(Az sonra okuyacaklarınız fantastik bir kurgu da olabilir, gerçeğin ta kendisi de… Yaşanmış da olabilir, bir yazarın renkli fantazileri de… Hatta yazar, bu cümlelerle hayalgücüyle oluşturduklarını gerçekmişçesine sunmayı veya gerçekleri hayalgücüymüşçesine yansıtmayı da seçmiş olabilir. Buna karar verecek olan sizsiniz… Okuduktan sonra bu yazı hakkında her ne hissederseniz, bilin ki o doğrudur…)

Selemekth… Philae’nin başrahibesi… Bir Yunanlı’yla Mısırlı’nın aşkının meyvesi… Kendini İsis’e adamış güzeller güzeli bir kadın… Benim önceki hayatım… Bu, sana senden binlerce yıl sonra yaşayacak bir başka hayatının, seni keşfedişinin hikayesidir… Şimdiki insanlar için güzel bir fanteziden öte olmasa da, sen neler olup bittiğini anlayacaksın eminim…

Selemekth… Philae’nin başrahibesi… Ben Sonsuz… Senin binlerce yıl sonraki yaşamın… Anlatmaya başlıyorum… Seni yeniden buluşumun hikayesini…

Yolculuk Başlıyor…

Egypt Air uçağına binerken çok ama çok heyecanlıydım. Onlarca yıldır bu gezegende olmama rağmen, şu uçan araçlara binmek bir türlü kısmet olmamıştı. Acaba yükseklik korkum muydu buna neden olan diye düşünmeden edemiyordum. Öyle bir korkuydu ki bu, yıllar önce bir gece ölümü düşünürken, ruhlar göğe yükseliyorsa eğer, ben nasıl aşağı bakarım yahu! diye de kendimi kasmıyor değildim hani, belki okuyunca komik gelse de. Ama gerçek şuydu ki artık bir uçağın içindeydim ve tüm yaşantım da değişmek üzereydi…

Uçak havalandıktan bir süre sonra bulutların üstüne çıkmıştı ve ben de manzarayı izlerken ufacık bir çocuk gibi tepkiler veriyordum. Yan koltuğumdaki arkadaşlarım Günışığı ve Invictus, bu cıvıltılı halimi gülümseyerek izliyorlardı. Az sonra da bulutlar kayboldu ve denizi gördüm… Biraz sonra da Mısır’ı… Mısır’ımı… Kemeth’i… Benim “eski” ülkemi…

İskenderiye’yi binlerce metre yüksekten gördüğüm ilk anda, kendimi bambaşka bir dünyada hissetmiştim. Çölün sarı kumları ve bu kumların arasında büyümüş otlar gibi görünen küçücük köyler ve tabii ki Nil Nehri’nin parıltıları… gözlerimden beynime doğru iletilirken, bir yandan da ruhumda tanıdık titreşimler oluşturuyorlardı. Bu toprakların benim için hiç yabancı olmadığını biliyordum ama beni, buralara neyin bağladığını “henüz” bilmiyordum. (Taa ki seni bulana kadar Selemekth…)

Büyük Piramit’in Dar Koridoru

Büyük Piramit’in önünde dururken, orada binlerce yıldır durmuş milyonların yaşadığı şaşkınlığı elbette ben de duyuyordum. Fakat az sonra yaşayacaklarıma hiç hazır değildim…

Mısır’a gelene kadar, bu ülkeyle ilgili bilgim National Geographic’te izlediklerim ve orada burada okuduklarımdan ibaretti. Bir Mısır Tanrısı denildiğinde, ülkemde herkesin ilk aklına gelen bulmaca tanrısı Ra, benim de Mısır Tanrıları’yla olan iletişimimin derecesini anlatıyordu. Horus’u PC oyunlarından, Osiris ve İsis’i de mitolojilerden bilirdim. Bir de Anubis vardı meşhur, “Mummy” filminde görmüştüm sanırım. Mısır’a ilgim hep olmuştu, ama bu hiçbir zaman derin bilgilenme değildi. Sadece bu gizemli ülkeye, ülkemize hep ilgim vardı Selemekth… Hatta çocukluğumda bazı geceler kendimi bu topraklarda gördüğüm rüyalarım olurdu, ama hani onlar sadece “Resimli Bilgi Ansiklopesi”ni hatmetmiş ve hele Luksor Tapınağı illüstrasyonundan çok etkilenmiş bir çocuğun rüyaları değil miydi çok çok…

