Tarih boyunca Anadolu birçok medeniyetin, kültürün ve de farklı dinlerin beşiği olmuştur. Anadolu’da bazı savaşlar yaşanmış olsa da, Paganlar, Şamanistler, Zerdüştçüler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar bu topraklarda çoğu zaman barış içinde birlikte yaşamışlardır. Bu dönemlerde Anadolu kültür mozaiğinin ruhsal ve tinsel (spiritüel) hayatına kendine özgü zengin katkılarda bulunan bazı kayda değer insanlar yaşadı. Bunların arasında sadece Anadolu’nun manevi hayatına değil, -Doğunun spiritüel kültürünün önemli bir temsilcisi olarak- dünyaya da katkısı olmuş olan bir mutasavvıf – bir ‘Sufi mistiği’ vardı. Derin tinsel gizemlere sahip olan bu kişi Mevlânâ Celâleddin-i Rumi idi. Mevlânâ 13. yüzyıldan beri popülerliğini hiçbir zaman kaybetmedi ve şimdiki zamanda da onun rubailerine/şiirlerine ve külliyatına duyulan ilgi artmaktadır. Zamanımızda dünyanın çeşitli ülkelerindeki insanlar tarafından onun şiirlerini okumak ve anlamları hakkında konuşmak için “Rumi çevreleri” (Rumi grupları) oluşturuldu. Ayrıca, dünyanın her yerinden binlerce insan onun yaşamış olduğu Konya’yı ve oradaki türbesini ziyaret etmekte ve de her yıl Konya’da onun ölüm yıldönümünde özel bir kutlama (Şeb-i Arus) yapılmaktadır. Hatırlanacağı gibi, Mevlânâ’nın 800. doğum günü olan 2007 yılı UNESCO tarafından “Uluslararası Mevlânâ Yılı” ilan edilmişti.

Aslında üzerinde düşündüğümüzde, farklı ülkelerden, kültürlerden ve dinlerden olan insanların Mevlânâ ve eserlerine ortak bir ilgi duymalarını şaşırtıcı ve ilginç bulabiliriz. Bu bağlamda, şimdiki zamanda onu ‘neyin, nelerin’ küresel boyutta bu kadar popüler yaptığını ve popülerliğinin yüzyıllar boyunca nasıl devam etmiş olduğunu merak edebiliriz. Hakkındaki temel bilgilere göre Mevlânâ bir Müslüman olarak yetiştirilmişti ve esasen bir Kur’an ve İslam âlimiydi; ancak o yaşamının hiçbir aşamasında dogmatik, dayatmacı, ayırımcı ve ötekileştirici zihniyette bir insan olmadı, özde her inanca saygı duyan bir görüşe sahip olmasıyla tanındı. Nitekim eserlerini incelediğimizde, insanlığı bir bütün olarak kucaklayan spiritüel bir içgörü ile dini ve sosyal farklılıkları aşmayı başardığı görülmektedir. Şiirlerinin içsel anlamlarının çoğu kez dini dogmaları aştığı ve Tanrı ile olan ilişkisinin ‘bire bir’ (doğrudan) bir ilişkiye dayandığı da açıkça algılanabilir. Mevlânâ’nın rubaileri/ şiirleri geniş bir yelpazeye yayılmış olup birçok farklı fikir içermesine rağmen arkaplandaki temel tema onun spiritüel/tinsel arayışı ve Tanrıyla birleşme arzusuydu; bundan dolayı rubailerinin/şiirlerinin onun bu özleminin ve bu yöndeki çabasının bir yansıması olduğu söylenebilir.

Mevlânâ’ya göre, insanın spiritüel bir arayış içinde olması için özellikle belli bir ırk, kültür veya dini inanca ait olması gerekmiyordu çünkü herkesin Tanrısı “Bir” idi ve bu Tanrı yarattığı bütün insanları hiçbir ayırım gözetmeden sevgiyle kucaklamakta ve kapısını herkese açmaktaydı. Bundan dolayı Rumi’nin eserlerinde diğer dini inançlarla ilgili herhangi bir önyargı, ayrımcılık veya ötekileştirmeye rastlamak mümkün değildir(1).

Mevlânâ’nın zamanımızda bile bu kadar çok farklı insana hitap edebiliyor olması için onun ‘tinsel (spiritüel) anlayışının’ belirli bir dini inancın katı dogmalarını yansıtmaktan ziyade ‘herkes tarafından kabul görebilecek tinsel değerler ve niteliklerden oluştuğu’ tahmin edilebilir. Mevlânâ’nın eserlerine aşina olanlar, onun yüzyıllardır ve günümüzde çok saygın bir yere konmasının nedeninin, iyilik, ahlak, alçakgönüllülük, sınırsız hoşgörü, sevgi ve ‘Tanrı aşkını’ yansıtan rafine tinsel bilgeliği olduğuna katılacaklardır. Şurası muhakkak ki, Mevlânâ’nın tinsel anlayışının ve bilgeliğinin arkaplanında ondaki tinsel erdemlerin oluşumunu sağlayan başka faktörler de vardı. Dahası, bu faktörler arasında, özellikle onun insan sevgisinin ve Tanrı aşkının oluşup biçimlenmesinde büyük tesiri olan ‘çok özel bir etken’ (bir Sır/bir Gizem) mevcuttu. Bu etken onda, dini inançların ve önyargılı görüşlerin katı çerçevelerini aşan ve gayrimüslim insanları da çekincesiz bir sevgiyle kucaklamasını sağlayan derin bir tinsel anlayışın oluşmasını sağlamıştı.

Rumi, spiritüel yolculuğu sürecinde ruhu üzerinde sürekli etkili olan bu ‘tinsel sırrın’ varlığının yavaş yavaş farkına varıp, gittikçe derinliğine vakıf oldu; fakat bazı nedenlerden ötürü buna dair en derin bilgilerini ve duygularını herkesle özgürce paylaşamadı. Çünkü bu gizem -özde İslami olmayan- ‘belli bir dini inanca’ dair derin ezoterik bilgiler içerdiğinden dolayı hayatı boyunca hep bir sır olarak kalmak zorundaydı.

Aşağıdaki üç beyitte (*) Rumi bu sırrı açıklamasının hiç mümkün olmadığından bahsetmektedir. “Mevlânâ’nın Sırrı” ile bağlantılı bütün Rubailer/beyitler onun “Divan-ı Kebir”(2) adlı eserinden alınmıştır. Rubailerde ve yazıda […..] şeklindeki tırnak arası kelimeler ve açıklamalar yazar tarafından ilave edilmiştir.

(*) Konu itibariyle birbiriyle bağlantılı olan bu üç beyit aslında 5 ciltten oluşan Divan-ı Kebir’de buradaki sırayla birbirini takip etmemekte ve kitapların başka bölümlerinde bulunmaktadırlar. Bu açıklama yazıda yer alan diğer beyitler için de geçerlidir.

Bir nefesçik sus artık; izin verilseydi,  kimsenin, temiz kardeşlerin [Sufi kardeşlerin] kulaklarına bile söylemediğim ‘bir sırrı’ söylerdim elbet.

 

İşte o günden beri biz dostla ahdettik; sırrı gizleyelim,

Başımızı önümüze eğelim dedik.

 

Müstef’ilun, müstef’ilun, müstef’ilun, müstef’ilun(3); anlatış kapısı kapalı,

Artık de ki: susmak bizce daha iyi, daha yerinde.

 

Rumi’nin bildiklerini özgürce paylaşamamasının ve (o dostu/arkadaşıyla birlikte) bir sır olarak saklamak zorunda kalmasının sebebi neydi? Rumi bunun sebebine Divan-ı Kebir’in beyitleri arasında değinir:

Yazıklar olsun, anlatamıyorum ki, korkuyorum anlatmaya; çünkü şeriatın da şeriat kılıcı kından sıyrılmış, parıl- parıl parlamada.

 

Görüldüğü gibi Mevlânâ bu mecburi kısıtlamadan hiç memnun değildi, ama öte yandan bu ‘sırrı’ paylaşmasının bazı vahim sonuçlar yaratabileceğini ve başının derde gireceğini biliyordu; dolayısıyla, bu sözlerle özgürce konuşamadığına ve de bu sırra dair hiçbir şeyi ifşa edemeyeceğine dikkat çekmektedir.

Bu bağlamda, bu yazının amacı Mevlânâ’nın sözünü ettiği ‘bu çok yönlü sırrın’ ne olduğunu araştırıp incelemek ve açığa kavuşturmaktır. Ancak bu ‘sırra’ ışık tutmaya başlamadan önce -onun hayat hikâyesinin Konya’daki daha sonraki yıllarıyla bağlantılı olarak bilinen detaylardan ziyade- Mevlânâ’yı çocukluğundan beri etkileyerek ruhunun bu ‘olağanüstü etkiye/gizeme’ açık olmasına vesile olan, daha erken zamanlarda aldığı etkileri de göz önünde bulundurmalıyız. Mevlânâ’nın erken dönem geçmişinde onun ruhuna tesir etmiş olan bu etkileri algılamak, onun söz konusu ‘sırra’ nasıl ulaştığını anlamamıza yardımcı olacaktır.

Mevlânâ’nın Belh’teki Yılları ve Oradan Ayrıldıktan Sonraki Erken Dönem  

Mevlânâ C. Rumi, 1207 yılında, İran’ın kuzeydoğu illerinde, Horasan’da, şimdi Afganistan sınırları içinde bulunan Belh şehrinde doğdu. Belh şehrinin geçmişteki çok kültürlü yapısı Mevlâna’nın dünya hakkındaki ilk izlenimlerinde ve erken eğitiminde etkili olmuştu. Onun çocukken edindiği ilk izlenimler, daha sonra Anadolu’daki spiritüel ( manevi) yolculuğunda önemli bir rol oynadıkları için bunlar daha ayrıntılı olarak açıklanmalıdır. Rumi’nin annesi Mümine Hatun, Belh Emirinin kızıydı. Babası Bahaeddin Veled ise zamanının ünlü bir İslam âlimi ve bilgini idi. Ancak siyasi nedenler ve yaklaşan Moğol istilası tehdidi nedeniyle Veled ve ailesi Belh’i terk etmek zorunda kaldılar. Böylece Rumi ve ailesi Anadolu’ya doğru yola çıktılar. Yolda Bağdat’a uğradılar ve ayrıca Mekke’ye hac ziyareti yaptılar. Kutsal Kâbe’yi tavaf etmenin çocukken Rumi için oldukça etkileyici bir deneyim olduğunu imgeleyebiliriz. Güzergâhları üzerinde olan Şam’a da uğradılar. Bu yolculukla ilgili bir diğer önemli olay ise, daha önce Bahaeddin Veled’in şöhretini duymuş olan -İranlı bir Sufi, şair ve şifalı bitki uzmanı olan- Feridüddin Attâr’ın onları Nişabur’da karşılamaya gelmesi ve genç Rumi’ye “Esrarname” adlı kitabını takdim etmesiydi. Mevlânâ’nın, Attâr’ın kitabını uzun yıllar başucunda tuttuğu söylenmektedir. Anadolu’ya geldikten sonra, yedi yıl boyunca Karaman’da (antik Larende) yaşadılar. Bu arada, Selçuklu hükümdarı olan Alâeddin Keykubat, ünlü bir âlimin Karaman’da yaşadığını duymuş ve 1228’de onları Konya’ya (eski adıyla “İconium”– İkonyum) yerleşmeye davet etmişti. [İconium, Hristiyanlık dinine ait kutsal ikonalardan gelme bir isimdir ve ‘İkonyum’ şeklinde okunur. Konya adı da sonradan bu isimden oluşmuştur.]

Belh Şehrindeki Zerdüştçüler

Mevlânâ’nın Anadolu’da, Konya’daki hayatına devam etmeden önce, büyük bir olasılıkla erken çocukluk döneminde ona tesir etmiş olan bazı etkilere dikkat çekmek için Belh’e geri dönmemiz gerekiyor. Belh, dünyanın en eski şehirlerinden biriydi ve antik Yunanca adı Bactra idi, ancak Zariaspa(4) olarak da biliniyordu. Belh geleneksel olarak Zerdüştçülüğün(5) merkeziydi ve bu statüsünü uzun süre kaybetmedi. Belh, Zerdüşt’ün spiritüel öğretilerini ilk olarak vaaz ettiği yer olarak kabul edilmiştir. Ve aynı zamanda -Firdevsi’ye göre- onun öldüğü yer idi. Ayrıca Belh’te Nevbahar adında eski bir Zerdüşt ateş tapınağı da vardı.

Zerdüşt’ün takipçileri (Zerdüştçüler), Zerdüşt döneminden beri değişmeyen çok özel bir spiritüel anlayışa sahiptiler ve eskiden beri sahip oldukları bu mirasla Belh’deki manevi ve kültürel hayata büyük bir katkı sağlamışlardı. Zerdüşt, ‘tinsel insanlık tarihinde’ gelmiş-geçmiş en büyük inisiyelerden biriydi ve aynı zamanda durugörü (klervoyans) yeteneğine de sahipti. Bu büyük inisiyenin binlerce yıl önce beyan ettiği bilgelik neydi? Zerdüşt, Kozmosta, belirli “İyi” ve “Kötü” güçlerin var olduğunu ve esasen ‘Kutsal tanrısal Işığın’ ve de ‘karanlığın’ temsilcisi olan bu iki zıt gücün, yaratılmamış kozmik zaman olan “Zeruane Akarene’nin” ilk evrensel ilkesinin tezahürleri olduklarını bildirmişti. Bu kapsamda Zerdüşt, “İyi güçlere” ait olan tanrısal varlığın adının “Ahura Mazda” (Güneşin Muazzam Aurası) olduğunu ve karanlığın gücünün adının da “Angru Manyu” (Ahriman) olduğunu belirtmişti.

Zerdüşt ayrıca, ‘İyi’ güçlerin ‘Kötü’ güçlerle sürekli bir savaş/mücadele içinde olduğunu ve daha sonra bu savaşa, -farkında olsalar da olmasalar da- dünyadaki insanların da dâhil olduğunu, çünkü bu çatışmanın ancak fiziksel planda (dünyada) çözülebileceğini de bildirmişti. Bundan dolayı, yaşamları sürecince insanların ‘İyi’ ve ‘kötü’ (ve bunun yanı sıra ‘doğru’ ve ‘yanlış’) arasında bir seçim yapmaktan, yani mutlaka bunlardan birini seçmekten başka seçeneği yoktu. Ancak bu kozmik savaşın amacı ‘kötü olanı’ yani “iblissel güçleri” yok etmek değil, onların doğasında belli bir dereceye kadar bir dönüşüm gerçekleştirmek idi. Bu bağlamda Zerdüşt, takipçilerine bazı temel ilkeleri ‘doğru yolu gösterici’ olarak vermişti(6). Bunlar özetle; iyi düşünceler, iyi sözler ve iyi işler (eylemler) geliştirmek idi.

Bu nedenle, Budistlerin (ve diğer bazı Hint/Uzakdoğu öğretilerinin) aksine, Zerdüştçüler, ‘Hint öğretileri anlamında aydınlanma’ (Nirvana’ya ulaşma) ve ‘fiziksel dünyada süregiden ölüm ve enkarnasyon çarkına kapılmaktan kurtulma’ şeklinde bir arayış içinde değillerdir; onlar, insanın ‘İyi’ ve ‘Kötü’ arasındaki ‘kozmik (ahlaki) savaşta’ yer almak için maddesel dünyada var olması gerektiğine inanmaktadırlar. Zerdüştçüler çoğunluk tarafından ‘ateşe tapanlar’ olarak bilinirler, ancak onlar için ‘ateş’ aslında her insanın içinde yanan “tinsel ışığın” ve bununla bağlantılı olarak, benimsemiş oldukları ‘Güneş Küresindeki tanrısal Varlığın’ (Ahura Mazda’nın) görünürdeki fiziksel bir sembolüdür. Ayrıca Zerdüşt, uzak bir gelecekte ‘Ahura Mazda’nın “Güneş Küresinden” (görünen fiziksel Güneşin tinsel yönü) ayrılacağını ve Dünyaya geleceğine dair öngörüsünü de bildirmişti. Ve bu tinsel-tanrısal Varlık, gerçekten daha sonraki bir zamanda ‘belli bir kavim ile bağlantılı olarak’ farklı bir kimlikle (önce Mesih adıyla anılarak) dünyaya geldi.

Söz konusu bu kavim, İsrailoğulları/İbraniler/Museviler/Yahudiler olarak bilinen kavim idi. Daha sonraları, ‘Mesih’in’ öğretilerini ve Kendisini benimseyenler ‘Hristiyanlar’ olarak farklı bir yöne ayrıldılar. Ahura Mazda’nın Hristiyanlık dini kapsamındaki adı Hristos/Christos/Christ/Krisdos/Kristus şekillerinde belirginleşti (Türkçede: ‘Kristus’). Onun ‘insanla bağlantılı olan tarafını’ da belirtecek olursak, O, fiziksel dünyada doğmuş olan “İsa’da tezahür/tecelli ettiği için artık ‘İsa Kristus’ (İsa Mesih) olarak anılmaya başladı… [Bu anlatılanlarda ilginç olan, Zerdüştçülerin, Ahura Mazda olarak bildikleri ‘bu Varlığın’ -Zerdüşt’ün öngörüsünde belirttiği gibi- ‘2000 yıl kadar evvel dünyaya inerek İsa’nın bedeninde tecelli etmiş olduğunun’ farkında olmadan inanç ve bakışlarını hala Güneşe yöneltiyor olmalarıdır. Keza, -Antroposofia bilgeliğini inceleyen Hristiyanlar hariç- Hristiyanlar da Kristus (Christ) olarak benimsedikleri bu tanrısal Varlığın ‘Güneş Küresinden’ geldiğini ve Onun binlerce yıldır Zerdüştçülerin taptıkları Ahura Mazda olduğunun farkında değillerdir.]

Zerdüşt inancının yanı sıra Budizm de Belh’te çok uzun bir süre varlığını sürdürmüş ve kentin kültürel ve dini yaşamında güçlü bir etkiye sahipti. Dolayısıyla Mevlânâ’nın doğduğu şehrin atmosferindeki bu spiritüel etkiye de kısaca değinmek gerekir.

Belh’te Budizm                       

Popüler bir hikâyeye göre Budizm, Buda’nın müritleri olan iki Budist rahip tarafından Belh’te tanıtıldı ve yerleşti. Daha sonra da Budizm’in gelişen bir merkezi haline geldi. 7. yüzyılda Belh’teki büyük ve ünlü Budist manastırının yanı sıra şehirde ve çevresinde çok sayıda stupa adlı Budist tapınakları ve türbeleri ve de binlerce Budist rahip vardı. [Belh’te Hinduizm dini de bulunmaktaydı ancak büyük bir grup oluşturmuyorlardı.] Batı’da Buda, Dhammapada ve Budizm hakkında çok şey bilinmektedir; ancak antroposofik bilgeliğe göre, esasen, daha sonra ‘Buda’ mertebesine erişen bu Bodhisattva’nın görevinin, insanlığa ‘merhamet ve sevgi prensibini’ getirmek olduğu belirtilmeli. Örneğin, bir öğretisinde Buda, “En ödüllendirici tinsel uygulamalardan birinin, ‘sevgiyi’ hayatımızın tüm yönlerine ve karşılaştığımız tüm insanlara getirme yeteneğini geliştirmek” olduğunu söylemiştir. Bilindiği gibi, Mevlânâ’nın tinsel anlayışında ve öğretilerinde “sevgi” (ve Tanrı aşkı) çok önemli bir yere sahipti.

  1. yüzyılın ikinci yarısında, İslam’ın yayılması sırasında, Müslüman Arap orduları -başka yerlerin yanı sıra- Belh şehrini de işgal ettiler. Böylece Belh halkı İslam diniyle tanışmış oldu. Arapların Belh’i fethetmesi Budizm’in Belh’teki varlığını bir miktar etkiledi, ancak şehrin manastırlarındaki normal dini yaşam veya dışarıdaki Budist nüfus üzerinde etkisi az oldu. Budizm, Budist öğreti ve eğitim merkezleri olarak manastırlarla birlikte Belh’de varlığını sürdürmeye devam etti.

Bu açıklamalar kapsamında, Bahaeddin Veled’in orada yaşadığı (ve Mevlânâ’nın doğduğu) sırada Belh, uzun süredir birlikte var olan çeşitli dini ve spiritüel etkilerle yoğrulmuş durumdaydı, bundan dolayı dini hoşgörünün yaygın olarak benimsenip uygulandığı ve tüm büyük dinlerin mensuplarının barış içinde bir arada yaşadığı bir şehir idi(7). Dolayısıyla Bahaeddin Veled, İslam inancına sahip olmasına rağmen, şehirde yaygın olan bu anlayış ve tutum, onun Belh’teki çeşitli inançlar hakkında önyargısız bir görüş edinmesini sağlamıştı ve bu bağlamda, farklı dinlerin uyum içinde yaşaması için ‘karşılıklı inanç özgürlüğü’ anlayışının şart olduğunu anlamış olmalıydı. Ayrıca bir eğitmen ve Âlim olarak bildiği her şeyi de Rumi’ye öğretmişti. Mevlânâ’nın babasının sahip olduğu ruhsal gelişmişliğe dikkat çekildi zira Mevlânâ’yı yetiştiren ve onda birçok ruhsal-tinsel erdemin oluşmasında büyük rol oynayan B. Veled idi.

