Kant felsefesine “Kant Kritismi” denir. Buradaki “kritik” sözcüğü “duyarlı, zor durum, her an tersine dönebilir” değil, “inceleme, gözden geçirme ve eleştirme” anlamına gelmektedir.

Kant felsefesinin bu adı alması, onun felsefesinin bu nitelikle anılması, hiç de rastlantısal değildir; çünkü gerçekten de bir inceleme ve eleştiriye dayanmaktadır.

Onun incelediği şey varlık, bilgi ve us; eleştirdiği şey de usçuluk ve deneyciliktir.

Onun iki dönemi vardir. Birincisine “elestiri öncesi dönem”, ikincisine ise “elestiri dönemi” denir. Onun felsefî agirligi bu ikinci dönemin ürünlerinden gelir. O, bu dönemde, çagdaslari olan Descartes, Chiristian Wolf, Leibniz, Locke ve David Hume ile varlik, bilgi, hakikat ve metafizik konularinda hesaplasmak zorunda kalmistir.

Descartes, Wolf ve Leibniz birer rasyonalisttiler. Bilginin kaynagini ve dogrulugunun ölçüsünü us olarak görüyorlardi. Onlara göre us dogru, güvenilir, saglam, genel geçer ve zorunlu bilgilere (hakikate) sahip olarak bu dünyaya geliyordu. Varlik (evren) ise “gerçek ve görünüs” olarak ikiye ayriliyordu. Aristoteles’in geleneksel metafizigine bagliydilar.

Bunlarin karsisinda Locke ve Hume vardi. Onlar ise varligi duyumladiklarimizla sinirliyor, monist (tekçi) bir evreni savunuyor ve bilginin kaynagi olarak da deneyi gösteriyorlardi. Görünüsün ardinda bir gerçeklik aramiyor, duyulur olana uygun önermelere “dogru” diyor ve bu “dogru” kavramiyla yetiniyorlardi. Metafizigi de toptan reddediyorlardi.

Bunlarin ikisinin de ortak yani “dogmatik” olmalariydi. Yani çikis noktalarini temellendirmiyor, açiklamiyor, orada bir ön kabule dayaniyorlardi. “Niçin akil? Niçin deney?” diye soruldugunda yanit, “E öyle!” idi!

Ancak Hume’un durumu özeldi. Hume her ne kadar felsefe tarihinde yerini “deneyciler” bölümünde almis olsa da Locke gibi deneyciligi sonuna kadar savunan biri degildir. Çabucak kuskuya yönelir. Ona göre gerçeklige iliskin bütün kavramlarimiz deneyden çikmistir. Örnegin, Tanri bile deneylerin ürünü bir kavramdir ve o insandaki niteliklerin abartilmasiyla yine insan zihni tarafindan olusturulan zihinsel, kavramsal bir varliktir. Duyulur bir varlik, deneylenir bir varlik degildir.

Öbür taraftan deneyse, bir kerelik bir olguyu dile getirir. Deneylerle, tek tek olgularla iliski kurar (onlari deneyler) sonra da bunlari kavramlastirir ve önermelestiririz. Sonra da bu önermelerden genellemeler yapariz. Degismez neden sonuç iliskisi olarak bilinen doga yasalari, bu genellemelerin en tipikleridir. Formüllestirilerek de yazilmis olsa, bir doga yasasi, büyük bir genellemeyi gösterir. Ama Hume’a göre, bu genellemeler pek de güvenilir degildir. Onu öncelikle bu genellemeler huylandirmaktadir. 10 kez ayni olan bir seyin 11. kez de ayni olabilecegine kimse güvence veremez. Bu yüzden asiri birer genelleme olan doga yasalari (daha dogrusu doga yasasi olarak ifade edilen önerme) hiç de zorunluluk içermez. O yüzden kuskulanilmasi gereken bilgilerdir bunlar.

Aslinda dogada tek tek nesneler ve olgular arasinda zihnimizin var saydigi baglar, görsel olarak yokturlar. Dogada gözlenebilir bir neden, gözlenebilir bir sonuç yoktur. Bu ikisi arasindaki bagi da kimse görmemistir. Neden sonuç iliskisi ya da bagi dedigimiz sey, zaman içinde bir art ardaliktir. Yani aliskanliktir. Bu durumda doga bilimleri aliskanliga dayanir.

Iste böyle, güvenilir bilgiyi duyu ve deneyde arayarak yola çikan Hume, sonunda amansiz bir kuskucu olur çikar. Yine de pratikte durumu idare etmekten yanadir. Bu yüzden bilgi için deneyin zorunlu oldugunu ama nedensellik yerine “olasiligin” geçirilmesi gerektigini söyler. Ne ki açtigi delik büyüktür. Üstelik bu delik falan degil, bilimi çökertmedir. Nedenselligi, zaman içindeki art ardaliktan kalkarak aliskanliga dayamak, doga yasasini yok saymak demektir. Doga yasasini yok saymak demek, fizigi ve giderek tüm doga bilimlerini yok saymak demektir. Kant bu durumdan rahatsiz olur. Ona göre bilim vardir. Bilimin yikilmasina izin vermemelidir. Dogada göremiyoruz diye nedenselligi yok saymak gerekmez. Duyumlayamadigimiz ama düsünce yoluyla varligini kabul edebilecegimiz seyler yok mudur?

IKI VARLIK

Kant Bu soruya yanit olarak 1770 yilinda kendisini profesörlüge yükselten bir yazi yazdi. Yazinin basligi : “Duyulur ve Düsünülür Dünyalarin Formlari ve Ilkeleri” idi. Bu onun elestiri dönemine geçisiydi ve temele duyulara dayali bilgi ile usa dayali bilgilerin ayirimini aliyordu. Böyle bir ayirim dogal olarak iki çesit varlik alanini da beraberinde getiriyordu. Bu iki çesit varlik anlayisinda Descartes’la paralellik kurar. En azindan ikisi de düalist (ikici)’dir.