Büyük Piramit’in içindeki koridordan yukarı doğru tırmanırken işte elimdeki bilgi kırıntıları bunlardan ibaretti ve sırf gelmişken girmemek olmaz diyerek dalmıştım Piramit’e. Bilmiyorum senin zamanındaki rahibe inisasyon törenlerinde Büyük Piramit’e girmek ve lahde yatmak var mıydı; Osiris rahiplerinin ve Firavunların yaptığı gibi veyahut hiç girdin mi buraya herhangi bir sebeple… Ama belki de duymuşsundur rahiplerin yaptığı büyüyü koridorun orta noktasına. Hani bir anda üzerine kapanacakmış gibi geliyor tüm Piramit ve yukarı çıkanların çoğu dönüyorlar o noktadan… Benim de aklım oynadı yerimden yukarı bakarken ne yalan söyleyeyim, koridor üzerime kapanacakmış gibi geldi ve acaba geri dönsem mi diye düşünmedim değil hani. Ama işte hayat, korkularının ötesine geçebilmekmiş ya hani, o zaman gelirmiş ya sana armağanlar… Devam ettim ben de bakalım ne olacak diye… İyi ki etmişim, Selemekth… İyi ki…

Lahdin İçinde…

Yolculuğa çıkmadan önce demişti çok sevgili bir ağabeyim: “Gir o lahdin içine yat bakalım, ne olacak? Daha fazla bir şey de demiyorum, kendin gör…” Ben de lahdin içine adımımı atarken, olacaklar hakkında veya binlerce yıl önce buralarda neyin yaşandığına dair bir fikrim yoktu. Resmi anlatılara göre, burası Khufu’nun mezarıydı, ama bu sonucu oluşturan tek işaret koca Piramit’in bir yerine kırmızı boyayla yazılmış bir hiyeroglifti. Aslında büyük ihtimalle de o bölüme ilk kez giren arkeoloğun, ün kazanmak adına kendi elleriyle çizdiği ve yıllar sonra bunun bir sahtekarlıktan başka bir şey olmadığının ispatlandığı bir olaya dayanıyordu koskoca Büyük Piramit’in, bir firavun mezarı sanılmasının öyküsü. Ama öyle olmadığını öğrenecektim az sonra. Lahdin içine uzandıktan sonra…

İlk on saniye bir sessizlikten ibaretti… Sadece kendi kalp atışlarımı duyuyordum… Uzandığım taş buz gibi olmasına rağmen, bedenim gittikçe ısınıyordu ve ben de içimden “Neler oluyor?” diye sorarken aniden artık önümde Piramit’in tavanı yoktu. Gözlerim kapalı, ama diğer her türlü algım açık olarak uzanmış, tavana doğru bakıyordum; ama artık tavan yerinde yoktu. Sadece uzayı görüyordum, ama sadece iki yıldızdan ibaret. Simsiyah uzayın sol köşesinde bir yıldız grubu, sağ köşesinde de bir başka yıldız grubu vardı. (Siriüs ve Orion) Karşımda ise üç büyük kafa bana bakıyordu. Ortadaki şahin başlıydı, diğerlerinde ise bir erkek ve de bir kadın görüyordum. Uzayın içinden bana bakan enerjisi tarif edilemeyecek derecede güçlü üç kafa… (Sonradan bunların Horus, Isis ve Osiris olduklarını öğrenecektim.) Ve Selemekth, bir adamın onların huzuruna yürüyüşünü izlemeye başladım. Adam, basamakları çıktı ve en son basamağa geldiğinde bu üçlünün önünde diz çöktü. Önce şahin başlının, daha sonra da diğerlerinin onu takdis edişlerini izledim şaşkınlıkla. İnisiye ediyorlardı aslında o kişiyi ve bir anda hissettim ki aslında bu, bu lahdin içine yatanların binlerce yıldır yaşadıkları bir durumdu. Bu lahit, içine uzanan ve hazır olanların, tanrılarca inisiye edilmesine aracılık ediyordu. Firavunlara, Tanrı’nın oğlu sıfatı boşuna verilmemişti, Selemekth. Onlar, bu süreci yaşadıktan sonra gerçekten böyle hissediyorlardı. O enerjiyi alıp da, bunu hissetmemek mümkün değildi. Benim henüz bilmediğim ise, o lahitte o anda yatanın ben olduğum gerçeğiydi ve her ne kadar, binlerce yıl önce yaşanan uzun inisiyasyonlar gibisinden olmasa da, ben de o anda inisiye oluyordum ve o diz çöken adam… Ben’dim…