Mevlânâ’nın çocukken yaşadığı Belh’de dinlerin içe geçmiş yaşam tarzını tasvir etmek gerekiyordu. Çünkü onun sevgi, barış ve alçakgönüllülüğe dayanan ruhsal-tinsel öğretileri Buda’nın bu öğretisini benimsemiş -safran renkli cübbeler içindeki-Budist rahiplerden mutlaka etkilenmiş olmalıydı; hatta oradaki Budist manastırlarında yapılan meditasyonlara babasıyla birlikte katılmış bile olabilirdi. Ayrıca, Bahaeddin Veled Belh’te tanınan ve saygı duyulan bir insan olduğu için muhtemelen Zerdüşt rahibi dostlarının ayinlerine de katılmış olabilirlerdi ve bu sayede küçük Rumi onların ünlü inisiyasyon ritüellerini izleme ve ateş tapınaklarında sürekli yanan özel ateşi seyretme şansına sahip olmuştu. Çocukken onu etkileyen ve ruhunda manevi bir merak uyanmasına neden olan spiritüel deneyimler yaşamış olan Mevlânâ’nın zamanla bütün bu güçlü izlenimlere ve yoğun anılara dair soracağı pek çok soru oluşmuş olmalıydı.

Dolayısıyla, Belh’deki çocukluk izlenimlerinin ve babasından aldığı eğitimin, Mevlânâ’nın dini dogmalara saplanmayıp, diğer dinlere karşı objektif ve sınırsız hoşgörü içeren bir bakış açısı kazanmasına yardımcı olan ilk etkenler olduğu söylenebilir. Anadolu’da, tinsel bakımdan daha öte olgunlaştığı yıllarda, ‘insanın içine doğduğu toplumda etkin olan dini inancın’ kişinin ruh ve benliğinin biçimlenmesinde çok güçlü bir etkisi olduğunu fark etmiş olmalıydı. Dolayısıyla Mevlânâ, Konya’da önemli bir İslam dini şahsiyeti olmasına rağmen, insanların onun düşünce ve görüşlerini kabul etmelerini beklemek yerine karşılaştığı insanların inanç ve düşüncelerini anlamaya çalışmıştı. Kısacası Rumi, Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar veya diğerler inançlar arasında bir ayırım yapmadı, ona göre bunların hepsi insanlığa ait inançlardı, ama aslında her insan özde aynı Tanrı tarafından yaratılmıştı. Bundan dolayı onun barışçıl ve hoşgörülü öğretileri yüzyıllar boyunca ve zamanımızda da farklı dini inançlardan insanlara hitap edebilmiştir.

Mevlânâ’nın Konya’daki Spiritüel Yolculuğu

Bahaeddin Veled ve ailesi en çok Konya’da çok yakınlık ve kabul gördüler. Veled, Konya’da merkez Medresede (İslam medresesinde) ders vermeye başladı; bu arada oğlunu da eğitti. Mevlânâ, erken yaşta babasının derslerine katılmaya başladı ve Arapça, Türkçe ve Yunanca öğrendi. İslam ile birlikte diğer dinleri de inceledi. Babasının hocalığı ve öğrettikleriyle hızla ilerledi ve 23 yaşında âlim oldu. Babası öldüğünde Mevlânâ yirmi dört yaşındaydı. Birkaç yıl sonra babasının vasiyeti ve Alaeddin Keykubat’ın isteği üzerine Mevlânâ, babasının hocalık görevini devraldı (yaklaşık 1237’de). Daha sonra Mevlânâ, babasının eski öğrencisi Seyyid Burhaneddin Tirmizi ile tanıştı. Tirmizi dokuz yıl boyunca onun hocası ve akıl hocası/danışmanı olarak görev yaptı. Mevlânâ, “Fihi ma Fih” (‘ne varsa içindedir’/‘ne varsa içinde var’) adlı kitabında sık sık Tirmizi’ye atıfta bulunmuştur.

Daha sonraları Konya’ya önemli bir mutasavvıf geldi ve Mevlânâ’nın hayatına girdi. Gezici bir derviş olan “Şems-i Tebrizi” ile tanışması, onun hayatında çok önemli bir dönüm noktası oldu çünkü birçok konuda Şems’ten çok ilham ve bilgi aldı. Şems Konya’ya gelmeden önce Mevlânâ medresede ders vermekte ve ayrıca merkez camide de vaaz vermekteydi, ancak Şems geldikten sonra zamanının çoğunu onunla geçirmeye başladı. Spiritüel konuları paylaştıkları bu yoğun birlikteliklerinin üç buçuk yıl sürdüğü ve bu dönemde Mevlânâ’nın takipçilerini ve yakın çevresinde bulunan arkadaşlarını ihmal ettiği söylenmektedir. Ayrıca, hiç kimsenin konuşmalarının içeriği ve bu yakın ilişkinin niteliği hakkında bir fikri yoktu. Bunun sonucunda da Rumi’nin çevresindekiler hayal kırıklığı yaşadılar ve ona gücendiler ve hatta belki de onların bu iletişim ve ilişkisini kıskandılar. Şems, pek çok kişinin onların ilişkisinden rahatsız olduğunu hissedince Konya’dan ayrılmaya karar verdi.

Mevlânâ, onun ayrılıp gitmesine çok üzüldü ve inzivaya çekildi ve bu süreçte “Divan-ı Kebir’in” birçok beytini yazdı. Bir süre sonra -dedesinin adını taşıyan- oğlu Sultan Veled’i Şems’i bulması için gönderdi. Veled onu Şam’da buldu. Şems onu görünce Mevlânâ’nın gönderdiğini anladı ve onunla Konya’ya döndü. İkisi de tekrar kavuştuklarına sevindiler, ancak yine aynı tepkiyle karşılaştılar. Fakat bu sefer bu tepkilerde güçlü bir kırgınlık vardı. Bir gün, birdenbire Şems Konya’dan kayboldu [O zamandan beri Şems-i Tebrizi’nin birdenbire ortadan kaybolması olayına dair birçok varsayımda bulunuldu, Mevlânâ C. Rumi hakkında yazılan kitap ve makalelerde bu hikâyenin farklı anlatımları ve yorumları ayrıntılı olarak bulunabilir.] Ancak bu konuyu burada bırakıp, ‘Mevlânâ’nın sırrına’ dair incelememize, Şems’in Mevlânâ ile paylaştığı tinsel sırların içeriğinin ne olduğuna dönelim.

Şems-i Tebriz’i, İranlı – Tebrizli bir mutasavvıf ve bir Sufi üstadıydı. Mevlânâ, Şems’le tanıştıktan sonra tasavvuf öğretileri konusunda yeni bir yaklaşım ve yeni yöntemler benimsediği için Şems’ten daha başka (ve karmaşık) bazı tasavvufi yöntemler öğrenmiş olduğunu tasavvur edebiliriz. Aslında Mevlânâ’nın uyguladığı ‘Fars tasavvufu’ geleneği özde “Horasan tasavvufudur”– yani Horasan bölgesinden kaynaklanmış olan tasavvuf anlayışı. Buna mukabil, “Bağdat Tasavvufu” olarak bilinen Arap Tasavvufunun geleneksel anlayışı bazı bakımlardan daha kısıtlıdır. Bundan ötürü Rumi’nin, Horasan kaynaklı Sufi ‘aydınlanma yöntemlerine’  dair bilgileri Şems’ten öğrendiği(8) ve mevcut yöntemlerine müzik ve dansı (Sema’yı) dâhil ettiği söylenebilir. Hâlbuki müzik ve dans, Arap/Bağdat tasavvufu geleneğinde yer almamaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, Şems-i Tebrizi’nin aktardığı öğretiler, Mevlânâ’nın ‘geleneksel dini öğretiler kapsamında bir âlim olma’ kimliğini aşmasını sağlamıştır. Mevlânâ’nın eserlerinde, onun ruhsal-tinsel arayışının ve Tanrı’ya kavuşma arzusunun temelde “Tanrı’ya teslimiyet” ve “Tanrı aşkı” üzerine kurulu olduğu açıkça görülmektedir. Aşağıdaki beyit, Mevlânâ’nın tinsel/spiritüel yaklaşımını ve seçtiği yolu özetlemektedir.

–Âşık ol âşık, aşkı seç ki sen de [Tanrı tarafından] seçilmiş bir insan olasın.

 

Mevlânâ’nın Tasavvuf/Sufi Öğretilerini Biçimlendirip Oluşturan Etkiler    

‘Tanrıyla birleşme (Tanrı’da yok olma/kaybolma) Mevlânâ’nın benimsediği bir spiritüel yöntem olmasına rağmen, ‘Tanrı’nın okyanusunda’ yok olmayı hedefleyen bu yöntem aslında ondan kaynaklanmamıştır. “Tanrı aşkıyla, Tanrı ile birleşip Onda yok olmak” şeklindeki öğreti/yöntem ilk olarak eski/kadim Hindistan’da ortaya çıkmış ve çok daha sonraları Horasan Tasavvufu öğretilerini etkilemişti. Bu etki sonucunda Mevlânâ’nın Tasavvufunda /Sufizm anlayışında da ‘Tanrı sevgisi’, ‘Tanrı’ya teslimiyet’ kavramıyla iç içe geçmiş ve insanın ‘Benliğini’ (‘Ben’ dediğimiz unsuru) tamamen yok ederek nihai amaca, yani Tanrı ile birleşmeye yönelik bir yöntem olarak kullanılmıştır. Bu doğrultuda, Hint öğretilerinde ‘ilahi aşk ve Brahma’ya teslimiyetin’ yogası olan Bhakti yoga’da yogi, benliğini ilahi olan Varlığa (Brahma’ya) adayarak derin bir aşkla eritir. Amacı, benliğini tamamen sona erdirerek (yok ederek) Brahma’nın ‘ilahi Benliği ile birliğe’ ulaşmaktır. Bu bağlamda, Mevlânâ’nın Divan-ı Kebir’de yazdığı bir beyitten yansıyan anlama bakalım.

Yarabbi, ben mi arıyorum seni, yoksa sen mi arıyorsun beni?

Ben, ‘ben’ oldukça, benliğimden kurtulmadıkça ne ayıp bana,

O vakit ben, bir başkasıyım Sen bir başkası.

Bu sözlerle Mevlânâ, “Ben senden ayrı ve farklı bir benlik olmakta ısrar ettikçe ‘Sen’den ayrı kalıyorum, Seninle birleşmem mümkün olmuyor. Bundan dolayı, buna mani olan ‘benim benliğimin’ yok olması gerekiyor” demektedir.

Bu beyitte görüldüğü gibi, Mevlânâ da ‘Bhakti yoga’nın’ özünü oluşturan anlayışa (ve yönteme) benzer şekilde, ‘kendi benliğinden vazgeçip, Tanrı’da yok olarak Tanrıyla birleşmek’ şeklindeki nihai sonuca (vuslat’a) ulaşabileceğine inanmaktaydı. Mevlânâ’ya göre, Tanrı ile birleşmenin sonucu olarak “ben” artık var olmayacağından dolayı, kişi bundan sonra kendi benliğine/egosuna göre hareket etmeyecek ve ancak o zaman Tanrı bu kişide tecelli edebilecektir. [Fakat böyle bir yöntem uygulayarak benliğini kaybedip Tanrıyla birleştiğini hisseden bir kişide tezahür eden ‘Tanrı’nın tam anlamıyla kendi zatı mıdır’, yoksa bu kişi aydınlanmış halinde yalnızca ‘insanın, süregelen evriminde çok çok eski zamanlarda geride bıraktığı bir ilahi hali/boyutu mu’ deneyimlemektedir? Bu da ayrıca açıklanması gereken önemli bir konudur.] Bu bağlamda, bugünkü Sufi’lerin uyguladıkları ‘aydınlanma yöntemlerine’ baktığımız zaman, Mevlânâ’nın öğretilerinin ve -Sema gibi- bu hedefe yönelik yöntemlerinin yüzlerce yıl sonra bile halen Sufi öğretilerinin özünde yer aldığını görmekteyiz.

[Bunun gibi, Bağdat’ta 922’de, aydınlanmış bir Sufi üstadı olan Hallâc-ı Mansur “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım/Tanrıyım) dediği için ve onun bu sözleri küfür (Tevhit akidesine aykırı)  olarak görüldüğü için vahşice ve acımasızca öldürülmüştü. Mansur aslında -Horasan tasavvufu terminolojisi bağlamında- “Ben yokum, sadece Tanrı var”. Başka bir ifadeyle, “Benim varlığım yok, içimde sadece Tanrı’nın varlığı/yansıması mevcut” demek istemişti. Yoksa söylediği söz, “Ben artık Tanrıyım” anlamında değildi, yani o kesinlikle kendini Allah’a şirk koşmamıştı.]

Mevlânâ’nın çağdaşı olan Avrupalı ​​bir üstadın da benzer görüşlere sahip olması dikkat çekicidir. 13. yüzyılda yaşamış bir mistik Dominik rahip olan Meister Eckhart, Tanrı’nın varlığının ‘insanın ruhsal-tinsel doğasında bir kıvılcım olarak mevcut olduğunu’ vurgulamaktaydı. Eckhart’a göre, bu ilahi kıvılcımın insanı aydınlatabilmesi, böylece kendi içinde ve yaratılmış olan her şeyde ‘Tanrı’nın tinsel özünü’ algılayabilmesi için kişinin ‘kendim’ dediği ‘benliğinin’ eriyip gitmesi/yok olması gerekmektedir. Bu süreç aynı zamanda ‘kişinin mantıksal/ entelektüel doğasının aşılmasını’ da içerir, çünkü mantıksal/rasyonel düşüncenin kavrayabileceği şeyler ve ‘insanın dünyevi arzularının’ talep ettiği şeyler tanrısal değildir. Başka bir deyişle “aydınlanmanın” sonucunda kişi, insana sürekli ‘tanımlamalar ve tarifler’ sağlayarak görünür fiziksel dünyaya dair zihinsel imgeleri (tabloları) ayakta tutan/destekleyen rasyonel düşünce ve mantığın çerçevesinden kalıcı olarak çıkarak, ‘sıradan insan aklını/mantığını aşan’ bir hale (daha tinsel bir varoluş haline) girer.

Aşağıdaki beyitte, Meister Eckhart’ın açıklamalarına paralel bir biçimde, Rumi’nin de -Sufi öğretileri bağlamında- mantığı nasıl değerlendirdiği açıkça görülmektedir.

Git mantık, burada düşünen yok,

En ince bir saç teli kadar bile yer yok sana.

Düşünceyi sessizleştirmeye ve yok etmeye çalışan Rumi: “Mantık yürütmek için düşüncenin ve ‘düşünen birinin’ var olması gerekir, oysa burada düşünen yok, dolayısıyla mantığa da yer yok” demektedir. [Rumi, “Git mantık…” şeklindeki ifadede ‘mantık’ terimini insanın sahip olduğu ‘entelektüel yeteneği’, yani ‘akıl ve düşünceyi’ de kapsayacak şekilde kullanmıştır.]

Sufi’nin Yolu

Kuşkusuz Sufi’lerin ‘seyr-i sülûk yolculuğu’ konusunda pek çok açıklama mevcut, ama Sufi öğretilerinin ve Sufi eğitim yöntemlerinin ayrıntılarını daha öte incelemek bu makalenin kapsamı dışında kalıyor. Ancak Mevlânâ ile Şems’in diyaloglarının hangi konulara dayandığı ve Mevlânâ’nın Şems’ten ne şekilde ilham aldığı konusunda bir fikir edinmek için Sufi öğretilerine dair bazı temel noktalara değinmemiz gerekir. Başlangıç ​​olarak, Mevlânâ’nın Sufi öğretilerinin dua ve ritüellerinde İslami bir bağlam olmasına rağmen, Sema yaparak aydınlanma yönteminin’ Kur’an’a dayalı İslami öğretilerden kaynaklanmadığını ve esasen bu yaklaşımın ve yöntemin temelinde Hint yöntemlerinden etkilenmiş Horasan öğretilerinden gelen etkilerin var olduğunu tekrar vurgulamalıyız. Sufizm’e göre, ‘insanın iç dünyası’, ancak “kalp gözüyle” hissedilebilen ve görülebilen sonsuz bir okyanus gibidir; dış dünya ise, okyanusta yükselen dalgaların yüzeyinde geçici olarak beliren geçici köpük gibidir; bu nedenle, bu ‘sonsuz okyanus’ ile kaynaşabilmek için kişinin dış dünyayla (maddesel dünyayla) özdeşleşmesinin sona ermesi gerekir. Kısaca söylemek gerekirse, ‘Sufi’nin yolu’ ‘insanı çeşitli şekillerde dış dünyayla özdeşleştiren “nefsi” (nefs benliği) yok etmeyi amaçlayan’ bir içsel yolculuktur. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, geleneksel İslami inançtaki ‘cennete girmek’ kavramının aksine, Sufiler insanın dünyevi benliğinin aynen dünyadaki gibi -ama şimdi çok daha hoş ve keyifli bir biçimde- yaşamaya devam edeceği bir cennete ulaşmayı amaçlamazlar.

İranlı Sufilerden Bayezid Bistami, “nefsin Allah’ta/Tanrı’da yok edilmesi’ doktrini ile ilk tanışan ve bu doktrini açıklayan ilk Müslüman Sufidir. Bayezid, Doğu Pers çevresinde ortaya çıkan Doğu Sufizm okulunun (Horasan geleneğinin) bir temsilcisiydi ve izlediği yola ilişkin açıklamalar sonraki Sufiler için bir model oluşturdu. Sufiler eğitimlerinin bir parçası olarak “nefse” (nefs vasıtasıyla oluşan benliğe) karşı bir mücadele içindedirler. Nefs(9), Arapça bir kelimedir, ancak esasen köken olarak İbranice “nephesh” kelimesinden gelmedir. Tasavvuf öğretileri bağlamında nefs, aslında maddesel dünyanın ağlarına dolanmış olan -daha düşük, yani tanrısal Âlemle bağlantısı kopmuş olan- ‘insan benliğidir’ ve aynı zamanda tüm dünyevi arzuların ve hırsların merkezi olduğu için de ‘nefs’ insanı maddesel dünyaya bağlı tutar. Bu nedenlerden dolayı, Sufi eğitimlerinin bir parçası olarak nefs’in dünyevi arzu ve zevklere olan bağlılığını zayıflatmak için oruç tutmak yöntemi uygulanmaktadır. Ayrıca Sufilerin belli bir ahlâkî arınmışlığı edinmeleri ve de şefkat, sevgi ve tevazu gibi faziletleri kazanmaları da önemlidir. Ancak Mevlânâ sadece temel Sufi yaklaşımı ve yöntemleri çerçevesinde kalmamış, kendisine yavaş yavaş ifşa edilen bambaşka “bir Gizem’den” de derinden etkilenmiştir.

 

İconium / İkonyum (Konya)

Daha önceki bir bölümde bahsedildiği gibi, Mevlânâ Zerdüştlük ve Budizm ile temas etme şansına çocukken Belh’te sahip olmuştu. Fakat Hristiyanlık(10) Belh’te çok yaygın bir din olmadığı, dolayısıyla orada çok fazla Hristiyan yaşamadığı için Hristiyanlıktan kayda değer bir etki almadı. Bu bakımdan Hristiyanlığa dair başlangıç bilgilerini daha sonraları Karaman’daki eğitimi sürecinde kendisine Grekçe de öğreten babasından almış olduğu söylenebilir. Ama Rumi’nin Belh’te Hristiyanlık ve Hristiyanlarla ilgili olarak deneyimleyeme fırsatı bulamadığı ‘etkiler’ aslında onu Konya’da bekliyordu, çünkü 13. yüzyılda Konya’da Hristiyan Rum/Grek ve Ermenilerin de aralarında bulunduğu önemli bir Hristiyan nüfus mevcuttu. (Ayrıca Konya’da Yahudiler ve gayrimüslim Türkmenler de vardı). Fakat nasıl oluyor da özellikle Konya’da (eski adıyla İconium/İkonyum) bu kadar çok Hristiyan bulunmaktaydı? Bunun yanıtı için Yeni Ahit’e/İncil’e  – ‘Elçilerin İşleri’ bölümüne göz atalım.

Elçilerin İşleri  – Bölüm 13: 51 Bunun üzerine Pavlus’la Barnaba onlara bir uyarı olsun diye ayaklarının tozunu silkerek Konya’ya [İkonyum’a] gittiler.

Bölüm 14: 1 Konya’da [İkonyum’da] Yahudilerin havrasına birlikte giren Pavlus’la Barnaba öyle konuştular ki, hem Yahudilerden hem de Greklerden büyük bir kalabalık iman etti.

Bölüm 16: 2 Listra ve Konya’daki kardeşler ondan övgüyle söz ediyorlardı.

Görüldüğü gibi, Konya’nın adı ilk Hristiyanlarla bağlantılı olarak İncil’de geçmektedir. Nitekim Aziz Pavlus ve Barnaba MS 47-48 yıllarında ilk misyonerlik yolculuğunda İconium’da(11) vaazlar vermişler ve bunun sonucunda çok sayıda Yahudi ve Pagan Hristiyan inanca dönüşmüştü. Kısa bir süre sonra (yaklaşık MS. 50’de) Aziz Pavlus, kurduğu Kiliseyi organize etmek için (ikinci misyoner yolculuğu sırasında) bir kez daha İconium’u/Konya’yı ziyaret etti. Bu nedenle Konya oldukça erken Hristiyanlaşmış oldu. İşte Mevlânâ zamanında Konya’da büyük bir Hristiyan nüfusun bulunmasının nedeni de buydu.