Bir yanda fenomenler yani görülür, duyumlanir olgular, tekler vardi. Buna duyulur dünya anlaminda “fenomen dünyasi” diyordu. Fenomenal dünya, uzay ve zaman içindeydi. Duyularimizla ona ulasabiliyorduk. Degisen bir dünya idi bu. Bildigimiz doga idi. Nesnelerle nesneler arasindaki iliskiler ve bu iliskilerin yasalarindan ibaretti. Nedensellikle çalisan bir makineydi. Burada Descartes’a katilir. Ama dogada ayrica bir de organik alan vardi ki, amaçliligi tasimasiyla, fizik-mekanik evrenden biraz farkli bir yapi göstermekteydi. Organizma belli ki, makineden daha fazla bir seydi.

Öbür yanda da “noumenonlar dünyasi” vardi. Bu dünya, fenomen dünyasindan çok farkliydi. Bu dünya “idelerden” olusmaktaydi. Bu ideler kavram degildiler. Onlar da kavramlar gibi zaman ve uzay disiydi ve degismiyorlardi ama yine de Plâtonun idea cinsinden varliklar degildiler. Bunlara Kant, “kendinde seyler” der. “Kendinde seylerin” duyumsal verileri eksiktir. Bu yüzden onlara usla, düsünce ile ulasilabilir ama onlarin neligi us tarafindan kavranamaz! Numen, özü geregi bilinemez. Bütün numen için geçerli olan, bilinme degil düsünülebilir olmadir.

IKI BILGI

Bu iki dünya için farkli iki gerçeklik, dolayisiyla da farkli iki bilgi söz konusudur. Farkli iki bilgi, farkli iki önerme türü demektir. Fenomen dünyasi, duyu organlari ve usun birlikte çalismasiyla, ancak biçim ve iliskiler yönüyle de olsa, iyi kötü kavranmakta ve bilinmektedir. Ama numen dünyasi, o metafizik evren için duyular geçerli olmadigi gibi, usun duyulur dünyayi bilgiye dönüstüren malzeme ve yetenegi de geçerli olamamakta ve us ancak düsünülür olan bu evreni güvenilir, saglam ve zorunlu önermelere (bilgilere) dönüstürememektedir. Bu durumda Kant usun farkli bir yetenegine yönelmekte, numen bilgisini o yetenege dayandirmaktadir. Bunu Kant’in metafizigini incelerken ele alacagimiz için burada ayrintiya girmeyecegiz. O yüzden simdi burada, önce Kant’in fenomen dünyasinin (duyulur dünyanin) bilgisini nasil temellendirdigini, bu temellendirmeye bagli kalarak bilgiyi nasil tanimladigini, bilginin kaynagini, olusumunu, kaç tür bilgi oldugunu, bilginin sinirlari hakkindaki düsüncelerini görecegiz.

Kant Bilgiye yöneldiginde, karsisinda iki temel tez bulur : usçuluk ve deneycilik. Bilgi ile ilgili bu iki görüsü de siki bir incelemeye alir. “Kritisizm”, bilgi ve us üzerine yaptigi inceleme ve bu inceleme sirasinda usçuluga ve deneycilige yönelttigi elestirinin adidir. O yüzden onun felsefesine “Kritisizm” denir.

Kant’a göre bilgi tek basina bir nesne ya da o nesnenin duyumu degildir. Tek basina, o nesne ya da olgunun sembolü de degildir. Bilgi tek basina bir kavram da degildir. “Cisimler isiyla genlesir.” dedigimizde, üç kavramin birlesiminden olusan bir önerme ortaya çikar. Bu durumu göz önüne alan Kant bilgiyi söyle tanimlar : Bilgi, içi deneyle doldurulmus kavramlari belli ilkelerle birlestiren bir önermedir. Buna göre, bilgiyi incelemek, önermeleri incelemek; önermeleri incelemek ise, usu incelemek demektir.

Kant’a göre bilginin iki kaynagi vardir : Deney ve us.

Bilginin nasil olustuguna gelince, o deneyle usun birlikte etkinliginden olusur. Bu “birlikte etkinligi” anlamak için, önce Kant’in gözüyle usu tanimak gerekir.

Kant’a göre us, kavramlari belli ilkelere bagli kalarak birlestirme yetisidir. Insanla birlikte dünyaya gelirken, beraberinde birçok nitelik ve malzeme getirir. Yani Locke’un dedigi gibi “Tabula rasa” yani “bos bir kâgit” olarak gelmez. Beraberinde, düsünme yetenegini, bilgi yapma yetenegini, askinlik yetenegini, inanma ve anlama yetenegini, ideleri ve hepsinden önemlisi “kategorileri” getirir.

KATEGORILER :

Kant’a göre kategoriler, “önerme biçimleri”dir. Bunlar dogusla getirilirler. Deneyden türemezler. Herkeste aynidir. Bilgiden önce gelen bilgi düzenleyicileridir. Burada anlasilmasi gereken, kategorilerin bilgi olmadiklari, bir baska deyisle önerme olmadiklari, sadece “önerme biçimi” olduklaridir. Bilgi, duyu verilerinin bu kategorilerce islenmesinden sonra ortaya konan önermedir. Kant, bilginin olusumunda, ikisinin de önemini anlatmak için, “Kategorisiz duyumlar bos; duyumsuz kategoriler ise kördür!” der.