Heliopolis’in Horus’u

Lahdin içindeki ısı o kadar artmıştı ki artık dayanamaz olmuştum ve birden ayağa kalktım. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi, bedenimin sıcaklığını tarif edemiyordum ve olan bitenin şaşkınlığı ile aptal aptal çevreme bakıyordum. O anda yanımda olan arkadaşım Athena bana “Sana ne oldu böyle, kalbin 1500 atıyordu, öleceğini sandım” dedi heyecanla. Kendisinin psişik algıları çok hassastı ve yakınındaki kişilerin enerjilerini yoğun biçimde hissediyordu. “Olan biteni anlatacağım ama önce kendime geleyim” dedim. Bu arada başkaları da lahde uzanmaya devam ediyordu. Onların da deneyimlerini dinleyince buranın bir acayip olduğuna tamamen ikna olmuştum. Zaten Piramit’in içindeki enerjinin yoğunluğunu tarif etmek mümkün değildi. En şüpheci insanı getir, yine de bu enerjiyi hissederdi. Tabii sen şüphecilik nedir bilmezsin, Selemekth. Senin yaşadığın dönemde insanlık için böyle bir kavram söz konusu değildi; sizler sezgilerinizle, ruhunuzla yaşıyor ve olanı olduğu gibi kabul ediyordunuz. Ama artık dünya böyle bir dünya değil! İnsanlar, ruhlarını bilmiyorlar artık. Herşey ama herşey maddeden ibaret ve ruha dair herhangi bir kavramı saçmalıktan öte kabul etmiyorlar. Sezgilerimiz yok, bildiklerimiz yok, ruhlarımız kayıp… İnsanlık senin zamanının çok gerilerinde aslında, her ne kadar alet yapabilme teknolojilerini çok ilerletmiş olsak bile. Ruhsal olduğunu düşünenlerin bile, şüphelerini görmen lazım…

Piramit’ten çıktıktan sonraki her gün gittikçe enerjimin değişmeye ve artmaya başladığını hissediyordum ve hele de kaldığımız bölge kadim Mısır’ın kalbi olan Heliopolis olduğu için galiba kendimi bir nevi ayaklı Horus gibi hissetmeye başlamıştım. Nerdeyse kanatlarım çıkacaktı hani, o derece bir acayiplik vardı üstümde ve bu halde bir oraya, bir buraya gidiyordum Kahire’de… Ama beni esas bekleyenin Aswan olduğunu henüz bilmiyordum.

Şehrimiz Aswan…

Şehrim değil, Selemekth; şehrimiz Aswan. Aswan’a olan aşkımı sadece onun büyüleyici güzelliği ile anlatmak mümkün değil, bunu ikimiz de biliyoruz. Ama tabii o büyüleyici şehri ilk gördüğümdeki hislerimin sadece o ana ait olmadığını, bilakis orada yaşayan ve benim binlerce yıl önceki hayatım olan senin varlığınla olan bağlantımın bu aşk enerjisini katladığını aslında yeni yeni öğreniyorum ve Elephantine Adası Müzesi’ndeki o muhteşem lahdin önünden neden ayrılamadığımı da… Neden o lahde gözlerimi kırpmadan dakikalarca baktığımı da… İzin verilse saatlerce ayrılmazdım oradan ve hatta camekan arkasında olmasa onu okşar ve sarılırdım, Selemekth. Tıpkı senin binlerce yıl önce yaptığın gibi… Aşık olduğun, aşık olduğumuz, o adamı uğurlayışında yaşadığımız gibi… Biliyor musun onun lahdi halen o günkü gibi duruyor, ilk yapıldığı günkü gibi… Hiç bozulmadı ve bugün milyonlarca insan, bizi erkenden terkeden aşkımızı yüzünü izliyor camekanın ardından… Tıpkı benim yeniden onu görüşüm gibi…

Ama önce sana Philae’ye yeniden dönüşümü anlatmam lazım, Tanrıça’mızla yeniden buluşmamızı da… Evet, Aswan… Şehrimiz… Vatanımız… Beni büyülemişti binbir türlü güzelliği ile ama esas sürprizi, Philae’de yaşayacaktım…

İsis’in Adasında…

Philae’ye gitmek için tekneye bindiğimizde beni neyin beklediğini bilmiyordum. Hatta Aswan’da hangi eski eserleri ziyaret edeceğimizi bile… Sadece çok egzotik bir pazardan geçip, kendimi tekneye atmıştım. Nil Nehri’nin kendine has kokusu burun deliklerimdeki her türlü alıcıyı titreştiriyor ve beynimin kıvrımları arasından “Bu nasıl güzel bir kokudur, gerçek midir, ben neredeyim, gerçek mi bunlar?” cümlelerini geçirtiyordu. Az sonra hareket eden tekne ise beni binlerce yıl önce vedalaştığım “o yer”e taşıyacaktı. Aslında bu senden sonra ilk gelişim değildi bu adaya, Selemekth. Bir Fransız askeri olarak da daha önce bu toprakları ve tapınakları ziyaret etmiştik Napolyon döneminde. Ama o günlerde olan bitenin çok da farkında olmamıştık, sadece gidilen mekanlara büyük saygımız oluşmuştu ve fütursuzca sağa sola ateş açıp tapınaklara zarar veren arkadaşlarımıza engel olmaya çalışmıştık. Çok acıtıcıydı bu görüntüler anlatmak bile istemiyorum hani. Şu büyülü anları, bu acılarla bozmayalım…