Rumi’nin eserlerini incelediğimizde, Hristiyanlık hakkında babasından aldığı bilgilerin yanı sıra İncil’i oldukça ayrıntılı bir biçimde incelemiş olduğu görülmektedir. Rumi, yaygın ve klasik Grekçe de öğrenmiş olduğundan dolayı Grekçe yazılmış orijinal İncil’i okuyabiliyordu. Ayrıca, sahip olduğu Grekçe dili bilgisi onun Konya’da yaşayan Hristiyan halkla rahatlıkla iletişim kurabilmesine olanak sağlamıştı.

Mevlânâ Konya’da dinine ve İsa Kristus’a bağlı, manevi bir yaşam tarzı sürdüren mütevazı Hristiyan rahiplerle (ve keşişlerle) karşılaşmış ve de bu rahiplerin ve bazı Hristiyanların belli bir derece ruhsal saflık ve “tinselleşmiş sevgiye (Tanrı aşkına)” eriştiklerini fark etmiş ve bu nedenle onlardan etkilenmiş olmalıydı. Ama Hristiyanlar da Mevlânâ’dan etkilenmişlerdi, çünkü o da aziz bir insandı. Hikâyeye göre, Konya’da Mevlânâ’nın ününü duyan bir Hristiyan keşiş ona saygısını sunmak için geldi. Mevlânâ’nın önünde eğildiği zaman, Mevlânâ da onunla aynı seviyeye eğildi. Bunu gören keşiş biraz daha eğildi ve aynı şekilde Mevlânâ da onun kadar eğildi ve bu durum, ikisi de yere düşene ve artık eğilemeyecek duruma gelene kadar devam etti. Mevlânâ’nın alçakgönüllülük derecesine tanık olan keşiş Konya’daki Hristiyanların neden ona sevgi ve saygı duyduklarını anladı.

Mevlânâ’nın bazı beyitlerinden yansıyan İsa Kristus (Mesih) hakkındaki bilgisinin derinliği ve Hristiyanlığın özünü oluşturan konuları ‘birer gerçeklik’ olarak ifade edebilme yeteneği, bu bilgileri sağlam kaynaklardan aldığını ve çok yönlü doğrulamış olduğunu göstermektedir. Şüphesiz bu kaynaklardan biri Şems-i Tebrizi idi. Başka bir deyişle, söz konusu “Sırrı” herkesle paylaşmayıp saklamaya birlikte karar verdikleri ‘o arkadaş/dost’ esasen Şems idi. [Peki, İran gibi İslami bir ülkeden gelmiş olan Şems nasıl oluyor da Hristiyanlık hakkında pek çok bilgiye sahipti? Bunun yanıtı ileriki bir bölümde açıklanacak.]  Ayrıca, Hristiyan keşişlerle yaptığı derin sohbetler de onu oldukça etkilemiş olmalıydı. Rumi gibi açık fikirli ve önyargısız bir insanın ‘Mesih’in tanrısal kimliği’, ‘İsa’, ‘Kutsal Üçlü’, ‘İsa’nın peygamberliği’, ‘Çarmıha gerilişi’, ‘Ölümden Dirilişi’ gibi kavramlar; ayrıca,  ‘neden İsa’ya kutsallık atfedildiği’ ve de “Sözün” (veya ‘Kelimenin’) tinsel manası gibi konular hakkında daha öte bilgiler edinme gayreti içinde olduğunu tasavvur edebiliriz. Aslında bu konular orijinal Hristiyan inancının özünü oluşturan ilkelerdi, yani ‘Hristiyanlık’ bu temel öğretiler üzerine kurulmuştu. Kur’an’da birçok ayette, İsa, Meryem ve Mesih’e dair çeşitli anlatımlar var olmasına rağmen zamanla ortaya çıkan bazı yanlış hadis ve yorumlar bu hakikatlerin manasını Kur’an’da var olan biçimiyle yansıtmadı. Bu yüzden Kur’an’ı doğrudan okuyup incelememiş olan insanlar kaçınılmaz olarak bu uydurma hadis ve yorumların etkisiyle yanılgılı düşünce ve kanaatler edindiler.

Ancak, Kur’an ayetlerini önyargısız ve objektif bir biçimde incelediğimizde, Allah’ın, Meryem’in ve Meryem’in babası Ali İmran’ın soyunu yücelttiği (Ali İmran 33 – 37); Meryem ve İsa’dan övgüyle bahsedip onları sahiplendiği (Hadid – 27) ayetini; Allah’tan gelen bir ‘Kelime/Söz’ olan İsa’nın geleceğini müjdeleyecek olan Peygamber Yahya’yı övdüğü (Ali İmran- 39) ve (Meryem 11 – 15) ayetleri; Allah’ın, İsa Mesih’i ‘Kendisinden bir Kelime’ ve Allah’ın resulü olarak Meryem’e Kendisinin gönderdiğini belirttiği ayetleri (ör: Nisa- 171); Allah’ın, herkesin İsa’ya inanması gerektiğini ve ona inanmayıp inkâr edenlere azap çektirteceğini vurguladığı ayetleri (Ali İmran 55 – 56) ve de bu kapsamda daha birçok ayeti okuyabiliriz.

Dolayısıyla, Kur’an’ı son derece iyi bilen ve önyargısız bir İslam âlimi olan Rumi’nin Konya’da yaşayan Hristiyanlarla dost olmadan önce de bu konular üzerine ruhen (düşünce ve duyguda) yoğunlaşmış olduğunu tahmin edebiliriz. Ama ilaveten, Rumi’nin, Kur’an’da yer alan bu konuların daha öte tinsel manalarını Divan-ı Kebirdeki beyitlerinde doğru ve bilinçli ifadelerle ele almış olmasında Hristiyan rahiplerin bunlar hakkındaki daha öte açıklamalarının da bir katkısı olmalıydı. Örneğin Rumi, Divan-ı Kebir’de, -Kur’an’da var olmayıp, İncil’de yer alan- ‘Mesih’in (İsa Kristus’un) ölmüş olan Lazar’ı diriltmesi’ olayına birkaç rubaide atıfta bulunmuştur.

Şükürler olsun, İsa erişti de Âzer’imiz (*) dirildi;

Şükürler olsun ki Musa, mucizesini gösterdi.

(*) Âzer: Yuhanna İncil’de, ölümünden dört gün sonra İsa’nın yetişip dirilttiği ‘Lazar’ (Yuhanna İncil, Böl 11: 1 – 44 )

Beyitin ikinci bölümünde Rumi, -çok doğru olarak- Musa’nın yaptığı mucizelerin arkasında da Mesih’in (Kristus’un) gücünün olduğuna değinmektedir…

Zamanın Azer’iyim a Mesih,

Soluğunla yokluk mezarının tâ dibinde dirildim,

Yeniden dünyaya geldim.

Bu beyitte de, ‘diriltilen Lazar mucizesi’ bağlamında Rumi, Mesih’e: “şimdiki zamanın Azer’i (Lazar’ı da) benim” sözleriyle kendisi ve Lazar arasında bir bağlantı kurarak, kendindeki ‘ruhsal-tinsel anlamda canlanma’ ve dönüşümün, doğrudan ‘Mesih’in soluğundan (gücünden) gelen etkilerden’ kaynaklandığını anlatmaktadır.

Mevlânâ’nın eserlerini incelediğimizde, esasen İsa Mesih (İsa Kristus) veya Hristiyanlık hakkında doğrudan açıklamalar yapmadığını, fakat kendisini ifade etmek için özellikle seçtiği kelimelere yakından baktığımızda, Hristiyanlığın ezoterik yönünü derinlemesine anladığını ve de ‘İsa’nın ilahi yönünü/niteliğini’ sezip, onun ‘Kristus Varlığı’ ile bağlantısını kavramakta bir tutukluk/kuşku yaşamadığını görebiliriz.  Rubailerinden yansıyan mana yüklü ifadelerinde de, -sadece entelektüel bakımdan anlamış olmanın ötesinde- bu gizemleri ‘daha yüksek bir düzeyde idrak etmiş’ olduğu da anlaşılmaktadır. Aslında Rumi’nin bu tinsel yeteneği hiç şaşırtıcı değildir, çünkü ‘arkadaşından’ (Şems’ten) ve dostu olan Hristiyan rahiplerden aldığı bilgiler ve de önceden de İncil’i önyargısız bir biçimde incelemiş olması onu İsa Kristus’u kuşatan birçok gizemi anlamaya hazır bir hale getirmişti.

Rumi’nin yaşadığı devir henüz Kur’an’daki sure ve ayetlerden yansıyan ‘bazı içrek manaların’ derinlemesine incelenip anlaşıldığı bir zaman değildi, çünkü öncelikle o devirde herkesin okuması-yazması yoktu, bundan dolayı Kur’an’ı doğrudan okuyamayanlar Kur’an’ın içeriğini çok çok az sayıdaki Arapça okuyabilen kişilerden duyuyorlardı. Ayrıca o devirde matbaa olmadığı için Kur’an’ı Kerimler hep el yazması idi, dolayısıyla herkesin bir Kur’an edinmesine imkân yoktu. Başka bir ifadeyle, herkesin Kur’an’ı dilediği zaman doğrudan okuyup duyduklarını doğrulaması ve daha öte inceleme yapması mümkün değildi. Ayrıca, aradan geçen yüzyıllar içinde -Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ait olmayan- bazı uyduruk hadisler ve yorumlar da ortaya çıkıyordu; neticede insanlar Kur’an’ın gerçeklerini yansıtmayan bazı yanlış bilgilerin etkisinde kalmaktaydılar. Ayrıca, 13. yy. İslami inancın ve öğretilerin zirvede olduğu bir zamandı, yani, Kur’an’ın içeriğinde bulunan İncil’le bağlantılı bilgilerin Müslümanlar tarafından pek fazla kaale alınacağı ve üzerinde düşünüleceği bir devir değildi. Bu bakımdan, İslami bir eğitim almış olmasına rağmen ve İslam’ın dini doktrinlerinin etkinliğinin en güçlü bir şekilde hissedildiği bir dönemde ‘farklı tinsel gerçeklere’ son derece cesur ve açık kalplilikle yaklaşmış olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, Rumi’nin neden zamanımızda da dünyadaki pek çok insan tarafından çok farklı bir yere konularak benimsendiği daha iyi anlaşılabilir.

Önceki bir paragrafta, Mevlânâ’nın Sufizm kapsamındaki tinsel yolunun ‘Tanrı aşkına’ (ve Tanrı’ya teslimiyete) dayandığından ve yöntemlerinin de temelde Bhakti yogadan gelip, Şems tarafından aktarılan Horasan kaynaklı Sufi öğretilerinden oluştuğundan bahsedildi. Ancak şunu belirtmek gerekir ki aslında Mevlânâ “Tanrı aşkı” kavramına hiç yabancı değildi, çünkü Şems ile karşılaşması öncesi bunu başka bir kaynaktan da öğrenmişti; aslında Rumi gençlik yıllarında İncil’i okuyup incelerken de bu kavramla karşılaşmıştı.

Matta 22: 36‘da İsa Kristus’a “Kutsal Yasadaki en önemli buyruk [Tanrı Yahweh’nin Tevrat’taki buyruğu] hangisidir?” diye sorulduğunda, İsa yanıtladı: 37Tanrın olan Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla sev.” 38 “İşte ilk ve en önemli buyruk budur.”

Mevlânâ, İsa Kristus’un bu derin sözlerinden ve O’nun belirttiği ikinci buyruktan da son derece etkilenmiş olmalıydı. Kutsal yasanın en önemli ikinci buyruğu da şöyleydi: Matta 22: 38Komşunu kendin gibi sev.”

[Burada ”Komşu” ile kastedilen sadece evimizin yakınında yaşayan komşularımız değildir, ülkedeki herkes ve yaşadığımız memleketin çevresindeki diğer ülkelerde yaşayan insanlar da komşumuzdur. Kısacası, bu sözlerle İsa Kristus dünyadaki bütün insanlığı sevmeyi kastetmiştir.]

Mevlânâ’ya göre, İsa’nın “Tanrı sevgisine” dair bu sözleri, onun Horasan Sufi öğretilerinden bildiği “tanrı aşkı” kavramı ile örtüşmüştü.  Ayrıca “Komşunu sev” şeklindeki sözleri de onun Konya’da yaşayan tüm Hristiyanların, Yahudilerin ve diğer dinlerin mensuplarının ‘komşuları’ (‘insan kardeşleri’) olduğunu anlamasına yardımcı olmuştu. Neticede, Mevlânâ gibi ince ruhlu bir ‘seyr-i sülûk yolcusu,’ İsa’nın bu sözlerinden ve İncil’deki diğer yüksek öğretilerinden derinlemesine etkilenmiş ve de bunun sonucu olarak sarsılmaz bir ‘Tanrı sevgisi/aşkı’ (ve ‘insan sevgisi’) onun derin tinsel anlayışının ve Sufi öğretilerinin merkezinde yer almıştı…

Bu sır Mevlânâ’ya Kimler Vasıtasıyla Ulaştı?

Bu noktada, çok yönlü olan ‘Mevlânâ’nın sırrı’ konusunun diğer yönlerine dair açıklamalara dönelim. Şimdiye kadarki açıklamalardan belirginleştiği gibi, Mevlânâ’nın açıkça konuşamadığı ve başkalarıyla paylaşmaya çekindiği, hatta haklı olarak korktuğu ‘bu sır’ İsa Kristus’a (Mesih’e) dair zamanla bilincine vardığı bazı ezoterik hakikatler idi. Mevlânâ’nın arkadaşı/dostu Şems-i Tebrizi’nin Mevlânâ’ya Horasan geleneğinden kaynaklanan Sufizm ile ilgili bilgiler aktardığı anlatıldı. Ancak, İsa Mesih ve ezoterik Hristiyanlıkla ilgili bazı sırları Rumi’ye ifşa eden ‘o arkadaşın’ da Şems olduğu gerçeğini biraz daha belirginleştirmek gerekiyor.

Şems-i Tebrizi’nin İran kökenli olduğunu ve İran’da da İslam inancının benimsenmiş olduğunu bilmekteyiz. O zaman, Müslüman bir İranlı Sufi olan Şems Hristiyanlığa dair ‘içrek bilgilere’ nasıl sahip olabilmişti?  Evet, İran’da benimsenen esas dini inanç İslam’dı ve de Şems köken olarak Mevlânâ gibi Müslüman bir Sufi idi, ancak hatırlanması gereken şey, İran’da İslam öncesinden beri bir inanç olarak -Zerdüştlüğün yanı sıra- bir miktar da Hristiyanlığın ve bunun yanı sıra Kiliselerin ve manastırların var olduğudur. Ancak, zamanla İslam inancı İran’da gittikçe daha çok benimsendi ve İran’ın resmi dini oldu, fakat Hristiyanlık yok edilmedi ve -sayıca az miktarda olsa da- İran’da kabul gören bir din olarak varlığını sürdürdü. [Aşağıda, “Klasik Fars (İran) Şiirindeki Hristiyanlık Etkileri” başlıklı bölümde, ‘İran’daki Hristiyanlığın etkileri’ konusuna başka bir açıdan değinilecek]. Dolayısıyla Rumi gibi -spiritüel konulara son derece açık bir mutasavvıf olan- Şems, ezoterik Hristiyanlığa dair bilgilerini İran’da zaten var olan Hristiyan kaynaklardan öğrenmiş olmalıydı.

Mevlânâ’nın bu “sır” ile bir şekilde bağlantılı olan ‘bir arkadaştan’ (yani aslında Şems’ten) bahsettiği iki beyit vardır.

–Arkadaşımın söylediği sırrı kimselere söylemeyeceğim

O inci, o değerli emanet korunacak.

Birkaç gecedir korkarak uyudum

Bu sırlara dair kelimeler uykumda ağzımdan dökülecek diye…

O günden sonra arkadaşım ve ben

Sessiz kalma sözü verdik

Ve çaresizlik içinde başımızı öne eğdik.

Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, ‘Mevlânâ’nın arkadaşı’ onun devamlı görüştüğü ve birlikte olduğu bir kişi idi. Ve en önemli nokta da, arkadaşının ona ifşa ettiği Hristiyan kökenli bilgiler herhangi bir arkadaşının bilebileceği sıradan ve yüzeysel bilgiler değil, ezoterik ve önemli tinsel bilgiler idi. Bu da bize Şems-i Tebrizi’yi işaret etmektedir. Ayrıca, yukarıdaki beyitte bu sır ile ilgili olarak İncil’de geçen “inci” kelimesini mecazi anlamda kullanması ve arkadaşı ile birlikte bundan sonra sessiz kalmaya karar vermiş olmaları da, bu sırrın/sırların bir şekilde Hristiyanlıkla ilgili olduğuna işaret etmektedir. İncil’de İsa Kristus’un, ‘değerli tinsel bilgilerin’ değerini bilmeyecek kişilere rasgele açıklanmaması (ve korunması) hakkında ne söylediğine bakalım.

Matta 7: 6 Kutsal olanı köpeklere vermeyin. İncilerinizi domuzların önüne atmayın. Yoksa bunları ayaklarıyla çiğnedikten sonra dönüp sizi parçalayabilirler.”

‘İncilerin’ mecazi anlamda ‘kıymetli tinsel/kutsal bilgiler’ anlamına gelmesinin yanı sıra, “sonra dönüp sizi parçalayabilirler” sözleri de Rumi’yi korkutan, onun zamanındaki ‘şeriatın kılıcının’ tehdidi ile eş anlamlıdır. 13. Yüzyılda var olan İslami mezheplerin Hristiyan öğretileriyle uzlaşması pek mümkün olmadığından, Rumi’nin bu sırrın içeriğini kendi zamanında ortaya dökmesi mümkün olmamıştır. Rumi, bu konudaki herhangi bir girişimin boşuna olacağını ve ayrıca hayatını tehlikeye atacağını kesinlikle bilmekteydi. Bütün bunları göz önünde bulundurarak kendisine “o incileri” veren bu arkadaşın kim olduğunu düşündüğümüzde onun, Rumi’yi hayatında en çok etkilemiş kişi olan Şems-i Tebrizi olduğunu söyleyebiliriz.

Lakin Rumi gibi önyargısız ve tüm insanlara sevgi duyan bir kişinin Hristiyan rahip ve keşişler arasında da bir arkadaşı/dostları olmalıydı, çünkü rahip ve keşişler İncil ve Hristiyanlık bilgilerinin doğrudan içindeydiler, dahası, Hristiyanlığın temsilcileriydiler. Nitekim Rumi bazı beyitlerinde Hristiyan keşişlerin -İncil’de yazmayan- bazı özel meditasyon yöntemlerinden söz etmiştir. Bu tür bilgiler özellikle manastırlardaki Hristiyan keşişleri ve rahipleri ilgilendiren bilgiler olup, herkesin bilebileceği sıradan bilgiler değildi. Rumi İncil’i zaten incelemiş ve içeriği hakkında bilgili olduğundan ve de Grekçe konuşabildiğinden dolayı, büyük bir olasılıkla bazı bilgileri (‘incileri’) de görüştüğü belli bir Hristiyan rahip veya keşişten öğrenmiş ve de İncil’deki derin manalar kendisine açıklandığı zaman duydukları karşısında hayretler içinde kalıp çok etkilenmiş olmalıydı. Aslında, özde Müslüman olan Rumi’nin Hristiyan rahip ve keşişlerle bir iletişim ve dostluk kurmasına hiçbir Müslümanın itiraz edemeyeceği çok yüksek bir yerden/merciden onay verilmişti. Hatta bu ‘onay’ onu özellikle bu yönde açık fikirli olmaya ve önyargısız bir yaklaşım benimsemeye yüreklendirmiş olmalıydı. Bu onay, Kur’an’da bulunan bir ayetteki şu sözler idi:

Maide suresi – 82 Şu da tartışılmaz bir gerçektir ki, insanların iman edenlere sevgide en yakın olanlarını “Biz Hristiyanlarız” diyenlerde bulursun. Bu böyledir. Çünkü o Hristiyanlar içinde derin araştırmalar yapan keşişler, kendisini Allah’a adamış rahipler vardır. Ve onlar, kibre sapmazlar.

Bu ayetin taşıdığı anlam bize, -bu anlamdan etkilenmiş olan- Rumi’nin diğer bilgi kaynağının Hristiyan rahip ve keşişler olabileceğini gösteriyor. Yalnız unutmayalım ki, bu kutsal-tinsel ‘incilerden’ (ezoterik sırlardan) bu şekilde ve bu derece etkilenen kişi ‘bizzat Rumi’ idi. Yani onun yaşadığı tinsel açılım herkes için geçerli değildi. Başka bir ifadeyle, yakın çevresindeki insanlar bile onunla aynı anlayış seviyesinde değildi. Nitekim Rumi de bunu bildiği için ezoterik Hristiyanlığa dair bu bilgileri çevresindekilerle paylaşmaktan çekinmişti (“izin verilseydi,  kimsenin, temiz kardeşlerin [Sufi kardeşlerin] kulaklarına bile söylemediğim ‘bir sırrı’ söylerdim elbet.”), çünkü -nedenleri biraz farklı olsa da- ‘Hallac-ı Mansur’un’ başına gelenlerin anısı 1200’lü yıllarda hala çok tazeydi.