Kant’a göre, duyu verilerini kaliplayarak isleyen ve onlari bilgi haline getiren 12 kategori yani önerme biçimi vardir. Kant bunlardan onunu Aristoteles’ten almistir. Bu yargi biçimleri sunlardir:

1-Evrensellik : “Bütün insanlar ölümlüdür.” gibi.

2-Tikellik : “Bazi insanlar mavi gözlüdür.” gibi

3-Tekillik : “Ali mavi gözlüdür. ” gibi.

4-Olumluluk : “Insan ölümlüdür.” gibi

5-Olumsuzluk (Negasyon) : “Insan ölümlü degildir.” gibi.

6-Sinirlilik : “Ruh ölümsüzdür.”, “Insan ölümlüdür.” gibi. (Kant ona “yalanci pencere” der).

7-Kategoriklik : Bunlar, deneyden gelmemis, temellendirilemeyen ama öyle oldugu kabul edilen önermelerdir. “Tanri âdildir.” gibi.

8-Hipotetiklik (kosulluluk) : “Tanri adilse, kötüleri sevmez.”gibi.

9-Disjunktiflik (seçmelilik : “veya”li, “ya da”li önerme biçimi) : “Ben veya sen, ne fark eder?” gibi.

10-Problematik (sorunsallik-olasilik belirten önerme biçimi) : Öbür gezegenlerde belki yasam vardir.” gibi.

11-Assertorik (savlayici önerme) : “Dünya yuvarlaktir.” gibi.

12-Apodiktik (zorunluluk) : “Insan ölümlüdür.”, “her nesne yer kaplar.” gibi.

Kant, bu 12 kategoriyi dört ana baslikta toplar. Bu dört ana kategoriden dört prensip çikarir. Bu prensipler (ilkeler) de yine apriori yani “önsel” niteliklidirler. Duyu ve deneyden önce vardir ve duyu verilerini düzenleyip, sinirlayarak biçimlendirirler. Sözü edilen dört prensip sunlardir :

1-Zamanda ve mekânda bize verilen her sey, bir nicelik yani yer kaplama ve belli bir süredir.

2-Her fenomenin belli bir içerigi ve siddeti vardir.

3-Bütün fenomenler nedensellikle birbirine baglidirlar.

4-Mekânin ve zamanin yasalarina uyan her fenomen mümkün, yoklugu bu yasalarin kaldirilmasini gerekli kilan her fenomen ise zorunludur.

Bu kategoriler ve prensipler insana (usa) disaridan verilmez. Bunlar deneyle (sonradan) olusmazlar. Aposteriori (sonran deneyle olusan) degil aprioridirler. Bunlar olgu dünyasinda bulunmaz. Us onlari fenomen dünyasina yansitir. Onun için Kant, “zihin kendi yasalarini evrene dikte eder” der.

BİLGI NASIL OLUSUR?

Daha önce belirttigimiz gibi, Kant’a göre bilgi, deneyle usun birlikte etkinliginden olusur. Yani baslangiç olarak bir nesne vardir. Bu nesne “duyumlanir”. Bu duyumlamaya “deney” denir. “Deney”, dis dünyanin ya da nesnenin, duyarlik tarafindan alinip bilgiye dönüstürülmesi için usun düsünen kismina (kuramsal usa) iletilinceye kadar olan süreçtir. Kisaca duyumlamadir. Kant buna “sezgi” de der. Aslinda sezgi de duyumlama da nesne ile bir iliskiyi, bu iliski içinde nesnenin “ayirt edilmesini” ifade eder. Sonuçta düsünmedigi zamanlardaki durumuyla bilincin nesne ile bir iliskisi söz konusudur. Sezgi iste bu iliskidir. O, duyarligin sagladigi bir bilgi türüdür.

Deney asamasinda nesne ile iliski kuran, Kant’in “Saf Us” dedigi, usun düsünen, yani degil, Kant’in “duyarlik” dedigi, zihnin baska bir yanidir. O da dogusla birlikte getirilir. Kant ona “sezgili us” da der. O, zihnin dis dünya deneyimi yapan kismidir. Kisaca Kant zihnin deney yapan kismina “duyarlik”, zihnin düsünen, soyutlayan, kavramlastiran ve önermeler olusturarak nesneyi bilgilestiren kismina da “saf us” ya da “kuramsal us” der.

12 kategoriden ikisi, bu duyarlikta bulunur. Bu kategoriler “uzay” ve “zaman”dir. Bütün dis dünya deneyleri bu iki çerçeve içinde yapilir. Burada ilginç olan, Kant’in uzay (mekân) ve zamani birer varlik türü degil de kategori olarak ele almasidir. Onlar, kendilerini duyumlayabilecegimiz nesnel-duyulur bir sey degil, kendileriyle dis dünya deneyi yaptigimiz çerçeveler, düzenleyici ve biçimlendiricilerdirler. Uzaylar ve zamanlar diye bir sey yoktur. Onlar bir tanedir, herkestedir ve özneldir. Bütün dis algilarin temelinde bu iki kategori vardir.

Duyarliga dönelim : O, dogru bilgiyi üretmekle yükümlü olan kuramsal usa (düsünen usa) bir dizi duyumlar halinde ham madde saglar. Bu hammadde yani bilginin ana malzemesi, “duyarlik” tarafindan alinip, islenerek bilgiye dönüstürmesi için kuramsal usa (düsünen usa) verilir. Kuramsal usun yaptigi sey, duyarlikça verilen malzemeyi islemektir. Usun “duyarliktan” geçerek gelen duyu malzemelerini islemesi demek ya bunlari sembollestirmesi ve bu semboller arasinda birtakim baglantilar kurmasi ya da bu duyu malzemeleri üzerinde düsünmesi demektir. Böylece us, deneyden geleni, önce sembollestirir ya da adlandirir, sonra kavramlar yapar. Daha sonra bu kavramalari önerme halinde ifade eder. Iste bilgi, süje ile objenin kurdugu iliskiyi dile getiren bu önermedir.