Philae’deki tapınağımız görür görmez büyüledi beni. Nasıl olmasın ki? Zaten onu görüp de büyülenmeyecek kaç kişi olabilir ki bu topraklara gelip de? Tabii benim aşkımın sebebi de sendin hani, ama ben o zamanlar bunu bilmiyordum. Sadece tapınağın güzelliğine ve enerjisine vurulmuştum… Sonra da kendi başıma gezmeye başlamıştım içerileri gruptan ayrılıp. Neresi olduğunu bilmeden de ilk gittiğim yer, senin şu anda bu yazılanları dinlediğin, “Kutsal Oda” olmuştu. Biliyor musun Selemekth, senden ve Firavun’dan başka kimsenin giremediği o odanın artık ne bir kapısı var, ne de koruyanı. Milyonlarca turistin elini kolunu sallayarak girdiği ve o duvarındaki kabartmalara, -hani sadece onları görme ve anlamayı öğrenmenin bile onlarca yıllık bir eğitim gerektirdiği o bilgelik dolu sözlere-, boş gözlerle bakıp önünde resim çektirdikleri oda. Tanrıça’nın kutsal kayığının durduğu o sunağa ise her gün binlerce insan dokunuyor, elliyor, şaplak atıyor. Aslında Tanrıça’nın hoşuna gidecek bir durum bu… Düşünsene, binlerce çocuğuna dokunuyor her gün bir şekilde; ama bir de çocukları bunun farkında olsalar… “Anne”nin, o aslında hep bekledikleri dokunuşlarının orada, onlarla buluştuğunu bir hissedebilseler… Aradıklarının, o hep taşıdıklarının ve bir gün birileri onlara dokunur da, o taşıdıklarını hissederler diye umutlandıklarının; o odada gerçekleşmekte olduğunu bir bilseler… Sadece o odada mı diye soruyorsun biliyorum. Evet, her anında yaşamın bu böyle, ama biz o kadar koptuk ki kendimizden, o kadar unuttuk ki Selemekth; kutsal mekanlarda arıyoruz o dokunuş ümidini. Ama o odaya girenler, bir kutsal mekanda olduklarını bile farketmiyorlar, sadece “Eski insanlar bunlara inanmışlar, biz de çekip resmini saklayalım, sonra da oraya buraya yollarız”dan ibaret tüm ilgileri maalesef…

“Kutsalların Kutsalı”

O “kutsalların kutsalı” odasına girdiğimde ilk başta ben de nerede olduğumun farkında değildim itiraf edeyim. Sadece içimden bir his, sağ üst köşeye gitmemi söyledi. Gittim… Gözlerimi kapattım ve büyük bir acı hissettim. Karnından kanlar akan hamile bir kadın vardı orada… Tapınağın, tapınağımızın son günlerinde, oraya sığınmış bir rahibeyi öldürmüştü karanlık birileri; tapınağı da kirletme adına… Yine bir adamı görüyordum, Tanrıça’nın huzurunda ağlayan… Bir kraldı o ve Tanrıça’ya “Başaramadım… Koruyamadım tapınağını…” diye ağlıyordu. Af bile dilemiyordu, o derece üzgün ve bitkindi ve ben, bu görüntüleri görüyor ama anlamlandıramıyordum. Bu yüzden gidip Günışığı ile Athena’yı çağırdım yanıma, sizler ne hissedeceksiniz bakalım diyerek. Athena bizlerin üzerinden hissedebiliyordu ancak, bu yüzden mekana dair bir şeyleri göremiyordu. Ama Günışığı, her ne kadar daha önce korktuğu için bu yetisini kapatmış olsa bile, psişik algılarını kullanmaya başlamıştı ve bir süre sonra şunu söyledi: “Tanrıça, yeniden gelmek istiyor Dünya’ya… O yeniden bedenlenmek istiyor… Zamanı yaklaşmış artık…” Aslında bu dünyanın duyup duyabileceği en önemli mesajdı bu. Çünkü binlerce yıl anaerkil yapıda, Ana Tanrıça’nın rehberliğinde barış içinde yaşamıştı bu dünya ve insanlık kendini ve kaynağını biliyordu. Ana Tanrıça da aslında insanlığı, kendi özüne götüren bir rehberdi. Ne zaman eril güç hakimiyeti ele, dişi enerjiyi de baskı altına aldı; insanlığın gerilemesi ve kendini unutuşu başladı. Ana Tanrıça artık sadece müzelerde yer alan bir figürden öteye gitmiyordu. Kadınlar ise toplumsal yapılarda ikinci sınıf olarak görülüyor ve yeniden güçlerini kazanmaya çalışıyorlardı. Düşündürücü olan ise yeniden güçlenmeye çalışan kadınların, bunu, kendilerindeki dişil güçler yerine, mevcut eril düzene göre yapmaya çalışmalarıydı. Çünkü onlar da rehberlerini, yani “Ana”larını unutmuşlardı ve bir anne saldırmazdı, mücadele etmezdi, dışlamazdı, kızmazdı; sadece evlatlarını sarar, sarmalardı. Yaramazlık eden yavrularını bile kucağına alır, hiçbirisini reddetmezdi. İşte insanlık bu “Ana” şefkatini arzularken, bu enerjiyi en kolay yakalayabilecek olan kadınlar bile bu durumun farkında olmayıp, eril enerjilerle hareket halindelerdi…

