ‘gerçek Tinsel Işık’ yansıtan ve Kâinatta ‘yaşamın kaynağı’ olan Kutsal Tinsel Varlıkların yardımıyla gelinebilir.
Makrokozmos’u oluşturan kutsal gücün iradesi ebediyetten beri Kâinatta hep mevcuttu. Ancak, kendisi ‘mikrokozmos’ olan insanın iradesinin de artık belirgin bir biçimde varlık göstererek Makrokozmos ile birleşmeye başlaması zamanı gelmiştir.
Dünyaya tüm insanlık için gelen ‘canlı itki’, bu yöne doğru bir gelişme başlatmıştır.
Bu gelişmenin hem insanlık hem de Tanrısal Âlem için ne kadar önemli olduğunun bilincine mutlaka varılmalıdır. İnsanlığın tinsel dünya kaynaklı bu oluşuma ‘uyanamayıp’ gelişmelerin dışında kalması karanlık güçlerin işine yarar.
Bu da hem insanlığın, hem de Tanrısal Âlemin bir kaybı olur.
Tanrısal Âlem için önemi ve değeri olan şeylerden biri, ‘zaman ve mekân’ boyutu içersinde olan insanın, bu boyutun tezahürü olan fiziksel planda geçen ‘zamana’ ‘tinsellik kazandırmasıdır’. Ya da, insanın Onlara ‘tinsellik kazanmış zaman’ sunmasıdır.
Tinsel evrimin belli bir aşamasında insanın bu gerçeği anlaması ve bu yönde gayret göstermesi çok önemlidir.
İnsanın fiziksel dünyada ‘aslında ne yaptığına’ ve Tanrısal Âlemle ‘nasıl’’ bir ilişkisi olduğuna dair henüz berrak bir bilinci olmasa bile, Tanrısal Âlem bunun bilincindedir. Bundan dolayı, geleceğe doğru akmakta olan evrim süreci boyunca bu ilişki daha da güçlenerek ve farklı biçimlere dönüşerek devam edecektir.
Önündeki bu uzun süreçte insan, fiziksel dünyada ‘ne yaptığını’ ve Tanrısal Âlemle ilişkisinin ne olduğunu giderek daha iyi kavrayabilmelidir. Evrimin akışına ayak uydurabilmesi ve karşısına çıkan sınavların üstesinden gelebilmesi için bu gereklidir.
Kozmik sorumluluklarını yerine getirebilme imkânına sahip olabilmesi için insanın belli kalıpların ve çerçevelerin (belli doğmaların ve tariflerin) içinde kısılıp kalmaması gerekir. Makrokozmos’u – Evreni sınırlı bir tarif ve çerçeve içine koyamayacağımız gibi, kendisi ‘mikrokozmos’ olan insan da hiç değişmeden aynı kalacak biçimde bir çerçevenin içine konulamaz.
Bir tırtılın, geçireceği metamorfozun aşamaları doğrultusunda kelebeğe dönüşmeden önce bir kozanın içine girmek zorunda olduğu gibi, insan da tinsel evriminde bir süre için yasa ve kuralların tutsaklığı ve eğitimi altına girmek zorundaydı.
Tırtılın bir süre sonra kozasından çıkıp özgür ve kanatlanmış bir kelebek olarak yoluna devam edeceği gibi, insan da şeriatların çerçevesi içinde yaşadığı süreci tamamlayıp geride bıraktığında, kendisine çeşitli zamanlarda ve biçimlerde verilecek olan daha öte tinsel bilincin kanatlarıyla evrim yolculuğuna devam edecektir.
Kozasından çıkmaya direnen tırtılın dönüşümünü tamamlamayı başaramadan kozanın içinde katılaşıp öleceği gibi, insan da geçici kozasından çıkmamakta ısrar ederse, ‘tinsel kanatlarını’ oluşturamadan ruhu katılaşıp, Tanrısal Âlemin onunla paylaşmak istediği ‘sonsuz yaşamdan’ nasibini alamayacaktır.
İnsan, kozasından çıkmamayı tercih ederse bu konuda Tanrısal Âlemin yapabileceği bir şey yoktur. İnsana zorla ‘daha öte tinsellik’ kazandırılması söz konusu değildir.
Tinsel / Tanrısal Âlem’le ilişkisini ancak bu anlamda değerlendirip gerekli gayreti gösterdiği takdirde, insan “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” olma mevkiine yükselebilir. Ya da O’nu fiziksel dünyada temsil etmeye lâyık bir varlığa dönüşebilir.
İnsan ancak Tanrısal Âlem’in kendisine çeşitli zamanlarda ve farklı biçimlerde tinsel itkiler ve bilgiler göndermiş olduğunun farkındalığını oluşturabildiği zaman kendisine ‘gönderileni’ tanıyabilir ve bundan yararlanabilir. Önyargılarla bir kozanın içine kapanılırsa gönderilenlerin ‘değeri ve amacı’ hiç anlaşılamaz.
Tinsel evrim süreci sona ermediğinden dolayı Tanrı’sal Âlem’in insanına göndereceği lütuflar henüz tükenmemiştir.
Kehf – 109. De ki: “Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce deniz biter. Bir o kadarını getirsek de yetmez.”