Mevlânâ’ya göre, dini inançlar ilk çıkış noktasındaki ‘özgün tinselliklerini’ zamanla yitirip daha sonraları dogmatik inançlara dönüştükleri zaman insanlığa tinsel-tanrısal hakikatleri ilk dönemlerindeki orijinal biçimiyle sunabilmekten uzaklaşıyorlardı. Bu bağlamda, Mevlânâ’nın o zamanlardaki gözlem ve endişelerini yansıtan şu beyit dikkat çekicidir:

Dini dogmaların

Etkin olmadığı bir gün gelmezse,

O zaman sevgilim, o zaman gerçekten başımız belada…

Bu sözlerle Mevlânâ, 13. yüzyılda etkin olan dogmatik kanaatler ve baskılar nedeniyle özgürce konuşamadığını belirtmektedir…

Kutsal semaya ulaşmak istiyorsanız

İsa ile de konuşmalısınız.

Bu sözleriyle Rumi, ‘ruhsal-tinsel bakımdan ilerleme kaydedebilmek için İsa’yı dışlamamalı, Kur’an’daki İsa’ya dair bilgileri de önyargısız bir biçimde kaale almalı ve objektif bir yaklaşımla ona dair öğretilerle de ruhsal bir ilişki kurmaya çalışmalısınız’ demektedir. Ona göre, Kur’an’daki birçok sure ve ayette ‘Allah’ın bizzat sahiplenip yüksek makamlara koyduğu İsa Mesih’in’ insanlıkla bağlantılı ve çok önemli bir rolü olmalıydı. Dolayısıyla, insanlar Müslüman, Hristiyan veya Yahudi de olsalar, benimsedikleri dogmatik bilgilerin biraz olsun dışına çıkıp, daha öte içrek bilgileri de inceleme cesaretini göstermeliydiler.  Bu doğrultuda, Rumi bazı Kur’an ayetlerinde yer alan söz konusu bilgileri objektif bir yaklaşımla incelemiş (İncil’le de karşılaştırmalar yapmış), böylece birçok ‘sırrı’ idrak edebilmişti. Bundan dolayı, daha birçok beyitte Rumi’nin ‘Hristiyanlığın da bazı dogmalarını aşan’ ezoterik bilgi ve düşüncelerinin yansımalarını görebiliriz.

Şu da özellikle belirtilmeli ki, Mevlânâ asla ‘İslam’ın Kur’an’daki orijinal özüne’ karşıt olan hiçbir şey öne sürmemekte ya da herhangi bir eleştiride bulunmamaktadır. Zaten belirtildiği gibi, onun ‘dinlerin ilk çıkış noktasındaki orijinal tinselliği/orijinal biçimi’ ile hiçbir sorunu yoktu. Bu bağlamda. -Hristiyanlığın katılaşmış dogmatik inançları ve de retorik ve ritüelleşmiş şekli dışında- Hristiyanlık hakkında da aynı kanaate sahipti. Ona göre, bu dünyada hiçbir din rastgele ortaya çıkmamıştı ve tanrısal katta her dinin varlığının mutlaka ‘bir hikmeti’ olmalıydı.

Bu açıklamalar kapsamında Rumi’nin karşılaştığı ikilemi imgelemeye çalışalım. Rumi bir yandan bir Müslüman olarak Müslüman bir ahali arasında yaşıyordu ve onların dini inançlarını çok iyi biliyordu. Dolayısıyla onların bazı katı inanç bariyerlerini aşmasının mümkün olmadığının ve onlarla daha öte ve farklı bilgiler paylaşamayacağının farkındaydı. Öte yandan da yeni edindiği bu bilgilerden çok etkilenerek Hristiyanlık hakkında yeni bir değerlendirme yapmış ve de zamanla İsa Kristus’un varlığının insanlık için çok önemli olduğunun farkına varmıştı. Ancak ona göre, Hristiyanlığın kurumsallaşmış ve ‘özündeki orijinal tinsel gerçekleri’ yansıtmayan hali de İsa Kristus’a dair tanrısal gerçekleri yeterince ve tam anlamıyla ortaya koyamıyordu. Bu bağlamda, onun şu beyiti kurumsal Hristiyanlık hakkındaki görüşünü açıkça yansıtmaktadır:

Sevgili, ‘İsa’ sen olduktan sonra

Hristiyanlık devleti [Vatikan/Papalık] ne de şaşılacak bir devlet.

Ezeli Lâhût’u nâsût âleminde göstermedesin.

‘Sevgili’, Rumi’nin İsa Kristus’tan bahsetmek için kullandığı örtülü simge isimlerden biridir. Rumi’ye göre, sevdiği İsa’nın temsil ettiği tinsel nitelikler ve ‘onun tanrısal özellikleriyle’ karşılaştırıldığında, kurumsallaşmış Hristiyanlığın temsilcisi olan Vatikan Devletinin varlığı ‘ne kadar şaşılacak bir şey’ idi. Örneğin, Rumi’den evvelki bir zamanda, Vatikan’ın/Papalığın organizasyonuyla 4. Haçlı Seferleri yapılmıştı. Anlaşılan o ki Rumi dini savaşları onaylamıyordu, çünkü İsa Kristus İncil’de, onu korumak için kılıcını çekip kullanmak isteyen havarisine kesin bir öğreti olarak: Matta 26: 52 O zaman İsa ona, “Kılıcını yerine koy!” dedi.  Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek”  demişti. [‘Kılıç’, ‘her türlü silah’ anlamına gelmektedir.]

Rumi’nin, bu beytin ikinci bölümündeki “Ezeli Lâhût’u nâsût âleminde göstermedesin” sözleri de şu anlama gelmektedir: Sufi’lere göre, ‘nâsût âlemi’ gözle görünen maddesel/fiziksel dünyadır. ‘Ezeli Lâhût’ ise, ezelden beri var olan ebedi tinsel-tanrısal Âlemdir. Bu sözlerle Rumi, ‘Ezeli Lâhût’tan’ gelmiş bir varlık olarak Mesih’in (Kristus’un) görünür maddesel dünyada bu ‘ebedi tanrısal Âlemi’ gösterdiğini (yansıttığını), böyle muazzam bir gerçek ile kıyaslandığında Vatikan Devletinin varlığının şaşılacak bir olgu olduğunu söylemektedir…

Mevlânâ’ya yakın olanlar onun ‘Tanrı aşkından’ bahsettiğini duyduklarında bunu ‘Tasavvufi bir anlamda’ kastettiğini düşünmüş olmalılardı (ve şimdi bile insanlar bu izlenime sahipler.) Ama büyük bir ihtimalle onun “Tanrı aşkı” anlayışı bunun yanı sıra “İsa Kristus sevgisi” idi. Örneğin, ondan bahsetmek için sıkça kullandığı örtülü isimlerden biri olan “Sevgili” kelimesi bunu doğrulamaktadır. Ancak, muhtemelen başlangıçta, söz konusu ezoterik sırlarla tanışmadan önce bu konudaki anlayışı böyle değildi; lakin ‘Kristus bilincine’ eriştikçe bu yeni sevgi kavramını daha önce sahip olduğu Tanrı Aşkı kavramıyla birleştirdi.

Klasik Fars (İran) Şiirinde Hristiyanlığın Etkileri

Zamanla Mevlânâ’da oluşmuş olan ‘Hristiyanlığın özü ve İsa Kristus bilincine’ dair önemli bir noktaya daha değinmeden geçemeyiz. Mevlânâ’yı, Hristiyan öğretilerini araştırmaya teşvik eden bütün faktörleri anlayabilmek için onun idrak ettiği bilgileri doğrulayan başka bir faktörden, yani ‘Hristiyanlıktan etkilenmiş Fars (İran) şiirinden’ de bahsetmek gerekiyor. Bu nedenle ‘Fars şiirinde yer alan Hristiyanlığa’ kısaca göz atalım. Aslında İsa (Kristus/Mesih) ve Hristiyanlık, İran tarihinin uzun bir dönemini kapsayan geniş bir konudur. Bundan dolayı, bu dönemde bazı Klasik İranlı şairler İran’da var olan Hristiyanlıktan etkilendikleri için İsa’dan açıkça bahseden şiirler yazmışlardır. Bu İranlı şairlerin o devirde Hristiyanlığa dair bilgilerinin büyük bir kısmının Kur’an’dan ve diğer İslami kaynaklardan geldiğini belirtelim. Fakat -Rumi’nin Konya’daki ilişkilerinde olduğu gibi- şüphesiz onların da manastırlar, kiliseler ve İsa hakkında yaygın hikâyeler kapsamında İran’daki Hristiyanlarla temasları vardı. Ayrıca, 9. yüzyılda Grekçe İncil’in Arapçaya tercümesinin yapıldığı ve bazı bölümlerinin de Farsçaya çevrildiği bilinmektedir. Bundan dolayı İranlı şairler bu çevirilere erişebiliyorlardı ve de çoğunun Arapça biliyor olması çok muhtemeldir.

Buna ilaveten, İranlı şairlerin ‘Kur’an’dan aldıkları İsa’ izlenimi ile ilgili olarak belirtmeliyiz ki, Kur’an’da tasvir edilen ‘İsa Mesih’ figürü ile İncil’de ‘tanrısal bir hakikat’ olarak yer alan  ‘İsa Mesih’ tıpatıp aynı değildir. Tevrat’ta, -bir öngörü olarak- ‘ileride dünyaya ineceği’ bildirilen Mesih’in, dünyaya geldikten sonra 3 yıl boyunca dünyada gerçekleştirmiş olduğu mucizeler ve öğretiler sonucunda tanrısal yönü artık belirginleşmiştir. Dolayısıyla, İsa Mesih’in dünyada geçirdiği bu 3 yıla dair anlatımlar İncil’de ‘tanrısal hakikatler’ olarak yansımaktadır. İncil’de, ‘Onun beklenmekte olan ‘Mesih’ olduğu’ açıkça belirtilerek bu Varlıktan artık ‘İsa Kristus’ (Jesus Christ)’ olarak bahsedilmektedir. ‘Kristus’un tanrısal yönü’ İncil’deki çeşitli olayların/mucizelerin anlatımlarında sıklıkla vurgulanmakta ve de Onun kutsal tanrısal Âlemle bağlantısı da açıklanmaktadır.

Kur’an’da, İsa Mesih’in Allah’ın gönderdiği ‘bir peygamber’ olduğu bazı ayetlerde açıkça belirtilmesine rağmen İsa Mesih/İsa Kristus’un İncil’de açıklanan ‘tinsel kimliğine’ dair daha öte gerçekler Kur’an’da İncil’deki kadar açık ve net değildir. Bunun en temel nedeni, Kur’an’ın ‘spiritüel anlamda başka bir görevi olmasıydı’ ve bu görevin esas amacı İsa Kristus’a dair gizemlerin ayrıntılarını açıklamak değildi. Buna rağmen Kur’an’da, İsa’nın varlığı ihmal edilmemiş ve Onun Allah’ın önemli ve kıymetli bir peygamberi olduğu birçok sure ve ayette vurgulanmıştır. Kur’an’da, İsa’yı ve İncil’i bizzat Allah’ın gönderdiğine dair bir ayet:

Hadid 27: “Sonra onların eserleri üzere, resullerimizi ardarda gönderdik. Meryem’in oğlu İsa’yı da onların ardınca gönderdik. Ona İncil’i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet koyduk…”.

Hiç şüphesiz bu ayetten (ve Nisa 171’den) yansıyan bilgiler ‘İsa Mesih’in Allah’a yakınlaştırılanlardan olduğunu ve Allah’ın onu özellikle sahiplendiğini’ vurgulaması bakımından çok önemlidir.

İran şiirlerindeki İsa’ya dönecek olursak, örneğin, şiirlerinde İsa’dan bahseden İranlı / Fars şairler arasında Firdevsî (10. yüzyıl) vardı:

Eski hükümdarlarla ilgili bu masallar,

Ciltler dolusu zarif mısralarda anlattım.

Ünlülerin, cesaretin ve şöhretin adamları,

Kimlerin amelleri burada adlarıyla kayıtlıdır,

Zaman onları bir kenara itti ve ölüm, kalbi ve beyni durdurdu,

Ama burada dizelerimde bir kez daha yaşıyorlar,

Sesi ölüleri hayata döndüren İsa gibi.

Bu şiirinde Firdevsî, İncil’de, İsa Kristus’un ölmüş birisinin başına gelip, adını çağırarak dirilttiği bir mucizeye atıfta bulunmaktadır. (İncil’de, İsa Kristus’un ölmüş kişileri diriltmesi mucizesinin başka örnekleri de vardır).

Şiirlerinde İsa’dan söz eden bir diğer klasik İranlı şair de Nâsır Hüsrev’dir (11. yüzyıl).

İnançsız ve yalancı hiç kimseyi hesaba katma,

Âdem baba olduğunu iddia etse de;

Annesi Meryem olsa da, İsa ile aynı safta değil,

Kimin adı her ismin üstündedir.

Batıda Al-Ghazali adıyla tanınan Gazzâlî (11. yüzyıl), şiirlerinde Hristiyanlığa sıkça yer vermiş olan İranlı bir mutasavvıftır. Gazali, ünlü İhyâü Ulûmi’d-Din adlı eserinde İsa’ya, -bazıları açıkça İncil’den, bazıları ise başka kaynaklardan gelen- birçok söz atfeder. Mevlânâ’nın ölümünden (1273) sonra Mahmud Şebüsteri ve Hafız gibi başka İranlı şairler de şiirlerinde İsa’dan söz etmişlerdir. Mevlânâ aynı zamanda bir Şair ve eğitimli bir âlim olduğundan dolayı bu İranlı şairlerin varlığından haberdar olmaması elbette mümkün değildi ve hatta onların hangi üslupla yazdıklarını gayet iyi biliyor olması muhtemeldir; neticede Mevlânâ’nın onların İsa’ya ilgi göstermelerinden etkilendiğini söylemek yanlış olmaz. Fakat ancak bir dereceye kadar, çünkü Mevlânâ’nın kendi kaynakları ve kişisel deneyimleri vardı(12). Bundan dolayı, -İsa ve Hristiyanlığa ilgi göstermiş bu Müslüman şairlerin varlığını göz önünde bulundurduğumuzda- kendisi de Müslüman bir şair olan Mevlânâ’nın da Hristiyanlıkla ilgilenmesinin ve İsa’ya tinsel anlamda bir yakınlık (sevgi) duymasının o kadar da görülmedik, duyulmadık ve şaşılacak bir durum olmadığı sonucuna varabiliriz.

Elbette Rumi’yi İsa Mesih ve Hristiyanlık hakkında daha fazla bilgi edinmeye yönlendiren etkilerin hepsini belirleyebilmek mümkün değil, fakat bütün bu etkilerin toplamı onun ruhunda “Mesih/Kristus bilincinin” oluşmasına yol açmış olmalıdır… İranlı şairlerin şiirlerindeki İsa’dan söz edildi, lakin Rumi’nin bir şiirindeki mısraların İran’daki bazı kiliselerin kapısında yer alması ilginç ve dikkat çekicidir:

İsa’nın evi inançlılar için bir ziyafet.

Ey çeşitli dertten mustarip olan, bu kapıdan vazgeçme.

Her taraftan insanlar kalabalıktı,

Birçok kör, topal ve sıkıntılı durmuş,

Şafakta İsa’nın evinin kapısında. 

İsa’nın herkese şifa dağıttığına değinen bu şiire benzer bir biçimde, aşağıda Divan-ı Kebir’deki bir rubaide de Rumi İsa’nın bu şifacı yeteneğinden bahsetmektedir:

Dünyanın körleri, sağırları, Mesih’ten deva buldular,

Meryem oğlu Mesih, onlara, “ey körler, sağırlar, oynayın” dedi…

Divan-ı Kebir’de ‘Mevlânâ’nın Sırrını’ Yansıtan Beyitler

Rumi’nin “İsa Kristus” hakkında ve Hristiyanlığa dair öğrendiği bazı derin bilgiler onu o kadar etkilemişti ki, tehlikeli olacağını bilmesine rağmen bazı beyitlerinde bu sırlara dokunmaktan kendini alamadı. Ayrıca ‘bu sırrın’ içeriği hakkında uzun açıklamalar yapmak yerine rubailerinde bazen semboller ve mecazi anlamlar kullanmış, bazı ipuçları vermiş ve imalarda bulunmuştur. Rumi beyitlerinde ‘Kristus Varlığından’ “İsa” ya da “Mesih” olarak bahseder, çünkü Anadolu’da yaşayan Hristiyanların kullandığı Grekçe Hristos (Kristus) ismi dikkat çekebilir, bu da Rumi için bir tehlike oluşturabilirdi. Şunu da belirtmeliyiz ki esasen orijinal Arapça Kur’an’da da “Hristos (Kristus)” ismi geçmemektedir, sadece “İsa” ve “Mesih” isimleri (ya da ikisi birlikte) kullanılmıştır. Fakat Rumi’nin, –Hristos/Kristus adının kime ait olduğunu bilmesine rağmen- beyitlerinde bu adı kullanmamış olduğuna bakılırsa, güvenliği açısından kullanmadığı tahmin edilebilir.

Ayrıca, İsa veya Mesih adlarını sık sık kullanmasına rağmen hayal gücü çok zengin bir şair olan Rumi İsa Kristus’tan bahsederken kullanabileceği bazı özel sembolik isimler oluşturmuştur. Bu tedbir aynı zamanda etrafından gelebilecek herhangi bir tehdide karşı bir miktar ek koruma sağlamış olabilir; fakat bu isimlerin taşıdığı anlamlara baktığımızda bunları kullanmasının tek sebebinin sadece bu olmadığı, bunun yanı sıra, onun ince ruhuyla, Kristus’a duyduğu sevgi ve saygıyla ve de yaratıcı yazma stiliyle de çok ilgili olduğu söylenebilir. Rumi’nin İsa Kristus’tan bahsederken kullandığı isimlerden bazıları şöyle:

Sevgili; Padişah; Padişahlar Padişahı; Güzel; En Yüce Padişah; Seher yeli; İlahi Işık; Ölümsüz Güneş; Ümit; Şifacı; İlahi Şifacı; Hekim; Çare; Anahtar…  

Bunların dışında Kristus’un (Mesih’in) varlığından söz ederken bazen “Kelime(‘Söz’) terimini de kullanmıştır. ‘Kelime/Söz’  (Logos)(13) İncil’de yer alan ve “tanrısal söz” anlamında kullanılan bir kavramdır. Ayrıca, Kur’an’da da İsa’dan bahseden bazı ayetlerde İsa’dan “Allah’ın Kelimesi” olarak bahsedilmektedir (ör. Nisa 171). Lakin İncil’deki ‘Kelime’nin’ (Logos’un) daha derin tinsel manası ‘Allah’ın ağzından çıkan bir kelime/bir söz’ anlamında değildir. Ezoterik manası bakımından ‘Kelime’ Logos (‘The Word’), Kozmos’daki “tanrısal yaratıcı güçle” ve “tanrısal yaşam gücüyle” bağlantılıdır. [Deruni bir ‘tinsel hakikat’ bağlamında İncil’de ifade edilen ‘Kelime/Söz’ teriminin ayrıntıları ve İncil’de nerede bulunduğu, aşağıda “Kelime’ye/Söze” dair rubailerin yer aldığı bölümde açıklanacak.]

Mevlânâ’nın bazı beyitlerini ilk okuduğumuzda, bazı sözlerini anlam vermekte güçlük çekebilir ve bazılarının bize pek fazla bir şey ifade etmediğini düşünebiliriz. Hatta rubaileri bazen bir bilmece gibi gelebilir. Ancak onun üslubundaki ustalığın hakkını verebilmek için iki önemli noktayı göz önünde bulundurmalıyız. Birincisi, Mevlânâ’nın ‘derin tinsel manaları’ gizlemekten başka seçeneği yoktu, bu yüzden sık sık mecazi anlamda konuşuyor ve gizli manaları da sadece ima edebiliyordu. İkincisi, Mevlânâ 13. yüzyıla ait bir insandı; Antroposofik bilgeliğe göre 13. yüzyıl,  insanın Dünyadaki evriminin, “Atlantis uygarlığı Çağının” bitiminden sonra gelen “7 Temel Uygarlık döneminin” dördüncüsü olan “Grek ve Roma dönemi” (Grek – Roma Kültür Dönemi) idi. İkinci noktaya daha fazla açıklık getirebilmek için antroposofik bilgeliğin açıklamalarına başvurmamız gerekir (14).

İnsan evriminin bu aşamasında (Atlantis sonrası 4. Uygarlık dönemi) sürecinde, -15. yüzyıla kadar sürecek olan- insanlığın “Entelektüel ruhu” gelişimi (yani akıl, mantık, düşünce gibi entelektüel yeteneklerinin gelişimi) hala sürmekteydi ve insanın “Bilinç ruhu” denilen ruhsal unsurunun (ruhun ‘tinsel anlamda bilinç açılımı’ yapabilme yeteneğine sahip olan unsurun) gelişimi süreci henüz başlamamıştı. Bu antroposofik bilgileri dikkate aldığımızda, Rumi’nin de Hristiyanlığın gizemleriyle ilgili olarak ancak belli bir derinliğe kadar girmesinin mümkün olabildiğini görmekteyiz. Çünkü bu konuyla ilgili çok ayrıntılı ve derin antroposofik tinsel bilgiler daha sonraki bir zamanda, insanın “Bilinç ruhunun” gelişiminin başladığı tarih olan 15. yüzyıldan sonra (20. yüzyılın ilk 25 yılında) geldi. Başka bir deyişle Mevlânâ, şiirlerini ‘içinde bulunduğu o dönemin getirdiği etkilerle yazdığı için’ onun İsa Kristus ile ilgili beyitlerini ‘dile getiriş biçimi’ ve kullandığı ifadeler daha çok içinde bulunduğu “Grek ve Roma kültür dönemindeki” insanlığın ruhsal-tinsel yapısıyla (tinsel bilinç düzeyiyle) uyumludur. Dolayısıyla onu okurken, Mevlânâ’nın şiirlerinin şekillenmesinde ve kendini ifade ediş biçimi üzerinde bu faktörlerin etkili olduğunu hatırlamalıyız.