“Kutsal Oda”daki pşisik incelemelerimizi tamamlayıp tam çıkarken içime bir his doğdu ve o anda yanımda olan Günışığı’na “Hadi Tanrıça’yı selamlayalım” dedim. Gözlerimi kapattıktan birkaç saniye sonra onun hızla odadan fırladığını hissettim, Athena zaten dışarıdaydı. Yalnız kalmıştım ve bu haldeyken Tanrıça’yı selamlamak istedim… Selemekth az sonra olacakları hayal bile edemezdim… Senin çok da şaşırmayacağını sanıyorum ki sık sık yaşadığını biliyorum ama Tanrıça’nın karşımda bedenlenmesi benim için şok ediciydi. Evet, Tanrıça İsis, karşımda duruyordu… Gözlerimi açtığımda odanın içindeki turistleri ve rehberleri görüyordum; ama kapattığımda karşımda Tanrıça duruyordu. Bana gülümsedi ve sarıldı. Şoktan ne yapacağımı bilmez haldeydim… Sadece ağlamaya başladım… Bana “Tekrar hoş geldin, oğlum” dedi. Dudaklarımdan sadece tek bir “Anne” kelimesi çıktı ve artık gözyaşlarım durmuyordu… Oradan ayrılırken geriye dönüp baktığımda da, onun odanın kapısında bana veda edişini görüyordum, Selemekth. Evinin içinde binlerce kişi vardı ama o, buna kızgın değildi. Sadece hüzünlüydü, özellikle de çocukları için… Bana “Yeniden geleceksin, çok yakında; sana yine sarılacağım” dediğinde ise artık ben, eski ben olamayacağımı biliyordum…

Elephantine’den Kom-Ombo’ya…

Philae’den nasıl ayrıldığımı anlatabilmem mümkün değil. Tekneye bindim kendimde olmayan bir halde ve oradan ayrılışımı izledim… Bir kere daha… “Anne”yi görüyordum halen, tekrar geleceğimi hatırlatıyordu bana… Nil Nehri’nin eşsiz kokusu genzime dolarken bir yandan da halen gözyaşlarımı siliyordum…

Aynı günün öğleden sonrası ise Elephantine’e gitmiştim, hani bir zamanlar uğradığımız şehre. O şehir ki şimdi kalıntılarını çıkartıyorlar ve müzesinde, aşkımızın lahdini saklıyor, arada gidip görebilelim diye. Elephantine, doğduğumuz şehir değildi aslen biliyorum. Selemekth olarak İskenderiye’de dünyaya gelmiştik, ama sonradan kendimizi Tanrıça’ya adamış ve Yukarı Mısır’ın bu en güzel şehrine kadar uzanmıştı yolumuz… İskenderiye’yi de seviyorduk, ama Elephantine yani şimdiki adıyla Aswan ve tabii ki Philae, yeni evimizdi bizim… Yeni aşkımız… Hiç bitmeyen ve bitmeyecek…

Nil Nehri üzerindeki yolculuk eden gemimiz önce Kom-Ombo’ya uğramıştı. Ne kadar etkileyici ve zarif bir tapınaktı burası, ama o kadar harap haldeydi ki, hissedilecek birşeyler kalmamıştı bile… Acaba öyle miydi? Bunun yanıtını tekrar geldiğimde alacaktım buraya… Gemimiz öğleden sonra, Edfu’ya vardığında, orada yaşayacaklarımı hayal etmem mümkün değildi…

Edfu’nun Derinliklerinde…

Edfu, hemen hemen yıkılmamış, olduğu gibi duruyor biliyor musun Selemekth. Yang enerjiyi çok yoğun hissedebiliyorsun burada, Philae’mizde Yin’i yani dişi enerjiyi tadabildiğin kadar. Eh burası Horus’un tapınağı ve tapınağın büyüklüğü temsil ettiği Tanrı’nın görkemine yakışıyor. Ben de önce bu görkemli tapınağı hayranlıkla izledim ve sonra biraz dolaştıktan sonra Günışığı’na “Hadi bakalım, içeride neler göreceğiz bakalım” deyip, onu çekiştirerek içeri doğru yollandım. Onunla birlikte girişin içinde bir sütuna doğru oturduk… Gözlerimi kapattım… Güya birşeyler hissedebilecek miyim diye kendimi hazırlayacaktım, böyle konsantre olacaktım… Gerek bile kalmadı… Gözümü kapatır kapatmaz karşımda Mısır Tanrılarını gördüm… Evet, bir sürü Tanrı karşımda insan boylarındaki –muhtemelen eterik beden formunda- duruyordu. Gözlerimi açtığımda Mısırlı polisleri ve görevlileri görüyordum biraz ötede, ama kapattığım anda Tanrılar karşımdaydı. En ortalarında duran Horus konuştu ve bana dedi ki “Senin oturman gereken yer burası değil, kalk buradan.” “Nereye gideyim peki” diye sordum. Bana eliyle ötelerde bir yeri işaret etti ve “Git otur oraya” dedi. Gösterdiği yere baktığımda tapınağın kutsal odasını görüyordum. Kutsal sunak içeride olduğu gibi duruyordu, ama odanın önünde bir ip vardı ve içeriye giriş yasaktı. Ben hemen itiraz ettim: “Ama oraya giriş yasak!” Bana gülümseyerek yanıt verdi: “Sen git otur, bir şey olmayacak!” Benim gidip tin tin oturduğumu sanıyorsan yanılıyorsun Selemekth. Karşındaki Mısır Tanrısı olsa bile, korkuyorsan ne fayda. Ne yapabilirim diye düşündüm ve tapınaktaki polisle anlaştım. “Ben oraya gidip oturacağım ve sende beni görmeyeceksin, tamam mı?” dedim ve o da “Hadi git” dedikten sonra, hızla “Kutsal Oda”ya girdim ve sunağa oturdum…

