Masalları sever misiniz? Ya efsaneleri? Yazılı tarihten çok daha eskilere değin anlatılan o eşsiz hikayeleri… Dünyanın dört bir yanından günümüze ulaşan bu söylencelerin çoğunun, belki de hepsinin ardında yaşanmışlıklar olduğunu düşünürüz birçok zaman. İlgilenip biraz daha araştıranlar farketmişlerdir, dünyanın birbirine en uzak köşelerine ait efsanelerde bile birçok ortak nokta vardır…

Örneğin tufan efsanesine sahip olmayan kültür neredeyse yok gibi… Ya da Mısır ve Aztek efsanelerindeki tanrı ve tanrıça tasvirleri (özellikle de atmaca kafalı tanrıça) o kadar benzer ki… Lafı çok fazla uzatmadan size bir masal anlatmak istiyorum… Ve yorumu size bırakıyorum…

Çok eski zamanlarda iki uygarlık varmış. Bunlar sonu gelmeyen bir savaşı başlatıp insanlığın felaketine yol açmışlar… Anladığınız gibi Mu ve Atlantis’ten bahsediyorum. Ama birçoklarının bilmediği, Mu ve Atlantis’ten çok daha öncesine dayanan bir uygarlığın öyküsünü anlatmak istiyorum sizlere… İnsanın ve doğanın gücüne dayanan bir uygarlık… Buna Altın Çağ veya isterseniz Cennet de diyebilirsiniz…

O zamanlar insanlar varlıklarının ruhsal temeline bugünkinden çok daha yakındılar. Bugün “doğaüstü güç” olarak bilinen ve üzerinde çalışmalar yapılan güçler, o zamanlar normaldi… Ruhsal değerlerden kaynaklanan iyiliklerle doluydu… Buna evrensel vicdan da diyebiliriz… Tıpkı hava, toprak, çiçekler, hayvanlar veya kayalar gibi doğal bir kaynaktı. O çağdan tüm uluslarin efsanelerinde söz edilir. İncil’de “yeryüzü cenneti” olarak adlandırılır. Antik Yunanlar için, nehirlerinde süt ve balın aktığı bir Altın Çağ’dı…Budistler içinse bir milyon yıl önce başlamış olan Krita Yuga Çağı’ydı!!

Çeşitli uluslarin efsanelerinde bu çağın adı geçer. Siz de bilirsiniz ki böyle yaygın efsanelerin ardında bir gerçek yatar. Bu uygarlığın yok olmasina neden olan gerilemenin ilk başlangıcı yazının bulunması ile olmuştur. Birbirlerinin ruhunu okuyabilen ve eşyanın doğasını tanıyan insanlar için yazı ne işe yarardı ki? Yazının kullanılması insanları zihinsel tembelliğe itti. İlk zamanlarda sembollerle yetiniyorlardı… Böylece bir tek işaretle tüm duygularını, söylemek istediklerini ifade edebiliyorlardı… Zamanla eski güçleri sağlayan organların körelmesiyle, bu tür iletişim yeterli olmamaya başladı ve bugün dünyanin birçok ülkesinde kullanılan fonetik yazı ortaya çıktı. Sonra geçmişteki uygarlıklar belli bir gelişimden geçip bizimkine benzediler. Sadece sayılı kişiler ilk çağlardaki cennetin anısını ve güçlerini korumayi başardılar. Bir çeşit kilisede birleştiler ve liderlerine de “DÜNYANIN KRALI” adını verdiler. Dünyanın her yerinde dini merkezleri mevcuttu, hatta Atlantis ve Mu’da bile… Bu dine değişik isimler verildi. Örneğin adını büyük bir merkezin bulundugu yerden alan TULA, veya PARADESHA… Bu da adını bulunduğu yerden alır ve cennet (paradise) kelimesi bundan doğmuştur. Başlangıçta heyecanla kucaklanan bu merkezler daha sonra kötü gözle bakılır oldular. Bazı yerlerde baskı altına bile alındılar. MANVATARA’nın yani yaşadığımız çağın son dönemi yaklaşıyordu… KALİ YUGA… Başka deyişle “kıyamet zamanı”…