Ancak, açıklanan bu nedenlere rağmen bu gizemlere dair bilgilerinin son derece zengin ve doğru olduğunu ve bunları takdire şayan bir biçimde ifade etmiş olduğunu görmekteyiz. Bu nasıl mümkün olabildi? Hiç kuşkusuz Mevlânâ zaten entelektüel (ve mistik) yetenekleri olan, yani birçok tinsel niteliği ruhunda barındıran bir insandı. Bunun yanı sıra, şunu da belirtelim ki, yukarıda açıklanan dezavantaja karşın Mevlânâ’nın önemli bir avantajı vardı. Mevlânâ her ne kadar 13. yüzyılın insanı olup, ‘Bilinç ruhunun’ gelişiminin başladığı döneme ve de 20. yüzyılın başında insanlığa Rudolf Steiner tarafından aktarılan Antroposofia bilgeliğine asırlarca uzak idiyse de, ‘söz konusu gizemlerin’ henüz kaybolmadığı ve saflığının ve gerçekliğinin fazla bozulmadan ezoterik merkezlerde hala bilindiği zamanlara daha yakındı; bu avantaj da -o zaten bunları almaya hazır ve açık olduğu için- onun bu gizemin derinliklerine girebilmesine ve birçok hakikati idrak etmesine olanak sağlamıştır.

Okuyucunun, Rumi’nin Divan-ı Kebir’deki bazı rubailerini anlama güçlüğü yaşaması olasılığının başka bir nedeni de, Rumi’nin rubailerinde sıkça hem İncil’deki bölümlerden, hem de Kur’an ayetlerinden alıntılar yapmış olmasıdır. Oysa belki bazı okuyucular İncil’i hiç okuyup inceleme fırsatı bulamamış olabilir. Ve de Kur’an’ı Kerim’i de ayrıntılı bir biçimde okumamış olabilirler. Dolayısıyla, örneğin bir rubaide Rumi: “Padişahım, neden eşeğe bindin?…” dediği zaman bu sözlerle onun İncil’deki bir bölüme atıfta bulunduğunu okuyucunun hemen anlayabilmesi mümkün olmayacaktır. Bu nedenlerden dolayı ‘Antroposofia bilgeliğinin’ Rumi’nin beyitlerine tutacağı ışık ve açıklanmalarla ilerleyeceğiz…

Şu renklerden sıyrılır, İsa’nın küpüne girer, ‘Tanrı boyası’ belirir,

Artık Tanrı, dilediğini yapar. [O andan itibaren Tanrı’nın İradesi tecelli edecektir]

Dikkatlice baktığımızda bu beyitte Mevlânâ’nın (daha önce Horasan geleneği bağlamında edindiği) ‘spiritüel aydınlanma’ kavramını İsa ve Hristiyanlık hakkında sonradan edindiği bilgilerle birleştirdiğini görebiliriz. Mevlânâ’nın, ‘renkler’ kelimesiyle anlatmaya çalıştığı, insanın benliği/kişiliği üzerinde etkin olan çeşitli ‘maddesel dünya’ etkileridir. Fiziksel dünyadan gelen her türlü izlenim ve tesir insanın benliğini etkilemekte ve onun dünyevi/dünyasal benliğini oluşturmaktadır. Bir nesnenin üzerinde yer alan çeşitli renklerin o nesnenin görünüşünü etkilediği gibi, doğası ve karakteri çok çeşitli olan ‘dış-dünya/dünyevi izlenim ve etkiler’ de insanın kişiliği ve benliği (ruhu) üzerinde belirgin bir iz bırakırlar. İnsanın bu tür etkilerin içine işlemesine izin vermesi ve giderek daha çok maddesel dünya ağlarına dolanması, onun, tinsel-tanrısal yöne doğru açılımlar yapabilmesinin önünde engeller oluşturur. İnsan, ruhu (kişiliği/benliği/ve karakteri) üzerinde etkin olan bu tür etkilerden sıyrılabildiği taktirde (ve aşabildiği oranda)  ‘tinsel ve tanrısal olan’a yönelebilir.

Bu bağlamda, Mevlâna’ya göre, İsa (daha doğrusu üç yıl boyunca İsa’nın bedeninde enkarne olmuş/tezahür etmiş olan Kristus) tanrısal Âlemin fiziksel dünyadaki temsilcisidir.  Evvelce kumaşların, çeşitli renklerde boyalar içeren küplerde boyandığı gibi, bu benzetmeyle Mevlânâ, insanın ‘tinsel-tanrısal Âlemin temsilcisi olan Kristus’un özelliklerini içine (ruhuna) almaya başladığı zaman, ruhunda tanrısal özelliklerin (tanrı boyasının) belirmeye başlayacağını (yani benliğinin tinsellik kazanacağını) ve artık, o insanın varlığında ve davranışlarında tanrısal özelliklerin dışarıya yansıyabileceğini söylemektedir. Başka bir deyişle, tanrısal nitelikler (Tanrı boyası) o insanda tezahür ettiği zaman artık o insanın Tanrı iradesinin (egemenliğinin) fiziksel dünyadaki yansıtanı ve uygulayıcısı olabileceğini anlatmaktadır…

–Mesih [Kristus] gibi gökten yemek [‘man’] getir;

İnsanları vazgeçir şu ekmekten, şu çorbadan.

Bu rubaide Rumi, Mesih’in/Kristus’un tanrısal Âlemden “man” (tinsel-tanrısal gıda) getiren olduğuna ve de sadece fiziksel dünya kaynaklı sıradan yiyeceklerle (ekmek ve çorbayla) yaşamaya devam etmek yerine, insanın tinsel-tanrısal Âlemden gelen bu tinsel gıdayı (tanrısal hakikatleri) ruhuna almaya önem vermesi gerektiğine dikkat çekmektedir… Rumi’nin bu sözlerinin ilhamının ‘Tanrı Yahweh’nin(15) çölde kaybolan Yahudilere “man” (‘manna’) verdiği’ şeklindeki Tevrat’taki bir anlatımdan kaynaklandığını belirtelim…

Ey Musa halkı, biz de sizin gibi çölde kaybolduk,

Yolu bulmayı nasıl başardınız ve kurtuldunuz?

Mevlânâ’nın bu beyiti soru şeklinde oluşturmuş olduğunu görmekteyiz. Bu beyitte, -Tevrat’ta yer alan- Mısır’dan dönüş yolculuğunda Musa ve Yahudilerin çölde kayboldukları zaman onlara rehberlik eden ‘bir bulut sütununu’ takip ederek kurtulmaları olayına değinmektedir. Antroposofik bilgilere göre, bu bulut sütununda aktif olarak Yahudilere çölde rehberlik eden aslında -Tanrı Yahweh ile ‘birlikte olan’- ‘Kristus Varlığı’ idi. O zamanlarda, Kristus (Mesih) henüz ‘Dünya Küresine’ (fiziksel dünya boyutuna) yaklaşmaktaydı; bu nedenle, İsa’nın katı fiziksel bedeninde (‘toprak elementinde’) tecelli etmeden önce, Kendisini daha evvel ancak ateş, su ve ‘hava elementlerinde’ göstermekteydi. Bu bağlamda, Musa’nın ‘Yanan Çalı’ olarak Sina Dağında karşılaştığı görüngü de ‘ateş elementinde kendini gösteren Kristus idi’. Ve de Tevrat’ta anlatılan, ‘Mısırlılardan kaçan Yahudi halkının geçebilmesi için Kızıldeniz’in sularının yarılıp açılması’ mucizesinde de ‘su elementinde’ aktif olan yine -henüz dünyaya tam inmemiş olan- Kristus ve onun tanrısal gücü idi.

Rumi, -aslında sorduğu sorunun yanıtını bilmesine rağmen-  onların çölde kaybolup bir rehbere ihtiyaç duymalarına atıfta bulunup, dolaylı olarak, ‘manevi/spiritüel bir yolculukta olan’ kendisi ve Sufi arkadaşlarının da kendilerini (tinsel anlamda) kaybolmuş (karanlıkta) hissettiklerini ve Kristus’un rehberliğine ve yardımına ihtiyaçları olduğunu’ söylemektedir…

Aşağıdaki ilk iki beyitte Mevlânâ, Kudüs’e girerlerken, İsa’nın binmek için Havarilerden kendisine bir eşek getirmelerini istediği (İncil’de anlatılan) olaya değinmektedir. Yukarıdaki bir bölümde açıklandığı gibi, ‘Padişah’, ‘Padişahlar padişahı’, ‘Seher Yeli’ gibi isimler Rumi’nin rubailerinde Kristus’a atıfta bulunmak için kullandığı örtülü isimlerdir. İlk beyitte Rumi’nin, tanrısal Âlemden gelen İlahi bir Varlığın (‘Padişahlar Padişahı’ – ‘Padişah soyundan olan’ birinin) kendisine çok daha layık olan bir ata binmeyip, bir eşeğe binmesini ona yakıştıramayıp içine sindiremediğini görmekteyiz.  Ancak bir sonraki beyitte, ‘bu tanrısal Varlığın (İsa’nın) alçakgönüllülüğünden dolayı eşeğe bindiğini’ belirtmektedir. [Yoksa ‘Seher Yeli’nin bir eşeğe binmesi hiç olacak iş mi?]

–Padişahım, neden eşeğe bindin?

Padişahlar Padişahısın, Padişah soyundansın sen

Eşeğin sırtı lâyık değildir sana; atlara binmek lâyık sana…

Çocuğum, İsa alçakgönüllülük göstermek için eşeğe bindi,

Yoksa ‘Seher Yeli’ hiç eşeğe biner mi?

Oğul, içi buldun mu kabuğa bakmazsın,

İsa’nın bulunduğu yere geldin mi artık eşeğim nerede demezsin.

Bu beyitte de Mevlânâ, insanın spiritüel (tinsel) yolculuğunda karşılaşacağı derin tinsel manalar barındırmayan daha yüzeysel zahiri/’dışrak bilgiler’ ve de deruni tinsel bilgiler içeren ezoterik/batıni/’içrek bilgilerin’ varlığına dikkat çekmektedir. Tinsel gizemlerin arayışı içinde olan bir insanın, bu arayışın belli bir aşamasında dışrak bilgilerle ve dogmatik dini inançlarla karşılaşması ve/veya belli bir dini inancın ‘biçimsel ibadet’ şeklini benimsemiş olması doğaldır. Fakat bunlar, insanın daha derin tinsel sırlara erişmesi için yeterli değildir. Bu tinsel yolculukta daha öte içrek gizemleri de kavramak gerekir. Bunun da temel şartı, evvelce dışrak bilgilerin oluşturduğu önyargıları mutlaka bir kenara bırakmak, daha doğrusu, onlardan kurtulmaktır. Yoksa insanın ruhu önyargılarla dolu olduğunda, insanın içrek tinsel bilgileri alabilmesi için ruhta boş bir yer bulunamaz. Ayrıca, dışrak bilgileri benimseyip kendini bunlarla özdeşleştirmiş olan bir insan, daha deruni bilgileri kabullenmekte zorlanacağı gibi, bunların varlığına karşı tepki de gösterebilir.

Mevlânâ’ya göre, ‘Mesih İsa’nın bulunduğu yerde’, yani O’nun varlığını kuşatan, O’nun beraberinde dünyaya getirdiği hikmette çok yüksek bir bilgelik ve bilinç bulunmaktadır (“içi buldun mu…” sözleriyle bunu kasteder). Bunları kavramaya başlayan (içi bulan) bir insan için artık dışrak bilgilerin ve biçimsel ibadet şekillerinin (kabuğun) bir hükmü kalmayacaktır (içi buldun mu kabuğa bakmazsın”.) Beyitin ikinci bölümünde de, -bilindiği gibi- eski zamanlarda bir yere gitmek isteyen bir yolcu ata, deveye veya eşeğe binerdi. Rumi bir benzetme yaparak, vuslat yolculuğunda/hakikatin arayışında olup, “İsa’nın bulunduğu yere” varan bir seyr-i sülûk yolcusunun, artık varması gereken yere ulaştığından dolayı ‘eşeğim nerede, yolculuğuma devam etmeliyim’ demesine gerek kalmayacağını söylemektedir…

İsa, beşiğe bağlı olduğu halde söz söylemeye başladı.

İlk bakışta ne anlama geldiği açık olmayan bu rubaide Mevlânâ’nın neye atıfta bulunduğu ancak Kur’an ayetlerine aşina olanlarca sezilebilir. Mevlânâ bu sözleriyle, Kur’an’ı Kerim’de bulunan “beşikteki bebek İsa’nın konuşması” ile ilgili ayetlere değinmektedir. Diğerleri gibi, bu ayetler de İsa Mesih’i kuşatan tinsel gizeme işaret etmektedir.

Meryem suresi 29: Bunun üzerine Meryem ona (İsa’ya) işaret etti. “Biz henüz beşikte bulunan bir bebek ile nasıl konuşuruz” dediler.

Meryem 30: [Beşikteki İsa] Bebek şöyle konuştu: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. Bana Kitabı (İncil’i) verdi ve beni peygamber yaptı.

Ali İmran 45: [İsa’nın doğumunun melekler tarafından müjdelendiği ayet] 

Ali İmran 46: “O, hem beşikte hem yetişkin halde iken insanlara ilahi gerçekleri anlatacak ve sâlihlerden [iyilerden] olacaktır.”

Maide 110: “…… Hani, seni Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i de öğretmiştim……”  [Uzun bir ayet olan Maide 110 ayetin ‘beşikte konuşan İsa’ konusuyla ilgili bölümü alıntılandı.]

Görüldüğü gibi, Kur’an’da İsa Mesih’in henüz beşikte bir bebekken konuşuyor olmasıyla ilgili ayrıntılı ayetler mevcut. Belli ki, Mevlânâ da bunlardan etkilenerek bu rubaiyi yazmış. Fakat burada ilginç olan, İsa’nın beşikteyken konuşuyor olması mucizesinin İncil’de bahsi geçmiyor olmasıdır. Buna mukabil, Antroposofik bilgelikte bu olaya yer verilmiş ve İsa’nın nasıl olup da bebekken konuşabildiği ve hangi dilde konuştuğu açıklanmıştır. [Ancak, bu olayın daha öte ayrıntıları konumuz dışında olduğu için bu noktada bırakmak zorundayız]…

İsa bakırı altın eder, altının varsa mücevher yapar.

Mücevherin varsa onu daha da güzelleştirir,

Aydan da güneşten de daha güzel bir hale sokar.

Bu rubaide Mevlânâ benzetme yoluyla, İsa Kristus’un, insanın elindeki değerli şeyleri hep ‘daha kıymetli şeylere’ dönüştüreceğini söylemektedir. Fakat buradaki ‘bakır’, ‘altın’, ‘mücevher’, ‘Ay ve Güneş’ tinsel anlamda ‘örtülü benzetmelerdir’; yani bu benzetmelerde sözü geçen kıymetli şeylerin her biri kişinin farklı derecelerdeki tinsel edinimlerinin karşılığıdır. Mevlânâ şunu söylemektedir: “Edindiğiniz belli derecedeki spiritüel edinimlerle İsa’ya yaklaştığınızda (Onunla bir bağ kurduğunuzda), O, sizin her seviyedeki tinsel ediniminizi bir üst seviyeye dönüştürür ve gittikçe daha değerli bir hale sokar…

Mevlânâ’nın ‘Mesih’ (Kristus) ve ‘İsa’ya Dair Derin Anlayışını Yansıtan Rubailer

Eve – barka bağlı değilim; İsa gibi dördüncü kat gökte evim var benim.

Bu rubaide Mevlânâ, “İsa gibi ‘dördüncü kat gökte’ evim var benim” sözleriyle İsa Kristus’un ‘esas mekânının’ fiziksel dünya olmadığını; özellikle de, -İsa’nın tinsel tarafını oluşturan- Kristus’un esas ait olduğu yerin göğün yüksek katları/ mekânsızlık âlemi, yani tinsel-tanrısal Âlem olduğunu belirtmektedir. Devamında da, kendisinin de “ev – bark” gibi materyalist dünya değerlerine bağlı olmadığını, gönlündeki esas evin İsa’nın evi gibi tinsel dünyada olduğunu söylemektedir.

İsa Kristus’un da (İncil’de kendisinden “İnsanoğlu” olarak söz eder) İncil’de, kendisinin bu fiziksel dünyaya ait olmadığına değinen sözleri vardır: Matta 8: 20 İsa ona, “Tilkilerin ini,  gökte uçan kuşların yuvası var, ama insanoğlunun başını yaslayacak bir yeri yok” dedi…  Ayrıca, Yuhanna 8: 23 İsa onlara, “Siz aşağıdansınız, ben yukarıdanım” dedi. “Siz bu dünyadansınız, ben bu dünyadan değilim”…

Bu kimdir, bu kimdir ki Tanrı’dan gelmiş, halkamıza girmiş?

Tanrı nuru bu, ‘Tanrı’dan gelmiş’. [Tanrı’dan gelen Işık, Tanrı’nın Işığı]

Bu rubaide Rumi, İsa Kristus’un kimliğini kuşatan gizeme naif sorular sorarak yaklaşır. Daha sonra da, “Tanrı’dan gelmiş” diyerek, Kristus’un Dünya’ya aslen tinsel Kürelerden, yani tinsel-tanrısal Âlemden (“Tanrı’dan”) gelen ilahi bir varlık olduğunu açıklar ve de ‘bu tanrısal Varlığın’ bir zamanlar insanlar arasında yaşadığına (insanların ‘halkasına girdiğine’) de dikkat çeker.

Dahası bu sözleriyle Rumi, tinsel Âlemden fiziksel dünyaya gelip, İsa’nın bedeninde enkarne olan tinsel Varlığın kaynaklandığı yeri (kökenini) ve kimin yanından (kimin vasıtasıyla) geldiğini açıklamaktadır. Açıklamaktan da öte, bu Varlığın özellikle Tanrı’nın Nuru (Işığı) olduğunu ve O’nun yanından geldiğini vurgulamaktadır. Bu bağlamdaki bilgiler İncil’in çeşitli bölümlerinde bulunmaktadır. Fakat aynı zamanda bu bilgilere, “kendinden evvelki Kutsal Kitap’ları doğruladığını” bildiren Kur’an’da da rastlamaktayız:

Ali İmran 45 Melekler şöyle dediği vakit: “Ey Meryem, haberin olsun, Allah seni, dünya ve ahirette [tinsel Âlemde] itibarlı biri ve Kendisine yakın olanlardan olarak Tarafından ‘bir Kelime’ ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu ‘Mesih İsa’dır.

Görüldüğü gibi, bu ayetteki anlam/mana, daha öte bir açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır. Keza, Ali İmran 39. ayette de, Allah tarafından dünyaya gönderilecek olan Kelimeyi (Mesih’i) doğrulayacak olan İncil’deki ‘Yahya peygamberin’ doğumu babası Zekeriya peygambere müjdelenmekte ve -bir peygamber olarak- Yahya’nın ‘dünyadaki görevinin ne olduğu’ bildirilmektedir. (Kur’an’daki bu bildirim İncil’de da yer almaktadır.)

Ali İmran 39 Zekeriya tapınakta dua ederken, Melekler ona şöyle çağırmışlardı: “Allah sana, Allah’tan [gelecek olan] bir Kelimeyi doğrulayıcı bir efendi; nefsine egemen bir benlik, barışseverlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeliyor.”

Bu ayetteki sözlere bakıldığında,  ‘Allah’tan gelecek Olan’ı müjdelemek için özellikle bir peygamberin Allah tarafından seçilip görevlendirilmiş olması, bize, ‘esas gelecek Olan’ın’ tanrısal Âlemin nezdinde ne kadar yüksek ve değerli olduğuna dair bir fikir verebilir. Başka bir ifadeyle, Allah’ın dünyaya gönderdiği ‘canlı Kelime’nin’ (Mesih’in) yalnızca habercisi olması bile Yahya’yı ‘peygamber statüsüne’ koymaktaydı.

Doğrudan İsa’nın ağzından çıkan sözlere yer veren Ali İmran suresi 50. ayette İsa: “…Rabbinizden bir mucize getirdim size…” der. Burada, “getirdim” ifadesiyle ile yapılan vurgu, ‘Rabbiniz sizin için bir mucize gönderdi’ şeklinde bir anlatımdan çok farklı ve anlam itibariyle önemlidir; çünkü olay sadece yukarıdan bir mucize gönderilmesi değil, Rabbin mucizesini dünyaya bizzat getirip bunun açılımını yapanın ‘Kendisi’ olmasıdır.