Kant’a göre dört tür önerme vardir :

Analitik önermeler : “Bazi insanlar mavi gözlüdür.” önermesinde oldugu gibi, bunlar özneyi parçalayip açarak, içindeki ögelerden birinin açiga çikarildigi önermelerdir. Bunlara “apriori önerme” der. Deneye dayanmazlar, yeni bir sey söylemezler. Dogal olarak öyledirler ve kesin, zorunlu bir bilgiyi ifade ederler. Apriori olmalarinin ya da Kant’in onlara bu adi vermesinin nedeni kesin, zorunlu, genel geçer ve önsel yani deneyden önce var olmalari, deneye dayanmamalaridir.

Sentetik önermeler : Bunlar “Bu ögrenci çaliskandir.” önermesinde oldugu gibi, özneye bir seylerin eklendigi, birlestirildigi, sentezlendigi önermelerdir. Bu önermeler yeni bir sey söyler. Deneye dayanir. Deney verilerine göre degisebilir. Bunlara “deneyden sonra” anlaminda “aposteriori önermeler” der. Zorunlu degildirler.

Sentetik apriori önermeler : Bunlar deneyi içine alabilen zorunlu ve kesin önermelerdir. Kant’a göre bilim bu tür önermelerle olusur. Matematik ve fizik bu önermelerden olusur. “Üç leblebiye bir leblebi eklenince dört leblebi olur!” önermesi bir matematik önermesidir. Kesindir, zorunludur, degismez. Deneyi de deney disi bir formu da içinde bulundururlar. 3+1=4 bu önermenin formel (biçimsel) halidir. Bir fizik yasayi ifade eden önermede böyledir. Örnegin : “Suya batirilan her cisim, hacminin tasirdigi suyun agirligi kadar kendi agirligindan kaybeder.” diyen bir fizik önermesi de hem deneyi hem bir formu içerir.

Salt önermeler : Kant bir de “Salt önerme”den söz eder. Bunlar deneyden geliyormus gibi görünmelerine karsin deneyden önce yani aprioridirler. Ama deneyden yine de ayri, deneye ilgisiz degildirler. Bunlar kategorileri dogrudan dile getiren önermelerdir. Deneyi düzenleme görevleri vardir. Örnegin, “Her seyin bir nedeni vardir.” önermesi böyledir. Deneyden gelmez ama deneye yöneliktir. Çok genis bir olgu alanini nedensellikle sinirlayip biçimlendirerek (düzenleyerek) kavramamizi ve açiklamamizi saglar.

Örnegin, “Tüm olgular, uzayda ve zamanda yer alirlar.” diyen bir önerme de salt yargi türüdür. “Her olay, bir devinimdir.”, “her olgunun bir nitel bir de nicel yönü vardir.” vb. önermeler böyle saltik yargilardir. Bunlar dedigimiz gibi deneyden gelmezler ama deneyi, deneyin bize bildirdiklerini sinirlayip düzenler. Bunlar deney dünyasini düzenli bir bütün haline getirirler. Bunlarla fenomenlerin (olgusal dünyanin) sekilsiz çoklugu sekli ve birligi olan düzenli ve anlamli yapilar haline gelirler. Bunlar olmasaydi, doga yasalari da olamazlardi.

Simdi, bu dört tür önerme, dört tür bilgi demektir. Sentetik önermeler deneyden gelir. Onun için bunlara sonradan anlaminda “aposteriori” önermeler der. Örnegin, “Yagmur yagiyor.” önermesi böyledir. Bu tür bilgiler degisebilirler ve güvenilemezler. Bunlarla doga bilimi yapilamaz. Doga bilimlerinin yapilabilecegi önermeler, “sentetik apriori” önermelerdir. Bu önermelerde duyu verileri, ustan gelen apriori kaliplarla düzenlenir. Bu apriori kaliplar, genel geçer, zorunlu ve kesin duyu-deney-doga bilgisini saglarlar.

Görüldügü gibi Kant’a göre de bilgimiz deneyle baslar ama yalnizca deneyden dogmaz. Deneyin verileri usun tezgâhindan geçmek zorundadir. Bu, “bilginin kaynagi” konusunda Kant’in rasyonalizm ve empirizmi uzlastirmasidir. Öbür taraftar Kant, bilginin olusumunu, gösterdikten sonra kaç tür bilgi oldugunu da açiklar. Aslinda onu ilgilendiren, adi geçen dört tür önerme ya da dört tür bilgi degil, iki tür varlik alani ve bu iki tür varlik alanina iliskin bilgi türleridir. Fenomen dünyasinin bilgi türünü sentetik apriori bilgi türü olarak belirler. Bunlar kesin, genel geçer ve zorunlu doga bilgileridir. Bir adi da “bilimsel bilgi” dir.