Kali Yuga’nın yaklaşması korkunç bir felaketle kendini göstermişti… Bizim takvimimize göre M.Ö. 8512’de Atlantis ve Mu’nun yok olmasıydı bu felaket… Fakat bu büyük felaketten sonra bile Paradesha Geleneği korundu. Tıpkı ağaçların gövdesi gibi örgütlendiler. Birçok küçük merkez daha büyük bir merkeze bağlıydı. Bu büyük merkezler asırlar sonra dünyanın dini başkentleri olacaklardı. Kudüs, Roma, Girit, Menfis gibi… Bazıları da (örneğin Tibet’te) küçük manastırlar olarak görevlerini sürdürecekti… Rahiplerinin adlarına kökü o ilk medeniyete dayanan din kitaplarında rastlanılabilir. Örneğin İncil’de Hz. Ibrahim’in karşısına çıkarak ona gücünü söyleyen Melkitsedek bunlardan biridir. Bütün bu kişiler ve bu merkezler ilk uygarlıktaki merkeze bağlıdırlar: AGARTHI’ye… Efsanevi Agarthi ve başkenti Shamballa… Bu şehrin sadece bir efsaneden ibaret olmadığına inanıp hayatını onu arayarak geçiren araştırmacılar olmuştur… Polonyalı yazar Ferdinand Ossendowski “Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar” adlı eserinde Agarthi’den söz eder… Ya da 19. yüzyılda yaşamış İsveç’li gezgin Swen Hedin “Asya’nın Göbeğinde” adlı kitabında Shamballa’yı tarif eder. Ancak, ikisi de büyük araştırmacılar olmalarına rağmen Agarthi’yi inanarak aramıyorlardı ve bu yüzden ne Agarthi’nin bulunduğu mağarayı, ne de içinde yaşayan bilge kişileri görebildiler… Ayrıca Dünya Kralı’nın sadık hizmetkarlarına da rastlamadilar: Tanrı ile konuşma gücüne sahip BRAHMA, insanların geleceğini görebilen MAHATMA, olayların gerçekleşmesini sağlayan MAHANGA…

Sözü uzatmadan hikayenin devamına döneyim… Yani 19. yüzyıla… Kader Kitabı Akaschi’de yazdığına göre yakinda kötülük canlanıp dünyada kol gezecekti… Tüm Agarthi merkezleri onun ortaya çıkışını gösteren işareti bekliyorlardı… Bu işaret ters çevrilmiş haç ve ejderha idi… Aylar ve aylar boyunca Agarthi’li kardeşler gökyüzündeki belli bir bölgeyi taradılar. Sonunda işaret 1889’da birkaç İtalyan rahip tarafindan görüldü. Veriler hemen incelendi. Herşey Akaschi’de yazılana uyuyordu… Haber derhal Shamballa’ya ulaştırıldı… Alarm verilmişti.. (Agarthi sadece ruhsal değil, teknolojik olarak da tüm dünyadan çok ama çok ilerideydi… Bu cihazlar bir zamanlar Templier sövalyelerinin hayatina mal olmuştu… Şeytanla işbirliği yapmakla suçlanarak yakıldılar.. Neyse..) Böylece gelecekteki kara büyücünün doğuşu onaylanmış oldu… 1889’da bir geceyarısı doğan bu adamın adı SHINKEL GRUBER’di… Ama daha sonra Adolf Hitler adıyla ün yapti…

Hitler’in tarihteki suçları herkesçe malum… Dünyayı korkunç bir savaşa sürüklediği ve altı milyon yahudiyi yokettiği biliniyor… Ama bu korkunç suçlar dahi onun son projesinin yanında hiç kalır.. Bu proje gizli bir “sol el” krallığı kurmaktı… Agarthi’yi temsil eden sağ elle karşılaştırılınca “sol el” de kötülüğü temsil etmektedir. Eğer proje gerçekleşseydi bütün dengeler bozulacak ve “SON” biraz daha yaklaşacaktı…