Mevlânâ’nın bu beytinde ayrıca, “Tanrı’dan gelmiş, halkamıza girmiş” sözleri yer almaktadır. ‘Halkamıza girmiş’ sözü, “biz insanların arasına girmiş/bizlerin arasına karışmış” anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle Mevlânâ, tanrısal Âlemden gelen bu Varlığın, bir insan olan İsa’nın bedeninde tecelli ettiğini (enkarne olduğunu) ve bu şekilde insanların arasına karıştığını açıklamaktadır…

Daha iyi yürüyün yoldaşlar, daha iyi yol alın,

Dünyaya öyle bir hekim [Şifacı] geldi ki her ölüyü diriltir,

Her anadan doğma körün gözlerini açar o.

Bu beyitte Mevlânâ, “O, ölüleri diriltmeye kadirdir ve doğuştan kör olanın gözlerini açar diyerek bu ‘tanrısal Varlığın’ İncil’de anlatılan mucizevi ‘ölümden diriltme ve iyileştirme’ yeteneğine dikkat çekmektedir. Ayrıca Mevlânâ, ‘tinsel bakımdan gelişip ilerleyebilmek ve bu ilahi “hekim’den” (Şifacıdan) bu tür tinsel nimetleri almaya layık olabilmek için daha çok çaba gösterilmesi gerektiğine’ de işaret etmektedir.

Aşağıdaki rubaide, Mevlânâ’nın ilk sözleri, bazı tinsel hakikatleri neredeyse antroposofik anlamda ifade etmektedir. “Ey sonsuz yaşam bahşeden” bize, “ince tanrısal eterik/yaşam gücünü”, yani “Ses eterden” de (*) daha ‘ince’ bir tanrısal güç olan “Kelime’yi” hatırlatır. Antroposofik bilgeliğe göre, ‘Kelime’ ‘eterik yaşam gücünün’ kaynağıdır – ta kendisidir; bütün ‘varlık âleminin’ varlığını ve yaşamı dokuyan/oluşturan bir güçtür. Dolayısıyla evrende ‘sonsuz yaşamı’ temsil eder. Evrenin sonsuz yaşamından gelen Kristus (Mesih), bu ‘kozmik yaşam gücünü’ Kendisiyle birlikte Dünyaya getirmişti [Bu gerçeği, Kristus’un İncil’deki “Diriliş ve Yaşam Ben’im” şeklindeki beyanında görmekteyiz.] Ayrıca Mevlânâ’nın bahsettiği şekilde “sonsuz yaşam” bize Kristus’un -İncil’de yer alan- ‘insanlığa sonsuz yaşam vaadini’ hatırlatmaktadır. [(*) Ses eter: Sesin, ‘içinde tanrısal yaşam/eterik güç barındıran’ tinsel hali.]

Ey ölümsüz ömür ihsan eden,

Ey azıksızlık azığı (*) veren,

Gerçekten de ‘ölüm okuna’ sağlam bir siper verdin sen.

(*) Azık: Yolculukta yemek için yolcunun yanına aldığı yiyecek. [Mecazi anlamda, “Azıksızlık azığı veren” sözleriyle Rumi, manevi (spiritüel) yolculuğunda yanında spiritüel azığı yokken (tinsel hakikatlerden yoksun iken) İsa Kristus’un ona bu spiritüel anlamda azığı/tinsel gıdayı temin ettiğini belirtmektedir.]

“Ey ölümsüz ömür ihsan eden [bahşeden]” sözleriyle Rumi, fiziksel dünyaya gelen Kristus’un bu ölümlü dünyada insanlığa ölümsüzlüğün  (esasen ‘sonsuz yaşamın’) kapısını açtığına değinmektedir. (Hatırlanacağı gibi, insanın ‘Cennetten Düşmesi’ olayının kaçınılmaz sonucu olarak insanlık ölümlü bir varlığa dönüştü.) İnsanlığın bu ‘dünyasal mezardan’ kurtulması için gerekli olan ‘tanrısal yardım’ Onun sevgisi ve fedakârlığı sayesinde dünyaya gelmiştir. Antroposofik bilgeliğe pek çok katkısı olmuş olan Valentine Tomberg (16), ‘Yeni Ahit (İncil) Çalışmaları’ adlı eserinde ‘ölümün Dünya ve insan üzerindeki gücünden’ bahseder: “Lakin Dünya’nın karması Ölümdür. Ölüm, tamamen ‘Dünyasal olanda’ bulunabilecek tek gerçekliktir. Dünyada her şey ölüm tarlalarında ekilir ve ekilenlerin hepsini en başta ölüm biçer. Bunu gerçekten anlayıp bilen biri, Dünyanın devasa bir mezar olduğundan başka bir realite algılayamaz.”

Bu rubainin devamında Rumi, yine mecazi anlamda konuşarak, “ölüm okuna sağlam bir siper verdin sen” sözleriyle, insanlığı “ölümün okundan” korumak ve kurtarmak için gerekli tinsel-tanrısal gücü getirenin ‘Kristus Varlığı’ olduğuna işaret etmektedir.  Başka bir bakımdan Rumi, -Hristiyanlığın temel kavramları açısından- “Kristus vasıtasıyla Kurtuluştan” ve Onun “İnsanlığın Kurtarıcısı” olmasından bahsetmektedir…

O yüceler yücesi Padişah, ‘kapı’ adamakıllı kapanmış, kilitlenmişken

 ‘İnsan hırkasını’ giydi de,

Bugün kapıya geldi, giriverdi içeri.

Bu beyitte Rumi, ‘Kristus’un’ (yüceler yücesi Padişah) fiziksel dünyaya geldiği/indiği dönemde (yani Atlantis dönemi sonrası 7 Medeniyet Döneminin 4. Medeniyet döneminde) insanlığın içinde bulunduğu vahim duruma dikkat çekmektedir. Yine, bu sözleri antroposofik açıklamalarla çok uyumludur. R. Steiner’in sıklıkla belirttiği gibi, Kristus’un dünyada enkarne olduğu çağda, insanlığın tinsel-tanrısal Dünya ile bağlantısı tamamen kopmuştu ve bu Dünyanın kapısı insanlığa tamamen kapanmıştı. Ayrıca, ‘Kristus’un, İsa’nın fiziksel bedeninde nasıl tecelli ettiğini’ ifade etmek için Rumi’nin -enkarnasyon ve reenkarnasyon gibi tinsel kavramların henüz pek bilinmediği ve benimsenmediği bir zamanda- “insan vücudunu bir giysi (hırka) olarak giydi de geldi…” şeklinde bir ifade kullanmış olmasının oldukça etkileyici olduğu vurgulanmalı. Bu açıkça, onun “tanrısal bir Varlığın dünyada enkarne olması” kavramının bilincinde olduğunu göstermektedir…

Gerçi Meryem elinden çıktı ama

İsa’yı göğe çeken ‘o nur’ geldi, erişti.

‘Bu beyitte Rumi’nin, ‘İsa Kristus’un ‘dünyasal/maddesel kısmı’ ile ‘ilahi/tanrısal kısmı’ arasında net bir ayrım yaptığını görebiliriz. Ona göre, ‘tinsel-tanrısal olan bu ‘Nur’un (Kristus’un), dünyaya gelip ‘Dünyadaki görevini yerine getirebilmesi için Meryem’in katkısı gerekiyordu; bu da Meryem’in Kristus için İsa’nın fiziksel bedenini sağlamasıydı. Yani Rumi, dünyaya gelmiş olan ‘o İlahi Işık’tan (Nur’dan) bahsettiğinde esasen ‘Kristus’un gelişinden’ söz etmektedir. Rumi’ye göre, daha sonra İsa’yı (yani dünyasal olan kısmı) tinsel-tanrısal Dünyaya (göğe) çeken bu ‘Nur’ (Kristus) idi. Ancak Rumi, “İsa’yı göğe çeken” derken İsa’nın katı fiziksel bedeninden bahsetmemekte, esasen -Paskalya yortusunda kutlanan- ‘Ölümden Dirilişten’ sonra İsa Kristus’un 40. günde “Göğe (tanrısal Âleme) Yükselişi” olayına atıfta bulunmaktadır…

Aşağıdaki beyitte Mevlânâ, Kristus ile bağlantılı olarak Exusiai’lerden (Form Tinlerinden) (17) ve bu mevkide olan Elohim’lerden(18)  bahsetmektedir:

[Kendisinin] Şekli yoktur, fakat işi gücü ‘şekil yapmaktır’.

[Rumi kendine hitaben] Ey gönül, sen bir türlü şekilden suretten vazgeçemiyorsun,

Çünkü O’nun cinsinden değilsin.

“[Kendisinin] Şekli yoktur” (özde tinsel-tanrısal bir varlık olduğundan dolayı kendisinin biz insanlar gibi katı/maddesel bir şekli – formu yoktur) Rumi’nin bu sözleri, -dünyada enkarne olduğunda Mesih (Kristus) adıyla anılan-  ve hayvan ve insan gibi canlıların ‘fiziksel formunu’ (şeklini) oluşturan/yaratan bu varlığın tanrısal Hiyerarşide bulunan Elohim’lerden olduğunu belirtmektedir. “Fakat işi gücü ‘şekil yapmaktır’… “ sözleri de, ‘yaratanlardan olarak’ Onun tinsel Âlemdeki iş ve faaliyetlerine dikkat çekmektedir.

Bu beyitteki sözlerine baktığımızda, Rumi’nin, Kristus’un aslen tanrısal Hiyerarşideki Varlıklardan ‘Exusiai’ler (Form tinleri) mevkiinden geldiğini bildiği ve özde bedensel olmayan bu Varlığın tinsel-tanrısal Âlemden bir Yaratıcı olduğu gerçeğine vurgu yaptığı görülür. İkinci mısrada Rumi, kendisinin ‘dünyasal beden/sure/şekiller ile özdeşleşmekten vazgeçemediğinden’ çünkü ‘onun cinsinden olmadığından’ bahsederken, aslında, kendisinin fiziksel bedeni ile özdeşleştirdiği ‘benliğini’ yok etme mücadelesine atıfta bulunmaktadır. Rumi’ye göre, benliğinin ‘insanın katı fiziksel formu/bedeni’ ile özdeşleşmesi tamamen sona ererse, ancak o zaman “Formsuz” (bedensiz) Olan” ile yani bu formları yaratan Varlık (Kristus) ile daha çok yakınlaşabilecektir…

 Canım benim, ümitsizliğe düşme,

Bir ümittir, belirdi;  

Bütün canların ‘ümidi’ (19) gayb âleminden [Görünmez olan âlemden/ tinsel âlemden]  çıkageldi…                                  

Mevlânâ bu rubaide, tanrısal Âlemden bir ‘tinsel Varlığın’ (Ümidin) çıkageldiğini ve bu Varlığın tüm insanlığın “Ümidi” olduğunu belirtmekte ve de “İnsanlık Dünyada vahim/kötü bir durumda olsa bile kurtuluş ümidimizi asla kaybetmemeliyiz (ümitsizliğe düşme)” demektedir…

Ey eskimiş, müzminleşmiş [kronikleşmiş] dert, 

Maşallah maşallah, ‘şifa’ geldi;

Ey kilitlenmiş, kapanmış kapı, açıl, ‘anahtar’ geldi.

Antroposofik bilgeliğe göre, ‘insanın “cennetten düşmesi” olayından itibaren ‘hastalık’ ve ‘ölüm’ yavaş yavaş insanın fiziksel bedenine yerleşmişti. Başka bir ifadeyle, insan, “Tanrı’nın Cennet Bahçesinden” uzaklaşmak zorunda kaldıktan sonra, fiziksel dünya ile giderek daha fazla özdeşleşti, yani ‘maddesel dünyanın ağlarına’ gittikçe daha fazla dolandı ve de hastalık ve ölüm, insanın katılaşmış fiziksel bedenine daha kalıcı olarak yerleşti; bunun sonucu olarak, insan ölümlü bir varlık haline geldi. Rumi’nin “Ey eskimiş, müzminleşmiş dert” sözleri insanlığın içinde olduğu bu kronikleşmiş/ümitsiz, çok yönlü sağlıksız duruma değinmektedir. Bu vahim (çok sorunlu) durumun çaresi fiziksel dünyada bulunmadığı için insanın bu durumdan kurtulup, her bakımdan sağlığına kavuşmasını (ve sonunda ölüme karşı galip gelmesini) sağlayacak olan Çare/Şifa tinsel-tanrısal Âlemden gelmek zorundaydı! Rumi, “Cennetten Düşüşün” sonuçlarının ve insanlığın müzmin hastalığı ve acılarının “Şifasının” Kristus olduğunu söylemektedir. Son mısrada da Rumi, “Ey kilitlenmiş, kapanmış kapı, açıl, ‘anahtar’ geldi” sözleriyle, insanlığa tamamen kapanmış olan tinsel-tanrısal Âlemin kapısını açacak ‘anahtarın’ Kristus olduğunu ve de Onun insanlığın tanrısal Âlemle kopmuş olan bağlantısını yeniden kurmak için maddesel dünyaya geldiğini vurgulamaktadır…

İsa’nın şu soluğu, Ölümsüz bir ömür vermede;

Bu ölümsüz ömür, kurumuş – kakırdamış ömrü gençleştirdi.

Evvelki beyitteki açıklamalara paralel bir biçimde, bu beyitte de Rumi, dünyada tüm insanlığın üzerinde etkin olan ‘ölüme’ (ölümün gücüne) karşın, İsa’yı (Kristus’u) ölümün karşıtı olan “Sonsuz yaşam” (ölümsüz ömür) ile özdeşleştirerek Onun “ölümsüz ömür” verme gücü olduğunu vurgulamaktadır. Bu doğrultuda da, Onun bu ‘yaşam veren gücüyle’ insanın yaşlandıkça kuruyan ve sonuçta ölüme yenik düşecek olan ‘eterik bedenine’ gençleştirici (ruhun kalsifiye olmasına karşı koyan) bir etki sağladığını söylemektedir. Bu söylediği antroposofik bilgelik açısından da doğrudur. [Not: Antroposofi’ye göre, insanlık ‘ölümü’ (Angru Manyu’nun gücünü) bir gün mutlaka yenecektir, ancak bu gelişme tek bir ömür süresi içinde veya yakın bir gelecekte değil, epeyce uzak bir gelecekte gerçekleşecektir. Önemli olan, bu tanrısal Varlığın ‘insan evriminin belli ve en doğru bir zamanında’ dünyaya gelmiş olması ve kendi varlığıyla birlikte getirdiği ‘tanrısal yaşam gücünü’ insanlık ve dünya ile birleştirmesiydi.]

–Mezarın içinde cennete kapılar açmaya gücün kuvvetin var;

Beden mezarında da beş duyu yarattın, âleme kapı açtın.

Bu rubaide Rumi, İsa Kristus’un İncil’de anlatılan “Ölümden Diriliş” mucizesine değinmektedir. İsa çarmıha gerilip, çarmıhta öldükten sonra, -o devirde kullanılan- girişi tekerlek şeklinde büyük bir taşla kapatılan bir mezara konur. Sonra, Ona yakın olanlar ve havariler gidip baktıklarında mezarın boş olduğu görürler. İncil, İsa Kristus’un üçüncü günde dirildiğini ve dirilen İsa’nın ‘dirilmiş haliyle’ havarilere ve başkalarına görünmeye başladığını ve bazen onlarla birlikte olduğunu yazar. Dirilişle ilgili olarak en önemli nokta, Kendisi “Yaşam” (tanrısal Sonsuz yaşam) gücüne sahip olan Kristus’un -ölümün etkin olduğu maddesel dünyada- ölümü (ölümün gücünü) yenerek “yaşama” dönüştürmüş olmasıdır. Kristus’un, ‘bir insan olan’ İsa’da bu dönüşümü gerçekleştirmiş olması tüm insanlık için bir ‘ilk örnek’ oluşturmuştur. Kristus’un gerçekleştirdiği bu fenomen, İncil’de, Onun insanlığa vadettiği “sonsuz yaşam” ile bağlantılıdır. Lakin ‘sonsuz yaşamla’ kastedilen, ‘fiziksel dünyada ölümsüz olmak’ değil, insanlığın uzak bir gelecekte kavuşacağı tinsel-tanrısal nitelikteki sonsuz yaşamdır.

Rumi, “Mezarın içinde cennete kapılar açmaya gücün kuvvetin var” sözleriyle bu olaya değinmektedir. İkinci mısradaki, “Beden mezarında da beş duyu yarattın, âleme kapı açtın” sözleri de; bir Form Tini olarak Kristus’un insanın ölümlü olan bedeninde, insan ruhunun dış âleme açılabilmesine imkân veren duyu organlarının yaratılışında rolü olmasına dairdir. Fakat bu rubaide esasen “Ölümden Diriliş” fenomeni vurgulanmaktadır…

Padişahlar padişahı sensin,

Sonu bulunmaz ihsan sensin;

Şu ahir zaman (*) kıtlığında kerem,

Lütuf sofrasını yayan ancak sensin işte.

(*) Rumi, ‘ahir zaman, yani kıyamete yakın olan zamanlar’ sözleriyle Divan-ı Kebir’in yazıldığı zamanlarda Anadolu’da gerçekleşmiş olan ve Konya’yı da kapsayan korkunç Moğol istilasına atıfta bulunmaktadır. Kıyameti andıran böyle dehşet bir saldırı ve istila olayında insanlar kaçınılmaz olarak tinsel bilinç eksilmesi (kıtlığı) yaşamışlardır…

Rumi’nin bu rubaiye yüklediği anlam açıktır, ona göre Kristus bu ahir (kötü ve karanlık) zamanlarda onun ihsan, kerem ve lütuf kaynağıdır… [İhsan: İyilikte bulunmabağışta bulunma // Ahir zaman: Dünyanın ve insanlığın son günleri; kıyamete yakın zamanlar // Kerem: Büyüklük – ululuk // Lütuf: İyilik- incelik- Kayra.]

Kelime” (Söz)’e Dair Rubailer

Sonraki üç beyitte Mevlânâ’nın “Söz”(Kelime) hakkında derin bir tinsel anlayışa sahip olduğunu görmekteyiz.

Sus – düşün ki ‘Söz’, mekânsızlık âleminden [tinsel -tanrısal Âlem’den] gelir;

Gözün oradaysa [dünyadaysa] nasıl uçabilirsin oraya [mekânsızlık âlemine]?

Söz, perdesini kaldırsa da ortaya çıksa,

 O zaman görürsün ki yaratıcı Tanrı’nın sıfatıdır [niteliğidir] ‘söz’.

Söz [Kelime], Tanrı bilgisinden [bilgeliğinden] doğarsa Tanrı‘nın işini işler [ör: yaratma eylemi];

Fakat bizden gelirse kavgaya, savaşa sebep olur.

İlk beyitte Mevlânâ’nın “Kelime” (Söz) hakkında söyledikleri (“düşün ki ‘Söz’, mekânsızlık âleminden gelir…”) İncil’de, Aziz Yuhanna İncili’nin başında “Söz” hakkında söyledikleri ile uyumludur.

Rumi’nin ikinci beyitteki ifadesinin (…yaratıcı Tanrı’nın sıfatıdır [niteliğidir] ‘söz’) ezoterik manası da Yuhanna İncili birinci bölüm ile uyumludur.

Yuhanna İncili’nin başlangıcı: 1: 1 – Başlangıçta Söz [Kelime] vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi [Tanrı’daydı] ve Söz Tanrıydı. 2 Başlangıçta O Tanrıyla birlikteydi. 3 Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. 4 Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. 5 Işık karanlıkta parlar ve karanlık onu alt edememiştir…

Buna ilaveten Kur’an’da da, İsa Mesih’in Allah’ın Kelimesi’ olduğunu belirten ayetlerden Nisa 171‘i hatırlayalım.

Üçüncü beyitte Mevlânâ, ‘tanrısal Sözün nitelikleri’ ve ‘insandan çıkma sözün karakteri’ arasındaki büyük farkı (Fakat bizden gelirse kavgaya, savaşa sebep olur”) çok net bir şekilde belirtmiştir. Diğerleri gibi, bu beyitler de bize Mevlânâ’nın İncil’in içerdiği ‘tinsel manaları’ anlayıp idrak etmiş olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, ‘İsa Kristus’ ve ‘Sözün’ gizemleriyle ilgili bütün bu beyitlerin onun konuşmaktan çekindiği için anlatamadığı “o Sırrın” yansımaları olduğunu görmekteyiz…

–Mesih [Kristus], ansızın göğe  [tanrısal Âleme] ağdı da [yükseldi de]

Meleklerle insan barıştı, uzlaştı.

Bu beyitte Mevlânâ’nın, ‘İsa’nın Dirilişi’ ve ‘Diriliş olayının devamı olan “Göğe Yükselişin” deruni anlamının da farkında olduğunu görmekteyiz(20)  ‘Cennetten Düşüşten’ sonra insanlık maddesel dünyanın materyalistik doğasıyla özdeşleştikçe tinsel-tanrısal Dünya Varlıkları ile (“Melekler” ile) bağlantısını zamanla kaybetmişti. Mevlânâ, ‘Dirilen ve göğe (tinsel-tanrısal Âleme) yükselen’ (göğe ağdı da)Kristus’un gerçekleştirdiği bu fenomenin sonucu olarak bu Âlemin Varlıklarıyla insanlığın bağlantısının/ilişkisinin yeniden kurulduğunu belirtmektedir. [Taşıdıkları anlam itibariyle bu beyitteki sözler, yukarıdaki  “O yüceler yücesi Padişah, ‘kapı’ adamakıllı kapanmış, kilitlenmişken ‘İnsan hırkasını’ giydi de, bugün kapıya geldi, giriverdi içeri.” sözleri ve açıklamasıyla birlikte düşünülmelidir.]