Kant, buraya kadar anlattiklariyla, bir yandan bilginin kaynagini, olusumunu, kaç tür bilginin oldugunu açiklamaya çalisirken bir yandan da Hume’a yanit vererek güvenilir doga bilgisinin mümkün oldugunu da göstermektedir. Böylece Newton’un matematik temele dayadigi fizigini kurtarmis olur. Ona göre de Hume’un dedigi gibi zihinden bagimsiz bir dis dünyanin bilinemezligi dogrudur ama bu, hiçbir sey bilemeyiz, doganin genel geçer, güvenilir dogru bilgisine ulasamayiz, demek degildir. Bu arada, nedenselligin dogada olmadigi dogrudur. Amaçliligin ve ilerlemenin de dogada gözlenebilir, duyumlanabilir karsiligi yoktur. Bunlar dogaya ve deneye bakarak temellendirilemezler ama deneyin dünyasini sinirlayip belirleyerek bir düzen içinde kavramamizi saglarlar. Böylece herkeste ayni yapida olan zihin, kendini evrene yansitarak insanlar arasi genel geçer bir dis dünya bilgisini mümkün kilar. Örnegin nedensellikle biz birçok olayin düzenini kurar ve açiklamasini yapariz. Onun zihinde var olmasi, dis dünyayi nedensellikle birlikte algilamamizi gerekli kilar. Bu yüzden, doga bilimlerindeki yasalar, doganin yasalari olarak genel geçer, kesin, zorunlu ve güvenilir bilgilerdir.

Örnegin biz bir baska kategori ile, diyelim ki “amaçlilik kategorisiyle” organik dünyayi kavrariz.

Dogada “ilerleme” diye de bir sey yoktur ama ilerleme ile biz tarihi, “bir amaca dogru devinme” içine alir, tarihi o çerçeve içinde kavrariz. Bu bize tarihte bir anlamlilik ve bütünsellik saglar.

Kant Hume’a yanit verirken, güvenilir, kesin ve zorunlu, genel geçer dis dünya bilgilerimizin oldugunu göstermistir. Bu bilgiler yine de nesnenin neligini-özünü-gerçekligini vermeyen, nesnelerin görünüslerine ve iliskilerine iliskin bir bilgidir. Bu yüzden disimizdaki nesnel dünyanin dogru, genel geçer, zorunlu ve kesin bilgisine ulasmak mümkün ama onun gerçekligine ulasmak mümkün degildir.

Kant’a göre doga bilgilerimizin daha baska özellikleri de vardir. Örnegin; duyarlik esyayi bize zamanda ve mekânda gösteriyorsa, bu onlari kendilerinde olduklari gibi degil, bize göründükleri gibi görmektir. Duyular (duyarlik) pasif degildir. Kendisinden bir sey katmadan usa gereksindigi malzemeyi sunmaz. Nasil bir avuç karda ellerimizin izi kalirsa, onun da usa sundugu malzemede izi, katkisi vardir. Bu yüzden, fenomenin altinda saklanan sir, duyulara sonuna kadar kapalidir. Benim nesne hakkinda bildigim, onunla ilgili duyu ve algimdan öte bir sey degildir. Biz onlari algiladigimiz anda, onlar önce zaman ve mekân kalibina girmislerdir. Bunlar da artik kendisi olarak nesne degil, birer duyu-bilinç fenomeni olurlar. Böylece fenomenin usun ürünü oldugunu anliyoruz. O, bizim disimizda degil, bizde meydana gelir. O sezen usun sinirlari disinda mevcut degildir. O halde hiç abartmasiz, dogaya, kozmosa yasalarini veren ustur diyebiliriz. Us evreni belki yaratmiyordur ama Kant’a göre, insa ettigi kesindir!

Öbür taraftan, Kant’a göre duyulara dayanan dis dünya bilgileri görecelidir de. Bu göreceliligin nedeni, kategorilerdir. Her insanda bunlar sayi ve islev olarak aynidir. Bu yüzden, herkes için genel geçer, zorunlu bilgiler vardir. Su da var ki, bu genel-geçerlik, kategorilerin her insanda ayni sayi ve islevde bulunmasi nedeniyledir. Kant’in bilginin degeri hakkinda getirdigi bu anlayis, fizigi kurtarmakta ama genelde yine de göreceligi asamamaktadir. Onun bu görecelik anlayisi “Kant rölâtivizmi” olarak bilinir. Bu her bilgiyi göreceli sayan sofistlerin görecelik anlayisindan farklidir.

Kant’in bilgi-gerçek kurami ya da ögretisi, sonunda bizi basladigi yere getirir. Yola çikarken sordugu ilk sorulardan biri “usun sinirlari”dir. Usun sinirlari, bilme sinirimiz, bilgi sinirimizdir. Kant’a göre bilgimiz, duyulur olanla sinirlidir. O, “Yalnizca deneyleyebilece- gimiz seyleri bilebiliriz.” diye düsünür. Duyulur üstü dünyaya yani numenona geçildiginde, duyulur dünyaya iliskin bilgi yapici us kategorileri burada çalismaz olur.

Sonuçta Kant, Newton fizigini kurtarmistir. Insana oynayabilecegi genel geçer bir doga bilgisi saglamistir ama, özellikle gerçekligin kavranmasi ve bilginin sinirlari konusunda gelip dayandigi çaresizlik çok içler acisidir. Ona göre, bizler sirlarla dolu bir evrende bir rüyanin rüyasini görmekteyiz. Gerçekte bildigimiz hiçbir sey yoktur. Sezislerimizin, kavramlarimizin, deney disi idelerimizin içine gömülmüsüz, bir seyler hayal ediyoruz. Bildigimizi sandigimiz sey, sadece olgulardir. Bunun disinda kopkoyu bir bilgisizlikle kusatilmisizdir.

Kant’in düsüncelerinde ilgiye deger bir nokta da duyulur varligin deney araciligi ile usu yapmadigi, usun kendi yapi ve ilkelerini dogaya yansittigi görüsüdür. Öteden beri düsüncenin kendini objelere göre ayarladigi düsünülürdü ama Kant zihnin kendi yasalarini dogaya uyguladigini, yansittigini hatta dikte ettigini söyler. Artik nasil düsünmesi gerektigini zihne duyulur olan söylemeyecektir. Nasil olmalari gerektigini nesnelere zihin söyleyecektir!