Gizli güçlere eğilim Hitler’de gençlik yıllarında başlar… 1904’lerde… Richard Wagner’in müziğine büyük bir hayranlık besliyordu… Özellikle de Parsifal’e… Bu bir rastlanti değildi!!! Parsifal Ari Irk’ı kutluyordu!!! Hitler kısa sürede Wagner’in ilham kaynağını keşfetti… Bu, Ortaçağ şairlerinden Wolfran Von Essenbach’tı ve ünlü Parsifal’in yazarıydı… Geleceğin diktatörünün hayallerini düello ve savaş sahneleri süslüyordu… Şiirin karmaşık özünü Hitler kendine göre yorumladı. Özellikle şiirin kahramanlarından Klingstor onu belirgin bir şekilde etkiledi. Hitler’e göre bu adam, eskiden Kapua’da yaşamış tiran Landolfo 2’den başkası değildi. Landolfo 2 güç kazanabilmek için kara büyüye sığınmış ve 875’te afaroz edilmişti. Hitler kendisini bu tirana çok benzetiyordu… Nitekim her ikisi de aynı fiziksel özelliklere sahiptiler…

O sırada Almanya’da gizli bir dernek kuruldu. Kurucusu GUIDO VON LIST’ti ve ilginç bir sembolü vardı. Adını Sanskritçe’den alan Svastika isimli bu sembol güneşin ve ışığın sembolünü temsil ediyordu. 1920’de Nasyonel Sosyalist Parti kurulunca Hitler kendisini kolayca tanımlayacak bir sembol istedi. Bunun üzerine Fredrich Krohn ona Svastika’yi önerdi. Ama Hitler, güneşin ve ışığın sembolü olan Svastika’nin ayna görüntüsünü tercih etti ve ortaya hepimizin bildiği, üst kolu sağa bakan gamalı haç çıktı.

Diktatör kısa süre sonra evrenin doğumuyla ilgili teorilerle ilgilenmeye başladı ve çevresini karanlık güçlere sahip büyücüler sardı… Aynen Akaschi’de yazdığı gibi… Hitler çok güçlü bir büyücü olmuştu ve eğer Agarthi olmasaydı daha da güçlenecekti…

Hitler, pozitif güçlerin ona karşı çıkacağını biliyordu… Bu yüzden gizli güçlerle uğraşan ve kendisinden olmayanların yok edilmesini emretmişti… Ayrıca Kral Arthur’un kılıcı gibi “sihirli” kabul edilen bazı eşyaları bulmak için sayısız arkeolojik kazılar düzenledi. Hatta mitolojik “yasa sandığı” bile arandı… Bazı kaşifler gizlice Tibet’e, Gobi Çölü’ne, Seylan’a gönderildi… Ve inanca göre Shamballa’nın bulunabileceği bu yerler tarandı…

Bundan bir yıl kadar önce ya Discovery Channel’da, ya da TRT 2’de seyrettiğim bir belgeselde Hitler’in Tibet yolculuğunda çekilmiş orjinal siyah beyaz filmler yayınlanmıştı… Ve bir de Almanya’da büyük bir caddede yapılan bir geçit töreni… Hitler bir çeşit taht üzerinde kortejin önünde ilerliyordu ve her yer çok değişik sembollerle doluydu… Törende dinsel bir kutlama havası vardı ama olayın hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi yoktu…

Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim: Tüm bu hikayelerin ardında elbette ki gerçek payı var, ama boşluklar da muhtemelen zaman içinde kulaktan dolma bilgilerle doldurulmuş.. Ama ne önemi var? “Gerçek” dediğiniz nedir ki zaten? Uzun lafın kısası, gökten üç elma düşmüş… Biri benim başıma… İkincisi sizin, üçüncüsüyse Martin Mystere’in…

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.