Gözlerimi kapatmamla birlikte “Hadi geldi, başlayın” gibi bir ses duyduğuma yemin edebilirdim. Gözlerimi kaldırdım, ama bu sefer Tanrılar onlarca metre boyundalardı ve birden beynime hızla akan görüntüler başladı. Enerji o kadar yoğundu ki ne olduğunu anlamıyordum, kopmuştum sanki bu dünyadan ve bu bir süre devam etti… Sonra bittiğini hisseder hissetmez de kalktım yerimden. Ama yürümekte bile zorluk çekiyordum. Sallana sallana geldim girişe ve bana siper yapan arkadaşlarıma tutundum. Athena ordaydı ve korkmuş biçimde “Sana ne oldu, biliyor musun dünya üzerinden yok oldun sen, bedenin buradaydı ama sen yoktun kaydın gittin, seni hissedemedim bile.” dedi. Ben konuşamıyordum bile. Sadece şaşkın şaşkın yürüyordum içeride. Bu arada da yanımda olan çok değerli dostum Üstad’a olanları anlattım. Bana dedi ki “Sen ne yaptığının farkında mısın? Tanrılarla bağlantı kuruyorsun. Bugüne kadar bu bilgiyi bilmiyordun, çünkü tipik dünya öğretilerinin etkisindeydin; ama bu Tanrılar’ın hepsi enerjisel olarak varlar ve şu anda onlarla irtibata geçen bir insan buldular. Neyse ki senin rehberin, Ana Tanrıça oldu. Mısırlılar İsis ya da Hathor dediler ona, Çinliler Kuan Yin. Bir sürü farklı medeniyette, farklı farklı adları vardır. Ama özü aynıdırı ve o, insanı kendi özünü bulmaya yönlendiren bir rehberdir…” Bir yandan konuşup, bir yandan yürüyorduk. “İyi ki yanımdaymışsın” deyip, ona sarıldıktan sonra biraz daha kendi başıma ilerledim. İçgüdüsel olarak bir duvarın önünde durdum ve bir anda karşımdaki kabartmayı görünce dilim tutuldu: Kabartmada, bir insan vardı ve karşısında tüm Mısır Tanrıları duruyordu…

Luksor’da Yeni Bir Şey Yok…

Edfu ziyaretinin gecesinde gemimiz Luksor’a doğru hareket etmişti. Yatağa uzandığımda ise olanların enerjisini hazmetmeye çalışıyordum, ama pek mümkün görünmüyordu. Derken çok güçlü bir vizyon daha yaşamaya başladım, Selemekth. Kare bir göl ve üzerinde tüm Mısır Tanrıları’nı görüyordum. Gölün üzerinde dizilmişlerdi ve ortalarından yürüdüğümü görüyordum. En sonunda ortalarına vardığımda ise diz çöktüm ve karşımda büyük Tanrı Osiris’i gördüm. Bana şefkatle baktı ve “Henüz benimle tanışmaya hazır değilsin, çok yakında ama…” dedi ve geriye çekilip, sahneyi diğer tanrılara bıraktı. Gerisini hatırlamıyorum, uyumuşum.

Sabah gözlerimi açtığımda, gemimiz limana varmıştı ve az sonra da Luksor Tapınağı bizi karşılamıştı. Açıkçası yolculuğun en heyecansız bölümü Luksor idi. Krallar Vadisi, her biri sanat eseri birçok mezar doluydu ama enerji hiç yoktu. Zaten benim derdimde artık firavunlar değildi; aslında firavunlar ilgimi hiç çekmemişti. Hele ki 2. Ramses’e karşı hiç iyi hislerim yoktu. Nitekim Karnak’a gittiğimde bu hisler doruk noktasına ulaşacaktı.