KANT METAFIZIGI

Gelelim numenonun bilgisine : Numenonun bilgisi demek, duyulur üstünün bilgisi demektir, “ötenin bilgisi” demektir, “metafizik” demektir. Peki bir metafizik mümkün müdür? Usun sinirlari nereye kadardir? Insan usu duyulurun ötesini kavrayabilir mi? “Öteye” iliskin kesin ve zorunlu önermeler mümkün mü? Böylece metafizik bilim olabilir mi?

Kant’a göre, isi dogru bilgi üretmek olan “saf us” ya da “Kuramsal Us”, kendisindeki kategorilerin esliginde sadece duyulur olani dogru, kesin ve zorunlu bilgiye dönüstürme gücüne sahiptir. Ayni us, duyulur üstüne yöneldiginde basarili olamamaktadir. Basarili olamamaktadir ama bu insanin öteyi merak etmesini, öteyi kavrama istegini yok etmemektedir. Deneyden gelsin gelmesin insanda bir “öte” kavrami vardir. Yolun sonunu, filmin sonunu, romanin sonunu hep merak ederiz. Görünüsün ardini, agacin köklerini ve bu köklerin nerelere uzandigini sormadan, düsünmeden ve hiçbir sey yapamazsak, kurmadan edemeyiz.

Gerçekten bir öte var midir? Her ilde görünmeyen bir vali, her ordunun bir görünmeyen komutani, her resmin bir ressami, her tasitin bir sürücüsü, görünmese de her yolun bir sonu vardir. Yoksa bile olmalidir. Sonsuzun bir sonu, sonra da bu sonun bir “sonrasi” olmalidir. Belki de sirf zihinsel bir yapilanma sorunudur bu. Zihin sonlandirarak bütünlestirmek, bütünü bir biçime baglayarak doymak ister. Sonu olmayan bir çizgi rahatsiz edicidir. Buna karsilik daire sonlu, sinirli bir biçim olarak bu yüzden doyurucu ve mükemmeldir. Bu sinirlayip bütünlestirerek doyma istegine karsilik, hemen yani basinda bir de doymama özelligi vardir. Evren üzerinde zihnin böyle bir oyun oynamadigini kestirmek güç. Metafizik de böyle bir oyunun ürünü olabilir.

Tipki Kant’in kategorileri anlatirken gösterdigi gibi, duyumsal olmasa da bir “numen” alani, bir “öte” vardir. Vardir ama öte yandan Kant için, insan bilgisi prensip olarak deneyi asamaz. Numen dünyasindaki kendinde seylerin bilgisine ulasamaz. Ruh ve Tanri ile ilgili duyumlarimiz olmadigi için onlari kavrayamayiz. Bu yüzden, usla öteyi kavradigina inanan Aristoteles’e dayanan eski metafizik, bos bir kuruntudur, mümkün degildir. Onun bütün önermeleri ya kavram çözümlemelerine ya da apriori us yargilarina (kategorik önermelere-yani bir kategoriyi dile getiren önermelere) dayanir. Ve hiç kuskusuz duyulur içerigi olmayan kategoriler bosturlar, anlamsizdirlar, bilgi vermezler. Bu yüzden Kant “Transandantal Diyalektik”te Descartes, Wolf ve Leibniz metafizigini elestirir.

Kant’a göre geleneksel, usçu metafizik, usa ve usun sonuç çikarmalarina dayanir. Oysa saglam bilgi, deney verileri ile us kategorilerinin karsilasmasindan olusur. Burada zihin bir çesit birlestirme islemi uygular. Metafizik zihnin baslatmis oldugu bu birlestirmeyi sonuna kadar götürürse yani mutlak ve sartsiz olana kadar götürürse, olumlu bir sey yapmis olur. Kant’in asil istedigi de budur. Kant “Böyle bir seyi denemek insan usunun yapisi geregidir.” der. Ve metafizigin insanda dogal bir yatkinlik oldugunu söyler. Ona göre bizim bilgi yetimiz öyle yapilmistir ki, bu son sentez denememesine hep girisiriz. Bununla da varligin son sorularini çözebilecegimizi umariz. Ama yine ona göre bu yolda kesin olarak hiçbir sey bulamayiz. Bu yolda karsimiza çikan her sey bos bir kuruntudur. Bu simdiye kadar sadece bir umut olarak gelmistir. Ve us seve seve bu umudun pesinden bu bos kuruntulara düserek Aristoteles’e dayanan usçu metafizigi denemistir. Descartes, Wolf ve Leibniz metafizikleri de ayni umut ve tutumun ürünüdürler.

Insan zihni, yapisi geregi, duyum ve deneyden çok mantiksal yoldan sonuca varma egilimi göstermektedir. Oysa, numen alaninin “kendinde seylerine” zihinsel kategorileri uygularsak, ortaya çikan bilginin geçerliligini temellendiremeyiz bir, bir de zorunlu çelismelerden kurtulamayiz. Kant bu zorunlu çelismelere “antinomi” der Böylece zihin, birtakim antinomilerle karsilasir. Bu, düsünmede yanlis yol tutmak yüzünden olmaz. Yanilmadan kaçinmanin yolu bulunabilir ama sinir ötesi (mümkün deneyin ötesi) söz konusu oldu mu, antinomi kaçinilmaz olur. Ve bu antinomiler bir düsünme yanlisindan dogmadiklari için ortadan kaldirilamazlar. Geleneksel usçu metafizigin dört temel antinomisi sunlardir :

1-Evrenin basi ve sinirliligi : Evrenin basi ve siniri vardir da yoktur da denebilir. Her iki tez de ayni güçte dogrudur.

2-Maddenin bölünürlügü : Maddenin sonsuza kadar bölünebilecegini söyleyen önerme de bölünemeyecegini söyleyen önermede dogrudur.