Bu açıklamalarla bağlantılı olarak, Kur’an’daki bir ayette de İsa’nın göğe (Allah Katına) yükseltilmiş olduğu belirtilmektedir.

Nisa 158: Bilakis Allah onu kendi katına (*) yükseltti. Ve Allah, mutlak güç ve hikmet sahibidir…  [(*) Başka bir Kur’an mealinde: “Kendisine yükseltti”… ]

Ne de sonsuz bir güneşsin ki zerrelerinin hepsi de ‘söz’ söylemede;

Sen, Tanrı’nın Zâtı’nın ışığı mısın,

Yoksa Tanrı mısın? Bilmiyorum ki.

Antroposofik bilgeliğe göre, -dünyaya gelmeden önce- Kristus ‘Güneş Küresindeydi’(21). Bu beyitte Rumi bir benzetme yaparak Kristus’u Güneş ışınlarıyla (“yaşam veren Işıkla”) özdeşleştirmiştir. Rumi’nin, Kristus’un Güneş ile olan ilişkisine ve de O’nun “Kelime/Söz” ile olan ilişkisine dair söyledikleri antroposofik bilgeliğin aktardığı bilgilerle uyumludur. Bu beyitin ikinci bölümünde Rumi, girift bir soru sorarak İsa Kristus’un tanrısal yönüne dikkat çeker: Sen, Tanrı’nın Zâtı’nın ışığı mısın, yoksa Tanrı mısın?Burada Rumi’nin tam bilemediği nokta, bu Varlığın Tanrı’nın Zâtı’ndan yansıyan bir Işık mı (Tanrının tanrısal Âleminden yansıyan bir temsilci mi), yoksa ‘Tanrı’nın bizzat kendisi mi’ olduğudur. Sonra alçakgönüllülükle bunu bilemediğini söyler. Ancak Rumi’nin, ‘Kristus’un tanrısal Âlem ile bağlantılı olduğundan ve Onda ilahi/tanrısal niteliklerin mevcut olduğundan’ hiçbir şüphesi olmadığını görmekteyiz.

Rumi bütün bu düşünceler üzerinde tefekküre dalmışken, kuşkusuz Nisa 171. ayette İsa Mesih’ten “Allahtan bir ruh” şeklinde bahsedildiğini de göz önünde bulundurmaktaydı. (Türkçeye çeviride kullanılan ‘Allah’tan bir ruh’ terimi yerine ‘Allah’tan bir tin’ (spirit) teriminin ayette vurgulanan manayı daha doğru yansıtacağını söyleyebiliriz.) [Not: Burada bahsedilen bilgiler bağlamında, Kristus dünyaya gelmeden yüzlerce yıl önce Zerdüşt’ün, “Ahura Mazda’nın (Kristus’un) ‘Güneş Küresi’ ile bağlantılı olduğunu ve çok ileriki bir zamanda Güneş’ten dünyaya ineceğini” beyan etmiş olduğunu hatırlayalım.]

Ey gücüyle kuvvetiyle yüzlerce olmayacak şey gerçekleştiren sevgili,

And olsun Tanrı’ya iki dünyada da senin gibi işe sarılıp başaran,

Kesin olarak derim ki yoktur.

Öncelikle, bu rubaide Rumi’nin Kristus’tan bahsetmek için yalnızca Ona özgü olarak kullandığı ‘örtülü isimlerden’ ‘Sevgili’ ismini kullanmış olduğuna dikkat edelim. Bu sözleriyle Rumi, ‘Kristus Varlığının’ fiziksel dünyada gerçekleştirdiği mucizelerine ve -çok uzun zamanlardır bağlantısı kopmuş olan-  tinsel ve fiziksel dünyalar arasında bağlantı kurulmasını sağlayan faaliyetlerine (Dünyaya getirdiği tinsel güce/itkiye/dürtüye) değinmektedir. Ayrıca, “iki dünyada da senin gibi işe sarılıp başaran…” sözleriyle, bu tanrısal Varlığın hem tinsel hem de fiziksel dünyada faaliyet göstermiş olduğunu; bu kapsamda, sahip olduğu ‘yaratma yeteneği’ ile Onun tanrısal Dünyada başardığı işlere değinmektedir. Yukarıda da açıklandığı gibi, ‘bu tinsel Varlık’, Form Tin’lerindendir, yani dünyadaki insan ve hayvan gibi canlıların biçimlerini-formlarını oluşturan/yaratan Tinler. (“[Kendisinin] Şekli yoktur, fakat işi gücü şekil yapmaktır…” sözlerini içeren beyiti hatırlayalım)…

Divan-ı Kebir’de, Onun bu tanrısal yönüne ve ‘yaratıcı kimliğine’ ve de ‘topraktan bedene’, ‘bedenden düşünce ve söze kadar’ neler yaratabildiğine değinen bir rubai:

Lütfunla toprak ‘beden olmuş’, beden, düşünce, söz haline gelmiş;

Söz’den, düşünceden de gayb âleminde [tinsel âlemde] nice suretler (*)

Nice şekiller gebe kalmış…

[(*) Suretler: fiziksel dünyadaki fiziksel biçimlerin/formların tinsel dünyadaki orijinal ilk örnekleri.]

Kristus’a Karşıt Konumda Olan Ahriman’a (*) / İblise/Deccal’e Dair Rubailer

(*) Ahriman: Farsça Deccal’in/iblisin adı.

Söyle şu şaşkın göze; de ki:

Mademki ‘sevgilinin’ lütfunu gördün,

Halkı [halkların özdeşleştiği dünyevi yaşam biçimini] ne diye görürsün;

Ahriman’ın  [Deccal’in/iblisin] çevresinde ne döner durursun?

Bu beyitte Mevlânâ’nın, Zerdüşt öğretilerinde açıklanan, ‘Ahura Mazda’nın karşıtının Ahriman/İblis (Angru Manyu) olduğu’ gerçeğini bildiğini görmekteyiz. Bunun yanı sıra Rumi, Ahriman’ın insanlığı maddesel dünyanın sarmalına dolandırıp ‘maddesel boyutla güçlü bir bağlılık oluşturmalarına’ vesile olma ve aynı zamanda da insanlığın dikkatini ‘tinsel-tanrısal olan’ bütün kavramlardan uzaklaştırma kapasitesinin de farkındaydı. Rumi şunu söylemektedir: İnsan ‘Ahriman tarafından yönlendirilmeye ve yönetilmeye’ karşı koymalı, çünkü insanlık kadim zamanlarda beri ‘Sevgili’den (Mesih’ten/Kristus’tan) pek çok lütuf gördü; dolayısıyla, Ahriman’dan kaynaklanan karanlık etkiler yüzünden ‘Ahriman’ın çekimine’ kapılacağına (onun çevresinde döneceğine), bunun yerine, Sevgilinin/Kristus’un lütfuyla’ edindiği nimetlere odaklanmalıdır. Lakin sıradan (uykuda) halkların gözü ‘dünyevi/materyalist yaşam biçimine’ yönelik olduğu için bu durum insanın ‘tinsel farkındalığını’ saptırmaktadır. Başka bir deyişle, insan yalnızca ‘fiziksel gözlerle’ baktığı zaman ‘tinsel-tanrısal olanı’ göremez, sadece ‘maddi ve geçici/yok olabilen dünyaya ait olan şeyleri’ algılar ve bunun sonucu olarak insan, gördüğü bu materyal dünyayı uykulu bir biçimde arzular. Rumi’ye göre, tinsel anlamda uykuda olanların yoludur bu.

Rumi’nin sözlerine baktığımızda onun, insanın ‘Duyum ruhunun’ (Nefs’in)(22) rolü hakkında çok doğru bilgilere sahip olduğu görülmektedir. “Ahriman’ın çevresinde ne döner durursun” ifadesi, bir güve sürüsünün gece karanlığında bir fenerin ışığına çekilerek etrafında döndüklerini gözlemlemesinden esinlenmiş olmalıdır. Bu sözlerle Rumi, “nasıl ki güveler fenerin fersiz ışığına kapılıp bilinçsizce etrafında dönüyorlarsa, insanlar da Duyum ruhlarının/‘Nefsin’ -dünyevi arzu, hırs ve ihtiraslarla motive olmasıyla- Ahriman’ın yarattığı dışarıdan pırıltılı, fakat aslında hayali bir yanılsama olan maddesel/materyalist dünya düzenine bilinçsiz bir şekilde çekilip kapılmaktadırlar” demektedir…

Ateşe benzeyen, ateş gibi yakıp kavuran gam Deccal’i [Ahriman’ı/iblisi]

Ateşten bir yaygıdır, yaydı,

Nerede kötülükler yapan Deccal’e hançer çekecek İsa?

Birinci mısrada Deccal’in kötücül gücüne ve insanlık üzerindeki karanlık etkilerine dair çok doğru bilgiler içeren bu beyitte Mevlânâ, ikinci mısrada da esasen ‘İsa’nın (Kristus’un)’ Deccal’e karşı koyma gücüne sahip olduğunu vurgulamaktadır. Bu bağlamda, İsa’yı Deccal’in kötücül gücüne karşı koyacak bir ‘tanrısal güç’ olarak nitelendirmiş olması çok doğrudur…

Sonuç      

Divan-ı Kebir’in ciltlerindeki çeşitli bölümlerin aralarına yerleştirilmiş olarak, Rumi’nin ‘İsa Mesih’e’ atıfta bulunduğu ve bu ‘Gizemin’ farklı yönlerine değindiği daha birçok rubai mevcuttur. Ama bu yazıda ele alınmış olan rubailer Mevlânâ’nın “Kristus Gizemini” ne kadar derinlemesine kavramış olduğunu ve aynı zamanda bu bilge mutasavvıfın ruhunda saklı olan deruni tinsel düşünceleri ortaya koymak için yeterlidir. Rumi, İsa Mesih’i, ‘Şifacı’; ‘Tanrı’nın Rengi’; ‘O İlahi Işık’; ‘Sonsuz yaşamı bahşeden’; ‘Anahtar’; ‘Tanrının ışığı’ ve de ‘Tüm ruhların Çare ve Ümidi’ olarak tasvir ettiğinde, onun bu sembolik isimleri özellikle seçmesi onun ‘Kristus’un insanlığın kurtuluşu için tanrısal Âlemden dünyaya gelen Kurtarıcı olduğu’ kavramına sahip olduğunu gösterir.

Zerdüştçüler tarafından hürmet ve ibadet edilen (ve Rumi’nin Belh’te çocukken adını duyduğu) ‘Ahura Mazda’nın yıllar sonra Rumi’ye Konya’da Kendisini ‘Kristus’ olarak ifşa etmiş olması da ilginçtir; yıllar süren bu açılımın sonucunda da Rumi, bu tinsel-tanrısal Varlığı kuşatan muazzam ‘Gizem’ hakkında derin bir kavrayış edinmiştir.

Şimdiye kadarki açıklamalar, Mevlânâ’nın ruh ve benliğinin yaşamı boyunca aldığı çeşitli tinsel etkiler sonucunda nasıl biçimlendiğini tasavvur etmemize ve onu etkileyen (benliğini ve ruhsal yapısını da değiştiren) en güçlü etkinin ‘Kristus Gizemi’ olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir. Bu bağlamda, -Antroposofia bilgeliğinin vurguladığı- ‘Kristus’un ‘dünya ve insanlıkla çok yakın bağlantısının’ yalnızca ‘Hristiyanlar’ olarak tanımlanan insanlar için geçerli olmadığı, Onun ‘bütün insanlık için’ dünyaya geldiğinin anlaşılması çok önemlidir.

Mevlânâ’nın ölmeden önce tasavvuf/Sufi/Sema yöntemleriyle ‘aydınlanıp aydınlanmadığı’ merak edilebilir. Sufi’lere göre Mevlânâ, uğruna çok çabaladığı bu ‘aydınlanma haline’ ulaşmıştır; şüphesiz, onun bu ‘hale’ ulaştığına gönülden inanan başkaları da vardır. Kim bilir, belki de onların bu varsayımları doğrudur. Bununla birlikte, Sufi yöntemleriyle Rumi’nin ‘benliğinin’ yok olup olmadığı ve bunun sonucunda Sufi’lerin amacı olan “tanrının sonsuz okyanusu ile birleşme” olayının gerçekleşip gerçekleşmediği kesin olarak bilinemez. Ama hiç kuşkusuz şunlar söylenebilir: ‘Kristus Gizeminin’ muazzam içeriği ve derin manası Rumi’nin ruhunda ışıldayıp etkin olduğu zaman -Hint öğretileri anlamında değil fakat- mutlaka farklı anlamda “tinsel bir aydınlanma” yaşamış olmalıdır. [Antroposofia bilgeliği açısından da doğru olan, benliğin yok edilip insanın ‘bir tür tinsel boyutta’ kaybolması değil, insanın ruh ve benliğinin her reenkarnasyonda daha öte tinsellik kazanarak bir reenkarnasyondan diğerine gittikçe mükemmelleşip gelişerek ilerlemesidir.]  Rumi’nin eserlerinden yansıyan ‘tanrısal sevgi /aşk’ kavramına bakıldığı zaman, onun, İsa’nın -diğer önemli öğretilerini kavramış olmasının yanı sıra- en önemli öğretisi olan “Tanrını sev” ve “Komşunu kendin gibi sev” öğretisinin derin anlamını büyük ölçüde idrak ettiği aşikârdır. Neticede, böyle çok yönlü bir kavrayış ve anlayışın onda ‘farklı anlamda bir aydınlanma’ yarattığını tasavvur edebiliriz.

Ezoterik Hristiyanlığa dair gizemleri bu kadar derinlemesine idrak etmiş biri olarak Mevlânâ’nın Hristiyan dinine geçip geçmediği merak konusu olabilir. Bilindiği gibi Mevlânâ aslen Müslüman olarak yetiştirilmişti ve bir İslam âlimi idi, bu bağlamda, onun bütün eserlerindeki rubai ve şiirlerinde Hz. Muhammed’e (s.a.s.) daima hürmet ettiğini ve ondan son derece saygılı bir biçimde bahsetmiş olduğunu görebiliriz. Ayrıca, kendisinin ‘artık Hristiyan dinine geçtiğine’ dair hiçbir beyanı yoktur, dolayısıyla onun dini inancını değiştirdiğine dair herhangi bir şey öne sürmek mümkün değildir.

Şu noktanın da anlaşılması çok önemlidir: bu ülkede Hristiyan anlayışa sahip olanlardan bahsedilirken “Hristiyanlar” şeklinde bir genelleme yapılmaktadır. Oysa tıpkı İslam’da Sünni, Vahhabi, Şii ve Alevi mezhepleri olduğu gibi, Hristiyan inancından olanlar da kendilerini sadece ‘Hristiyan’ terimi ile değil, ‘Katolik’, ‘Ortodoks’ ve ‘Protestan’ veya ‘Anglikan Kilisesi’ mensubu olarak tanımlarlar.  Bu bakımdan, Mevlânâ’nın da kendisini bu mezheplerden biriyle tanımlaması/özdeşleşmesi olası değildi. Zaten Mevlânâ, İsa Kristus ve Hristiyanlığa dair derin tinsel gerçekleri anladığı zamanlarda hep Müslüman idi; kısacası bu ‘dinler ötesi kozmik hakikatleri’ anlayabilmek için insanın herhangi bir Hristiyan mezhebine bağlı olması gerekmemektedir. Ayrıca, İncil’i incelediğimizde, içeriğinde hiçbir bir mezhepsel bölünmenin ve şimdiki farklı Hristiyan sektlerinin var olmadığı görülebilir.

Bu bağlamda, insanın tinsel hakikatleri anlayabilmesi için gerekli olan temel mental ve ruhsal yapı, onun açık fikirli, önyargısız, objektif olması ve de hepsinden önemlisi, ruhunda gerçek ‘tinsel-tanrısal sevgi’ geliştirmiş olmasıdır. Şüphesiz Mevlânâ tüm bu niteliklere sahipti ve dini dogmaların kendisini kısıtlamasına izin vermemişti. Onun şu rubaisi de İsa Kristus’a ve ezoterik Hristiyanlığın kapsadığı tanrısal hakikatlere dinler ötesi objektif bir anlayışla yaklaştığını çok açık bir biçimde göstermektedir:

İsa, dördüncü kat göğe ağdıktan [ulaştıktan] sonra kiliseyi ne yapsın?

“Dördüncü kat göğe (tinsel-tanrısal Âlemin yüksek katlarına) ulaşan İsa’nın fiziksel dünyadaki bir kiliseye (yani kurumsallaşmış bir dini anlayışa) ne ihtiyacı olabilir?” şeklindeki sözleriyle Mevlânâ, esasen ‘İsa Kristus’un tanrısal Âlemle belirgin bir bağlantısı olduğuna’ ve bu kozmik realitenin ‘fiziksel dünya ile kısıtlı olan Kiliseyi’ aştığına işaret etmektedir. İncil’i dikkatlice okuduğumuzda, zaten İsa’nın niyetinin yeni bir din oluşturmak ya da Vatikan gibi bir Kilise düzeni kurmak olmadığı görülebilir. Onun esas amacı; tinsel Âlem’den beraberinde getirdiği tanrısal-tinsel itkinin (kutsal tanrısal güç ve etkinin) fiziksel dünya boyutunun içine işleyerek insanlığın üzerinde etkin olması ve de ‘tanrısal şifa/yaşam’ içeren bu etkinin -kötücül/karanlık güçlerin etkisi altındaki- insanlığın iyileşmesi ve sonsuz yaşama kavuşmasının önünü açarak fiziksel dünyadan kurtulmalarını sağlamaktı. Sonuçta şu çok açıktır ki, bu deruni hakikatler ve sırlar -Mevlânâ ‘öte bir anlayış yeteneğine’ sahip olup, bunları almaya hazır olduğu için- özellikle ona ifşa edilmişti. Mevlânâ, İsa Kristus’un şu sözlerinin manası üzerinde mutlaka derinden düşünmüş olmalıydı:

Yuhanna 8: 31-32 İsa kendisine iman etmiş olan Yahudilere, “Eğer benim ‘sözüme’ bağlı kalırsanız, gerçekten öğrencilerim olursunuz. [O zaman] Gerçeği bileceksiniz ve gerçek [hakikat] sizi özgür kılacak… 

Farklı dinler ve uluslardan olan insanları ötekileştiren ve onları sevemeyen bir insanın ‘gerçek Tanrı sevgisine’ erişmesi söz konusu olamaz. Bu bakımdan, Mevlânâ’nın öğretisinin merkezinde şaşmaz bir ‘insanlık sevgisi’ ve bunun daha öte bir meyvesi olan ‘Tanrı sevgisi (Tanrı aşkı)’ olması bir tesadüf değildir. İsa Mesih’in İncil’de belirttiği ve Mevlânâ’nın kalben benimsediği (içselleştirdiği) ‘Tanrı sevgisi’ Hristiyanlık veya başka bir dini inanç ile kısıtlı değildir. Başka bir deyişle, bu nitelikte bir sevgi herhangi bir dini inancın çerçevesi ile sınırlandırılamaz. Mevlânâ’yı “Mevlânâ” yapan en önemli özellik ve anlayış, onun, zihninde ve duygularında dinler (ve farklı toplumlar) arasındaki katı sınırları kaldırmış olması ve hiçbir dini inanca karşı negatif bir duygu, düşünce ve ötekileştirmeye yer vermemesiydi.

Bu söylenen, ‘Rumi farklı inançlara karşı sadece yüzeysel bir tolerans ve hoşgörü gösteriyordu’ demek değildir. Rumi’nin ‘Kristus’a dair gizemleri’ idrak etmesi ona, dini inançların birbiriyle anlaşmazlık, sürtüşme, rekabet ve çatışma içinde olmasının son derece yanlış olduğunu ve bütün dinlerin arkasında “tanrısal Âlem kaynaklı iş ve oluşumların, yani tinsel itkilerin (spiritual impulses)” olduğunu göstermişti. Rumi’ye göre, ‘tinsel insan evrimi sürecinde’ kozmik bakımdan her dini inancın temel işlevi ve görevi başkaydı, yani dünyada hepsinin farklı bir yeri ve farklı önemleri vardı (Bu yüzden aralarında hiçbir rekabet ve çekişme olmamalıydı.)  Ayrıca gözle görülmeyen arkaplanda hepsinin birbiriyle bir tinsel bağlantısı mevcuttu, dolayısıyla dini inançların mensupları diğer dini inançların varlığına ve üyelerine negativizm ve önyargılarla yaklaşmamalıydı. Bu bakımdan insan, zihninde oluşmuş olan katı dogmatik dini ayırımların, antipatilerin ve düşmanlıkların etkisinden mutlaka kurtulmalıydı.