Karnak, hele ki sütunlu salonu düşünüldüğünde, mimari olarak olağanüstüydü ama enerji olarak hiç hoşlanmamıştım. Diğer tapınaklarına aksine burasının sert bir enerjisi vardı. Muhtemelen de yüzlerce yıl politik merkez olarak işlev görmesindendi. Diğer tapınaklardaki naiflik yerini keskinliğe bırakmıştı. Bunda her yere koca koca heykellerini diktiren 2. Ramses’in katkısı da büyüktü hani. Onun girişteki heykelinin karşısına geçtiğinde hissettiğim kızgınlığı anlatamam Selemekth. İnsan egosunun büyüklüğünü temsil ediyordu benim gözümde o ve Tanrılar’ın topraklarına hançer gibi saplamıştı heykellerini koca koca.

Karnak içinde bir süre yürüdükten sonra gözlerimi kapadım ve içimden “Nerede olmam gerekiyorsa, oraya götürün beni” dedim. Birden gözümün önünde iki Mısırlı kadın belirdi. Artık o kadar çok fantastik olay yaşamıştım ki bunlara şaşırmıyordum. Onları takip etmeye başladım, dümdüz yürüyerek. Bir noktaya geldiğimizde ise önüme geçip, beni yanyola sokmaya çalıştılar ısrarla. “Buraya girme, şuradan devam et” gibi hareketler yapıyorlardı. Ama ben gördüklerime henüz tam anlamıyla güvenmediğim için, aldırmadım ve dümdüz yürüyüp bir odanın içine daldım ve diğer tarafından çıktım. Sonradan burası neresi yahu diye baktığımda durumu anladım. İçinden öylecene geçtiğim oda, Karnak’ın “Kutsal Oda”sıydı. İçerde turistler cirit attığı ve her iki kapısı da açık olduğu için anlamamış ve içeri öylecene dalmıştım. Fakat orası “Kutsal Oda” idi ve rehber ruhlar bana “oraya girme” demeye çalışıyorlardı, orası öylecene girilecek bir yer değildi; aslında tüm tapınaklarda olduğu üzere. Bir zamanlar bu tapınaklara girmek için önce dört kat su dökülünür, sonra da beyaz bir kıyafet giyilir ve en son da ayakkabılar çıkartılarak; çıplak ayakla tapınaklara girilirdi. Tanrılar’ın huzuruna ancak böyle çıkılırdı ki sen bunları benden daha iyi bilirsin, Selemekth. Senin üzerindeki kıyafetleri ve tapınağın içindekileri de görebiliyorum senin gözlerinden. Ama sen benim gözlerimden olan bitenleri görme istersen, çok hüzünlenirsin. Artık bu tapınakları tuvalet olarak bile kullanıyor insanlar…

Hathor Ana’nın Evi

Artık son günümüzdü ve Hathor’un Dendera’daki tapınağına gidecektik. İşte herşeyin koptuğu yer burası oldu… Tapınağa varır varmaz, hemen koşmaya başladım bir an önce içeriye girebilmek ve Ana Tanrıça’nın enerjisini hissedebilmek için. Tabii önce beni görevliler karşıladı kapıda. Hemen koyu bir muhabbete giriştik ve tapınağın müdürü bana “Gel sana buranın en özel yerlerini göstereyim” dedi. Dendera’yı hiç gördün mü bilmiyorum bir İsis başrahibesi olarak, ama benim Mısır’da gördüğüm en esrarengiz yerin burası olduğunu belirtmem gerek. Önce Hathor’un “kutsal oda”sına girdim ki Philae’deki odanın iki katı büyüklüğündeydi burası. Tanrıça’nın enerjisini çok güçlü hissediyordum ve öylece durup onu hissetmeye başladım. Bu arada müdür yanıma geldi ve dedi ki “Madem hissedeceksin, gel burada dur”; adamın dur dediği yerde durdum ve cidden yerden enerji fışkırıyordu. Mısır tapınaklarının hiçbirisinin yapılış yerinin boşuna olmadığını sen biliyorsun Selemekth, ama biz bilmiyoruz pek bu dönemde. Tarihçiler, “Osiris’in kardeşi Seth tarafından parçalanan bedeninin bulunduğuna inanılan yerlere kurmuşlardır Mısırlılar tapınaklarını…” açıklamasını yaparlar ama hani biraz ezoterizm, biraz ley hatları gibi konuları bilenler; toprağın enerjisine göre bu bölgelerin seçildiğini bilirler. Nitekim Dendera’nın “kutsal oda”sında enerji fışkırıyordu, özellikle de benim durduğum noktada. Artık çevredekiler ne der, kızıp laf eden olur mu, herifin biri ayakta öylece dikilmiş duruyor ne yapıyor bu, endişelerini atmıştım ve öylece uzun süre durdum orada. Tabii telepatik olarak Tanrıça Hathor’un enerjisiyle konuşuyordum bu süre içinde. O kadar güzel bir enerjisi vardı ki…