3-Özgürlük : Evrende bir özgürlügün oldugunu da söyleyebiliriz olmadigini da. Bir rastlantinin oldugunu da olmadigini da söyleyebiliriz. Her iki önerme de dogrudur.

4-Tanri : Evrende bir Tanrinin oldugu da söylenebilir olmadigi da!

Bu zorunlu çelismeler (antinomiler), sonunda bizi ya o bilgilerden ya da ustan kuskuya düsürürler. Kant’in pek ustan kuskuya düsmege niyeti yoktur. O nedenle metafizigin bilgilerine degil, toptan geleneksel metafizige yüklenmeyi yegler. Geleneksel metafizik ona göre sahte bilimdir.

Geleneksel metafizigin en belirgin yanlislarindan biri, deney dünyasi için sorulan sorulari metafizik alanda da sormaga kalkmasidir. Fenomen dünyasinin bilgisine iliskin yapici ilke ve ögeler numene tasinamazlar. Tasinirsa, bir yanilsama olusur. Buna Kant “askin yanilsama” der.

Açikça görüldügü gibi Kant, önce varligi ele almakta ve onu ikiye ayirmaktadir. Sonra duyulur dünyanin bilgisini temellendirmekte, sonra da numen alanina geçmektedir. Numen alanini konusmak, metafizik yapmaktir. Kant burada dogrudan kendi metafizigini kurmaga kalkmaz. Onun kritikçi yani , duyulurun bilgisinde oldugu gibi numen dünyasinda da kendini gösterir. Daima önce bir inceleme sonra da elestiri-hesaplasma gelmekte ve daima bu hesaplasmanin ardindan kendi ögretisini olusturmaktadir. Numen dünyasini ele aldiginda da ayni durum ortaya çikar. Kant, önce kendinden önceki metafizikle hesaplasir. Hatta onu çökertir. Simdi sira kendi metafizigini kurmaya gelmistir. Yani kendi numenini anlatacak, kendi numenini (kendi ötesini) temellendirecek ve bu numenle ilgili bilgi, bilis ve bilimi ortaya koyacaktir.

NUMEN BILGISI YA DA KANT METAFIZIGI

“Metafizik” deyince duyulur üstünün bilinmesini ya da onu bilme çabasini anliyorsak, Kant önce böyle bir bilme istegini yersiz bulmaz. Ona göre metafizik, insan için dogal bir yatkinliktir. Insanin bu “öte” egilimi ister istemez onu metafizik sorulara ve konulara yöneltir. Ancak son sözü yine de rasyonalist metafizige birakmamalidir. Bilim niteliginde bir metafizige varmaga çalismalidir. Bunun yolu sentetik apriori yargilardan geçer. Yerle gögü birlestirmekten geçer. Bundan önceki metafizikler hep gögü (fizik üstünü-duyulur üstünü) incelemekle ve bu incelemede fizige hiç yer vermemekle havada kalmislar ve antinomilere düsmüslerdir.

Ancak metafizik, deneye gelmedigi gibi, kuramsal usun kategorileri de orada geçerli degildir. Bu durumda, yerle gögü birlestirmek için düsündügü “sentetik apriori önerme” düsüncesi ise yaramaz; çünkü numen için bu önermeler mümkün degildir.

Numeni olusturan “ideler” de özü ile kavranasi görünmemektedir. En yalin anlatimiyla numen “bilinebilir” degil, “düsünülebilir” görünmektedir. Öbür taraftan, “kendinde seyler” vardir. Gerçekten de onlarin var olmalari gerekir. Onlar yoksa duyumlardan önerme yapmaga, duyumlari bilgilestirmege gerek de yoktur. Insan hayvanlar gibi salt uyarimlardan olusan bir dünyaya mahkum olur. O yüzden, bir numen varsa, ona iliskin bir bilgi de var olmalidir. Çikis nerededir?

Burada baska bir bilme yetisine gereksinim vardir. Kant’a göre bu baska türlü bilme vardir ve numen varliklarini bir yandan “varsayimsal” bir yandan da “zorunlu olarak var” kilmaktadir. Temelde “Transandantal Lojik”e yani askinsal mantiga, içsel sezgiye ve inanca dayanmaktadir.

“Askinsal mantik”, “öteye yönelmis bir düsünüs tarzidir. Ona “yeti” de “düsünme tutumu” da diyebiliriz. Sonunda Kant’in kendi metafizigi için sözünü ettigi “Transandantal metafizigi” kuran odur. Sonunda yine de bize tek tek numenlerin neligini bildirmez, ancak onlarin varligini bir inanç ve içsel sezi içinde zorunlu kilar. Zaten kendinde seylerin sadece içsel olarak sezilme ve düsünülebilme yeterligi vardir.

Demek ki, öteye ulasmak için, önce bir “Transandantal mantik” gerekmektedir. Bu transandantal mantigin temeli ise “yargi gücü”dür. Kant’a göre yargi gücü, “özeli genelin altinda bulunuyor diye düsünme yetisi”dir. Biz buna kisaca “içerme” de diyebiliriz. Iste bu “içerme” ya da “içerilme” iliskisi ile varliga baktigimizda, ele aldigimiz konu ya da nesne bir içerilme olgusunu da beraberinde getirir. Konuya “içerme” açisindan bakarsak, konunun içerdigi parçalari, ögeleri buluruz. Konuya içerilme açisindan bakarsak onun ait oldugu bütünü aramaga baslariz. Bu arama, bizi o konuyu da kapsayan bir bütüne ulastirir. Bu bütün, daha tam, daha yetkin, içerdigi parçalara göre daha bagimsiz ve daha tekildir.