‘İnsan’, ‘Yaratanın Hikmeti (Bilgeliği)’ kapsamında ‘bir’ ve ‘birlik’ olacak şekilde yaratılmıştı. Sonradan ortaya çıkan başkalaşma ve bölünmelerin ve de dinler arası negativizmin arkasında ‘şeytan’ ve ‘iblissel’ varlıkların kaçınılmaz etkileri vardı. Bu varlıklar insanlığın ‘sevgiyle birleşmesini’ (insanlığın sevgi birliğini) önlemek için insanlığa devamlı olarak negatif etkiler göndermekteydiler. Dolayısıyla insan, ister dini, ister politik ve isterse ekonomik bakımdan olsun, bu kötücül varlıkların ruh ve benliği üzerindeki karanlık etkilerine karşı mutlaka mücadele etmeliydi. Bu gerçekleri anlamış olan Rumi’nin bundan daha farklı duygu ve düşünceler benimsemesi mümkün değildi…

Eğer Mevlânâ’nın üzerinde/önünde ‘şeriatın kılıcı’ engeli olmasaydı, hiç kuşkusuz bugün bizler bambaşka bir tarzda yazılmış ve içeriği şimdikinden çok farklı (çok daha öte spiritüel bilgiler açıklayan) bir Divan-ı Kebir okuyor olacaktık. Şimdi okuduğumuz Divan-ı Kebir, Mevlânâ’nın o devirde çok ciddi bir kısıtlama altında olması ve -aslında hiçte öyle bir amacı olmasa da-‘başka bir dini yüceltmekle’ suçlanmak endişesiyle mecburen üstü kapalı bir biçimde yazılmıştır. Oysa Mevlânâ açıklamalarında tamamen özgür ve endişesiz olabilseydi sahip olduğu bilgeliği sözlerine çok daha farklı ve çok daha zengin bir biçimde yansıtacağı kesindi. Önceden belirtildiği gibi, aslında Mevlânâ’nın önünde İsa Kristus’a dair bilgilerini destekleyen anlamı gayet açık Kur’an ayetleri vardı. Bir İslam âlimi olarak Kur’an’ın her ayetini derinlemesine incelemiş olan Mevlânâ’nın Kur’an’da İsa Mesih’e dair toplam 180 ayetin neden var olduğunu merak etmemesi mümkün değildi. Örneğin, Ali İmran 55 ve 56 ayetlerini okuyup içerdikleri manayı idrak ettiği zaman Allah’ın bu sözlerinin, insanların ‘İsa’ya yakınlık, hürmet ve sevgi duymasının’ önünü açtığını inkâr etmesi olası değildi.

Ali İmran (*) 55 – 56 Allah demişti ki: “Ey İsa, Ben seni eceline yetireceğim [Vakti gelince senin ruh ve bedenini yeryüzünden alacağım]. Seni Kendime yükselteceğim, inkâr edenlerden seni tertemiz ayıracağım; sana uyanları, kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır. Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim [Bu konuları Ben yargılayacağım]. 56 – İnkâr edenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım, onların hiç yardımcıları olmayacaktır.

[Bu iki ayette: 1- Allah’ın İsa’yı bizzat göğe (melekût/mekânsızlık/tanrısal âleme), ‘Kendisine yükselttiği’. 2- İsa’yı kabul edip benimseyenleri  (“sana uyanları”) kıyamete kadar, Onu inkâr edenlerin üstünde tutacağı ve de 3- İsa’yı kabullenmeyip inkâr edenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağı çok açık bir biçimde vurgulanmaktadır… Kısacası, Allah’ın İsa Mesih’i her bakımdan sahiplendiğine ve Kendine yakınlaştırdığına şüphe yoktur.]

(*) [Not: Kur’an’ı Kerim’in üçüncü suresi olan ve 200 ayetten oluşan “Ali İmran” suresinin adı, ‘İsa’nın annesi Meryem’in babası olan ‘Ali İmran’dan gelmektedir. Ayrıca, Kur’an’da İsa’nın annesi ‘Meryem’in adının’ verildiği, 98 ayetten oluşan “Meryem suresi” de mevcuttur.]

Sonuçta, Mevlânâ’nın İsa Kristus’a dair sözlerini onun ‘Hristiyanlık dininin peygamberine’ hissettiği yüzeysel bir sempatinin yansıması olarak değil, Kristus’la bağlantılı olan ve ‘tüm insanlığı kapsayan olağanüstü bir kozmik hakikatin açılımının’ bilincine varması sonucunda ‘ruhsal bir dönüşüm yaşayan bilge bir Sufi mistiğin derin anlayışının yansımaları’ olarak değerlendirilmelidir. Bu bakımdan, rubailerindeki -dini inançlar ötesi- bir bilgelik içeren deruni ‘tinsel manalar’ ancak Mevlânâ’nın sözlerine önyargısız bir perspektiften ve hassasiyetle yaklaşıldığı taktirde doğru algılanabilir. “Hakikatin” arayışı içinde olanlar, Rumi’nin 13. yüzyıldan zamanımıza rubaileri ile gönderdiği bilgi ve mesajlarda tinsel-tanrısal hakikatlere dair önemli ve sağlam açıklamalar bulabilirler.

Bu bağlamda, Mevlânâ’nın hayatta edindiği ve ruhunda içselleştirdiği en temel ve önemli tinsel anlayışın ne olduğunu soracak olursak, bunun yanıtı; Dünya öncesi ebediyetten (Zeruane Akarene’den) beri devam etmekte olan “Kutsal Olan (İyi Olan)” ve “kutsal olmayan (karanlık-kötü)” arasındaki -fiziksel dünyaya da intikal etmiş olan- mücadelede ‘kâinattaki İyi ve Kutsal Olana’ dair Sırları kavrayıp, kalben Onu benimsemiş ve ‘Onun tarafında’ olmayı seçmiş olmasıdır.

Aynı şekilde, iblisin/Deccal’in güçlü etkileri altındaki maddesel dünyanın ağlarına dolanmış olan insanlığın, yani ‘her ayrı insanın da’ bu seçimi mutlaka yapması gerekmektedir. Bu bağlamda, her reenkarnasyonunda ‘bu yol ayırımı’ her bireyin önünde belirmektedir ve insanın ömrü boyunca ‘yapıp ettiği her şey’ ve temayülleri onun bu yol ayırımında “hangi gücü” tercih etmeye eğilimli olacağını belirleyecektir. Elbette bu seçim bir tek reenkarnasyonda belirlenmeyecek ve her insana mutlaka ileriki reenkarnasyonlarında da fırsatlar tanınacaktır. Ancak unutmayalım ki insanın her reenkarnasyonda yaptığı ‘yanlış işlerin sonuçları’ bir sonraki reenkarnasyona intikal etmekte ve sonraki reenkarnasyondaki tinsel açılımları da olumsuz yönde etkilemektedir. (Kötü karmaların birikip mutlaka ödenmesi mecburiyetinin getireceği etkiler.)

Aslında Valentine Tomberg’in,  “Lakin Dünya’nın karması Ölümdür. Ölüm, tamamen ‘Dünyasal olanda’ bulunabilecek tek gerçekliktir. Dünyada her şey ölüm tarlalarında ekilir ve ekilenlerin hepsini en başta ölüm biçer. Bunu gerçekten anlayıp bilen biri, Dünya’nın devasa bir mezar olduğundan başka bir realite algılayamaz” sözlerini hatırlayacak olursak, -Mevlânâ gibi- Ahura Mazda’nın (Kristus’un) tarafında olmayı seçmenin ‘evrim yolculuğundaki insan’ için doğru seçim olacağı anlaşılır. Ayrıca unutmayalım ki, “Sonsuz yaşamın” kaynağı Kristus ve Onun bağlantılı olduğu (Onu dünyaya gönderen) Kutsal tanrısal Âlemdir. Dolayısıyla insanın her reenkarnasyonu, yani fiziksel dünyada geçirdiği zamanlar “insan evrimi ve her bireyin evrimi” açısından çok değerli olup boşa harcanmamalıdır.

Mevlânâ 1273 yılında vefat ettiğinde saatlerce süren cenazesine bütün Konya halkı katıldı. Aslında farklı dini inançlardan olan insanların bu kadar büyük bir kitle oluşturarak bir araya gelmesi daha önce hiç görülmemişti. Bilindiği gibi, genelde her dini inancın cemaati kendilerinden olan bir cenazeye katılır. Fakat onun vefatı olayında Müslüman ahalinin yanı sıra şehrin Yahudi ve Hristiyan halkları dâhil herkes onun için yas tuttu. Belli ki Mevlânâ, İsa’nın ‘Komşunu kendin gibi sev’ öğretisini benimseyip hiçbir ayırım yapmadan yıllarca çevresindeki herkese sevgisini yansıtmıştı; komşuları da bu mütevazı ve sevgi dolu Sufi mistiğini içtenlikle sevmiş ve ona saygı duymuşlardı. Hayattayken ‘bütün halkların manevi değerlerini’ ruhunda saygıyla birleştirmiş olan Mevlânâ, cenaze töreninde şehirdeki farklı dini inançlardan (ve toplumlardan) olan insanları -özde bir kozmik prensip olan- ‘tüm insanların birbirini sevmesi prensibinde’ buluşturmayı başarmıştı…

“Mevlânâ’nın sırrına” dair açıklamaları sonlandırırken gönülden dileğimiz, onun bir sonraki reenkarnasyonunda “O Sevgiliyle” (Kristus’la) tekrar buluşabilmesidir. Aslında hayattayken ruhuna yüklediği bilgelik ve sevgiyle Rumi’nin ‘Onu’ yine bulabileceğine hiç kuşku yok; ama bunun yanı sıra, ‘Onu’ tekrar bulmayı başarması için şüphesiz “Sevgili” de ‘Ona ulaşan yol’ boyunca Rumi’ye Işık tutacaktır.

Aslında bu ‘Işık’ hiçbir ayırım yapılmaksızın ‘tüm insanlık’ için sunulmaktadır...

Dip Notlar:

(1) Ancak, birçokları tarafından Mevlânâ’nın söylediği varsayılan ünlü beyitteki “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel, İster kâfir, ister Mecusi, İster puta tapan ol, yine gel, Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da, yine gel” sözlerinin aslında Mevlânâ’ya ait olmadığına, bir zamanlar Sufi’lere mensup olan bir yazıcıya (Ebu Said-i Ebu’l-Hayr adlı bir şaire) ait olduğuna, fakat sonraları Mevlânâ’ya atfedildiğine dair iddialar vardır. Bu doğrultuda, bu beyitin Ebu Said’in “Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani” adlı eserinde (7. Rubai’de)  bulunabileceği belirtilmektedir.

(2) “Divan-ı Kebir”, yeni Farsça – Farsça – 40.000’den fazla beyit (gazel) içeren lirik şiir koleksiyonudur. (Ama bazıları Arapçadır.) Rumi bu şiirleri birçok farklı Doğu-İslam şiiri sitilinde yazmıştır.

(3) Müstef’ilun, Müstef’ilun, … : Aruz vezni kalıbı.

(4) Zariaspa adının önemli Zerdüşt ateş tapınağı ‘Azar-i-asp’den geldiği düşünülmektedir.

(5)Zerdüştçülüğün üç eski Pers imparatorluğunun (Arkemen, Part ve Sasani imparatorluklarının) resmi dini olması dikkat çekicidir.

(6) Zerdüşt’ün öğretileri, onun yazdığı düşünülen Avesta’da yer alan ‘Gatalar’ olarak bilinen ilahilerde zamanımıza kadar ulaşmıştır.

(7) Ne yazık ki bu durum 1220’de gelen Moğol istilasına kadar sürdü. Moğollar Belh’i tamamen yok ettiler. Belli ki Bahaeddin Veled ve ailesi tam zamanında kaçmayı başarmışlardı. Belh’te kalsalardı, büyük bir ihtimalle Mevlânâ’nın Rubaileri ve diğer eserleri, hatta onun Sufi geleneği doğrultusunda zamanımıza kadar ulaşmış sufizm öğretileri ve seyredecek semazenler olmayacaktı!

(8) Şems, Mevlânâ’ya bazı tasavvufi öğretiler vermiş olsa da, aralarındaki ilişki, mürşit ve mürit ilişkisi olarak nitelendirilemez, çünkü bu aslında karşılıklı bilgi alışverişine dayalı bir dostluk idi. Mevlânâ Şems’e çok değer verdiği gibi, Mevlânâ da Şems için çok değerliydi. Şems’in Mevlânâ hakkında söylediği sözlerden biri şuydu: “Güneşin yüzü Mevlânâ’ya dönüktür, çünkü Mevlânâ’nın yüzü de Güneş’e dönüktür.” Şems’in bu sözlerinin Güneş Küresinde varlık gösteren ‘Ahura Mazda (Kristus)’ ile ilgili olması muhtemeldir. Acaba Zerdüşt öğretilerine vakıf olan Şems’in bu sözleri, Mevlânâ’nın bakışının -Zerdüştçülerde olduğu gibi-  Güneş Küresinde varlık gösteren Ahura Mazda’ya (Kristus’a) dönük olduğunu mu ima etmekteydi?

(9) Rudolf Steiner’in ‘Antroposofia bilgeliği’ kapsamındaki açıklamalarına göre, insan ruhu üç bölümden oluşur: ‘Duyum ruhu’ (Nefs), ‘Entelektüel (veya Anlak/akıl) ruh’ ve ‘Bilinç ruhu’. ‘Duyum ruhu’ -tinsel açıdan- insan ruhunun en gelişmemiş kısmıdır; yani ‘nefs’ aslında insanın ruhunun, insanı fiziksel dünyaya bağlayan bölümüdür. Antroposofik bilgeliğe göre, tinsel yolun yolcusunun amacı ‘Duyum ruhunu yok etmek’ olmamalıdır, çünkü fiziksel dünya ile uyumlu bir bağlantı kurabilmek için insanın ruhun en temel unsuru olan ‘Duyum ruhuna’ (nefse) ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, nefs’i yok etmek yerine, Entelektüel ruh ve Bilinç ruhu vasıtasıyla Duyum ruhunun (nefs’in) dönüştürülerek ‘nefs benliğe’ tinsellik kazandırılmasının doğru yaklaşım/yöntem olduğu vurgulanır.

(10) Hristiyanlığın ilk dönemlerinden itibaren birçok Perslinin (İranlının) bu yeni dini kabul ettiği bilinmektedir. Hristiyanlık İran’a Part (İmparatorluk) döneminde geldi. ‘Havarilerin İşleri’ kitabında (bölüm 2: 9) Pentekost gününde Kudüs’te “Part’lar, Medler ve Elamitler ve Mezopotamya sakinleri” olduğundan bahsedilir. O zamandan beri, İran’da sürekli bir Hristiyan varlığı olmuştur, ancak Hristiyanlık her zaman bir azınlık dini olarak kalmıştır. (Başlangıçta Pers Kilisesi Suriye kökenliydi.)

(11)  İconium, Aziz Pavlus’un orada vaaz verdiği sıralarda bir Roma kolonisiydi. Şehrin 7. ve 9. yüzyıllarda Arap işgalciler tarafından birkaç kez yıkıldığı bilinmektedir.

(12) Bir karşılaştırma yapacak olursak, Rumi’nin İsa ile ilgili beyitlerinin tinsel içeriğini incelediğimizde, diğer şairlere kıyasla onun İsa Mesih /İsa Kristus hakkında çok daha derin bilgilere sahip olduğunu görebiliriz.

(13) Logos eski Yunanca bir terim olup, ‘akıl ile kavrama’ anlamındadır. Platon ve Aristoteles ‘logos’ deyimini “mantıksal temel” anlamında kullanmışlardır. Platon’a göre bilgi logosta temellenir. Logos Hristiyan terminolojisinde “tanrısal söz” anlamında kullanılmıştır. Yazıda Logosun (Sözün) bu tinsel anlamı esas alındı.

(14) Antroposofik bilgilere aşina olmayanlar için kısa bir açıklama yardımcı olabilir. Rudolf Steiner’in aktardığı Antroposofia bilgeliğine göre; ‘insanlık, 7 (kozmik) ana evrim aşamasını içeren bir ruhsal-tinsel evrimden geçmektedir’. Bu 7 evrimsel aşamanın 4. aşaması “Dünya evrimidir”. ‘Dünya evrimi’ ayrıca 7 ana çağ içerir; bu bağlamda ‘Atlantis çağı’, ‘Dünya evriminin 4. ana çağıydı. ‘Atlantis Çağı’ sona erdikten sonra, onu takip eden 5. ana Çağ (ki bu Atlantis sonrası 7 uygarlık dönemini içerir) başladı. MÖ. 747 ile MS 1413 arasında (2160 yıl süren), Atlantis sonrası 4. Uygarlık dönemi ‘Yunan ve Roma uygarlığının’ dönemiydi. Bu süre zarfında insanın “düşünce”, “mantık” ve “akıl” gibi entelektüel yetenekleri gelişmiştir. MS. 1413’ten sonra/itibaren, (Rönesans ve Reform olayıyla) Atlantis sonrası 5. uygarlık dönemi başladı. Bu zamandan itibaren, aynı zamanda insanın ‘Bilinç ruhunun’ gelişimi, yani ‘bilinç yeteneğinin gelişimi’ başlamıştır. Şu sırada halen, 2160 yıl sürecek olan ‘Atlantis sonrası 5. Uygarlık döneminin’ içinde bulunmaktayız. Bu 5. Dönemin diğer adı da ‘Bilgi ve kültür dönemidir’.

(15) 7 Elohim’den biri olan Tanrı Yahweh, İncil’de sözü edilen ‘Pleroma’nın (“Tanrı’nın Doluluğunun’)” bir parçasıydı ve “İsrailoğullarının/Yahudilerin Tanrısı” olduğu süre boyunca her türlü tinsel iş ve oluşumda Kristus ile birlikte hareket ediyordu.

(16) Valentine Tomberg (1900 – 1973), Rudolf Steiner’den ardılı olarak gelen ve yıllar boyunca antroposofik bilgelik kapsamında birçok konferans veren bir başka önemli Antroposofi öğretmeni ve bir inisiyedir. Derslerinde ve eserlerinde Kristus, Kristus’un İkinci Gelişi ve “İlahi/Kutsal Sofia” (Sofya) hakkında değerli bilgiler vererek antroposofik bilgeliğe büyük katkılarda bulunmuştur.

(17) Antroposofik bilgilere göre, Exusiai’ler, her türlü fiziksel formu (bitki, hayvan ve insan formları) yaratmakla görevli olan Form tinleridir ve ‘Yedi Elohim’ de bu tanrısal Hiyerarşinin katmanındandır. Tanrısal Hiyerarşinin Varlıklarının bu Yunanca isimleri, bir Hristiyan teolog ve filozof olan Areopagite Dionysius tarafından açıklanmıştır.

(18) Tevrat’ta ‘Elohimler’ adlı tinsel-tanrısal Varlıklardan söz edilir. (Antroposofia bu Elohim’lerden 7 tane olduğunu belirtir).

(19) Mevlânâ’nın ‘ümit’ kelimesini Kristus ile özdeşleştirerek kullanması, İncil’de ‘Aziz Pavlus’un Romalılara Mektubu’, Bölüm 15: 13’te beyan ettiği sözlerden esinlenmiş olabileceğini gösterir: “Ümit kaynağı olan Tanrı, Kutsal Ruhun [Kutsal Tin’in] gücüyle ümitle dolup taşmanız için iman yaşamında sizi tam bir sevinç ve esenlikle doldursun.” Ayrıca, İncil’in ‘Elçilerin İşleri’ Bölümünde, Timoteyus’a yazdığı Birinci Mektubunda, Böl. 1: 1, Aziz Pavlus şöyle demişti: “Kurtarıcımız Tanrı’nın ve ümidimiz Mesih İsa’nın [Kristus İsa’nın] buyruğuyla…”

(20) İsa Kristus’un fiziksel dünyaya dair ‘kozmik görevinin ne olduğu’, ‘Ölümden sonra Dirilişi’ ve daha sonra ‘Göğe Yükselişi’ ile (insanlığın kurtuluşu için) neleri başardığına dair daha öte bilgiler Antroposofia bilgeliğinin açıklamalarında ayrıntılı olarak bulunabilir.

(21) “Güneş Küresi” terimi, Güneş’in “tinsel-tanrısal niteliğini” ifade etmektedir.

 (22) Nefs – Dokuzuncu dip notta insanın Duyum ruhu (nefs) hakkında bir açıklama yapılmıştı, ancak, 22. dip not ile bağlantılı beyitte ele alınan konuların daha iyi anlaşılabilmesi için biraz daha ayrıntı gerekiyor…  Antroposofik bilgeliğe göre, Dünyevi arzu, hırs ve ihtiraslar insan ruhunun daha düşük unsuru olan ‘Duyum ruhunda’ (nefs’de) yer aldığı, ayrıca ruhta (insanın astral bedeninde) ruhun daha yüksek bir unsuru olan ‘Entelektüel ruh’un (‘Anlak ruhu’ – ‘Akıl ruhu’) da bulunduğu belirtilmişti. Ancak Ruhun (insanın astral bedeninin) üçüncü ve en yüksek öğesi olan “Bilinç ruhu” insanda henüz gelişmemiş, yani potansiyel bir halde bulunmaktadır. Ruhun bu öğesinin gelişmesi için insanın düşüncelerinin tinsellik kazanması, yani tinsel-tanrısal hakikatleri ruhunda mutlaka özümsemesi/içselleştirmesi gerekmektedir. Bilinç ruhunun gelişmesi insanın tanrısal Âlemin değerlerine göre (Onların nezdinde) daha gerçek bir varlık olarak algılanmasını sağlar. Her birey bu sorumluluğunu yüklenmek ve de bu yönde bizzat kendisi gayret göstermek konumundadır.

Göksel Akarsu