Oradan ayrılınca müdür beni mahzene götürdü. Daracık geçitten indiğimde uğradığım şoku anlatamam. Mısır’ın en güzel kabartmaları karşımdaydı ve onlara rahatlıkla dokunabiliyordum. Duvarlar her birinin açıklaması belki de uzun araştırmalar gerektirecek sembollerle doluydu… Zaten Dendera’nın tamamı başlı başlına bir kitap gibiydi ve okunmaya kalktığında, bunun –hakkıyla- ne kadar sürede başarılabileceği soru işaretleriyle doluydu…

Kabartmaları incelerken birden Erich Von Daniken’in kitabında gördüğüm ellerinde elektrik ampülüne benzeyen şekiller tutan Mısırlılar’ı gördüm. Daniken, bu kabartmalardan Mısırlılar’ın elektriği kullandıkları sonucunu çıkartıyordu. Ben de içgüdüsel olarak ellerimi kabartmaların üzerine koydum. Birden elimin koyduğum yerin ısınmaya başladığını hissettim. Bakalım ne olacak diyerek gözlerimi kapattım ve gördüğüm sahne, günümüz insanının pek kabul edebileceği bir şey değildi: Yine uzayı ve özellikle de Siriüs olarak düşündüğüm bir yıldıza doğru çıkan bir enerji bağlantısı hissettim; “Bu elektrik ampülleri aslında uzaylı GSM’iymiş yahu” diye eğlenirken, karşıma birden ışıktan bazı varlıklar çıktı. Etraf o kadar sessiz ve enerji o kadar yüksekti ki, ilk defa böyle bir deneyim yaşıyordum ve onlarla konuşmaya başladık içsel olarak. Sizlerin zamanında bu tarz bağlantıların daha yoğun olduğunu biliyorum, Selemekth. Siz kendinizi evrenin parçası olarak görüyordunuz ve var olan her türlü varlıkla irtibat kurabilirdiniz, algılarınız bunun için çok açıktı ve ruhunuzun sesini dinleyebiliyordunuz. Ama bizim çağımızda insanlık kendini evrenin merkezine koyuyor ve doğanın da hakimi sayıyor kendini. Yaratılmış tüm varlıkların en üstünü olarak kendini görüyor ve tüm galaksilerin kendisi için olduğuna inanıyor. Ayrıca kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük bir evrende de sadece bizlerin olabileceğini, ötesinin olursa da ancak bakteri olabilecek uzaylı varlıkların olabileceğine dair yargılarda bulunuyor. Anlayacağın egomuz ruhumuzun misli misli ötesinde at koşturuyor; kendimizi aşırı değerli görüyoruz ama o kadar becerikli miyiz acaba? Dünyamızın sayısız problemini çözmekten acizken, insanlık olarak yalnızlığın ve sevgisizliğin pençesinde kıvranırken; kendimize biçtiğimiz bu aşırı paye, acep aynı derecede değersiz hissetmemizin dengesi mi?.. İşte içsel gözümün önünde duruyor birtakım “inanılması zor” varlıklar ve benimle konuşuyorlar. Beynim “saçmalama” ile “olanı kabul et ve aklındakileri sor” düşünceleri arasında gelir giderken en çok merak ettiğim soruyu soruyorum onlara: İnsanlık olarak ne zaman tanışacağız sizlerle? Yanıt düşündürücü: “Aslında daha önceden tanışıyoruz, ama şimdiki zaman insanlığı ile ancak siz hazır olduğunuzda yaşanacak bu durum. Siz hazır olmadan biz gelmeyiz…” Sonradan araştırdığım kaynaklarda adları “Hathorlar” olan bu grupla vedalaşıyorum ve şaşkın bir halde mahzenden yukarı çıkıyorum. Yine öğreniyorum ki bu büyüleyici mahzenden, tapınakta daha birkaç tane varmış, ama sadece bu ziyarete açıkmış. Birinde bunlar varsa, diğerlerinde neler var acaba diye sormadan edemiyor insan…

Tapınaktaki gezim devam ediyor bir yandan. Müdür, beni merdivenle tırmanılan bir odaya soktu ve ışıkları söndürdü. Dedi ki “Beş dakika istediğin gibi meditasyon yap, kimseyi sokmayacağız buraya.” Tapınağın hazine odası olan bu bölümde yalnız başımaydım ve gözlerimi kapatıp kendimi akışa bıraktım… Az sonra başımı bir el okşuyordu… Odada yalnızdım ama bir varlık başıma dokunuyordu işte. Normalde böyle bir durum karşısında çığlık çığlığa kaçacak ben, sadece başımı kaldırdım ve gülümsedim. Çünkü hiçbir şekilde korkmuyordum, sadece “Anne”yi hissediyordum ve ona, orada tekrar buluşmak için veda ettim.

Geri Dönüş…

Dendera’dan çıktığımız günün gecesinde artık Türkiye’ye dönüş yolundaydık. Fakat ben bir parçamı bu topraklarda bıraktığımı hissediyordum. İşin açığı, bedenim döndü, ama ruhum orada kaldı ve kalan parçalarımı toplayabilmek için mutlaka geri dönmem gerektiğini biliyordum…

…Ve dönecektim de…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...