Us, bütüne baglamalarla adina varlik dedigi tek parça bir bütünlüge varir. Ama “içerilme” süreci kolay bitirilip tüketilebilecek bir sey degildir. Bu kere varligi neyin içerdigi sorulur. Iste burada bedeni ruhun, varligi Tanrinin içerdigini söyleriz.

Özel, genelin altina konmus olan seydir. Varlik tamamlanmis bir özel olarak, zihince kendisini içeren bir genele baglanmak ister. Bu da daha üst bir genelin yani içerenin varligini gerektirir. Zihnin ihtiyaci, yetisi, yatkinligi hatta “gözlügü” bir seyin gerçek olmasini saglamadigi gibi, onlar gerçekligin ölçütü de olamazlar. Bu dogrudur ama nasil nedensellik dogada olmadigi halde dogayi algilayisimizda ve bir algilayis biçimi olarak varsa, Bu içerme ve içerilme de dogada kaçinilmaz olarak isletilen bir düsünüs tutumudur. Bu yüzden öte yani metafizik vardir, kaçinilmazdir.

Usta geneli aramaya, tekin ait oldugu bütünü aramaya Kant “Refleksiyon” der. Bu, düsüncenin düsünceye yönelmesi, bir baska deyisle, bir düsünceyi, baska bir düsüncenin düsünmesidir. Örnegin, “Yunus, memelidir.” gibi bir önerme ya da bilgi olsun. Burada “Yunus” duyumsal, “memelilik” Kavramsal oldugu için ussaldir. Böylece duyumsal olanla ussal olan bir araya gelerek, Yunus hakkinda bir bilgi olusturur. Ancak, “Yunus, memelidir.” tek basina bir önerme olarak, bilgidir ama eksiktir. Üstelik, baglantisiz, birim bir bilgi olarak pek fazla bir anlami da yoktur. Burada askinci tutum ya da mantik devreye girer. Bu bilgi bir sey tarafindan içerilmedikçe, yani kendisinden daha büyük bir bütüne baglanmadikça, rahatsiz edici bir eksiklik gösterir. Bu önermenin üzerinde düsünmege baslariz. Onu baglayacagimiz uygun bütünü aramaya baslariz. Bir önermeyi ya da bilgiyi ait oldugu bütüne baglamak üzere yapilan bu düsünmeye Kant “refleksiyon” der.

Görüldügü gibi, önermede konu belirlenir. (Bilgi, ambalâjlanir.) “Yargi gücü” ise, yalnizca bir refleksiyonda bulunur. Yani o önerme üzerinde düsünüp, onu hangi genelin, hangi bütünün içine koyacagini arar. Arar ve bulur. Böylece bir üst birlige baglanarak önerme asilir. Askin mantik, bu islevin, bu sürecin adidir.

Yargi gücü, bir bakima geneli aramadir. Genele ulasma, zihnin dogasinda, bütüne ulasip bilgiyi tamamlayarak doyum saglama gereksiniminden dolayi vardir.

Bu arayista bazen doganin yasalarina ulasilir. Doga yasalarina ulasmak, onun islevlerinden biridir ama bunu bilme ile yapmaz. Özeli-parçayi-teki, ait oldugu bütüne baglayarak yapar. Iste bu tavirlanma ve bütüne baglama, daha önce adi geçen “baska türlü bir bilme”dir ve içsel sezgiyi de zorunlu bir inanci da gerekli kilmaktadir.

Amaçlilik da usun bu isleyis biçiminden kaynaklanir. Örnegin, bir organizmada birçok yasalar bir arada bulunurlar ama biz bir bakista, o organizmada bu yasalari ve baglantilarini kavrayamayiz. Yalnizca bu organizmada birligi olan bir doga yasasinin bulundugunu sezeriz. Bu bir inanç midir, çikarsama midir, yakistirma midir, idealizmle programlanmis bir zihnin kaçinilmaz vargisi midir? Kant’a göre temelinde inanci da barindiran bir zorunluluktur. O içsel sezgi gerçekten vardir. Kaynagi, kökü “yargi gücü”dür. Onun varligi bizi böyle bir kavrayisa, böyle bir içsel sezise götürür. Biz de bu yüzden, gizli veya açik olarak “Bu hangi parçalari içeriyor ya da bu hangi bütün tarafindan içeriliyor?” diye sorariz. Sormayiz, bu sorularin ifade ettigi biçimde tavirlanarak birim bilgiye yaklasiriz. Iste bu “bir baska türlü bilme”dir. Aslinda nesneler bir birilerini ne içerirler ne içermezler. Içerme ve içerilme dogada olan degil, usta olan bir seydir. Ama biz o gözlükten bakarak varlikta bir içerme ve içerilme olgusu yaratiriz. Sonuçta tipki ideler ve kategoriler gibi o “içerme” ve “içerilme” de vardir. Ve bize varligin bir sey tarafindan içerildigini söyler. Duyulur üstünün dünyasinda kategoriler ve duyumlar islemez ama usun bu yapisal özelligi isler ve bizi sentetik apriori olmayan ama zorunlu olan, tutarli o yüzden de ussal olan bir ötenin (numenin) varligina götürür.

Yargi gücü, dogada amaçliligin oldugunu da kabul eder. Amaçlilik da özgürlük gibi, karakter gibi bir ucu dogada, bir ucu duyulur üstünde olan bir ussal kategoridir. Sonunda bizi amaçli bir evrenle karsilastirir ve yargi gücü burada da harekete geçer. Bu durumda amaç varsa, bir amaç koyanin da olmasi gerekir. Bu amaç koyan, sürecin hem içinde hem disindadir. Onu göremeyiz ama ettiginden bellidir! Nasil bir sanat eserini sanatçisiyla birlikte düsünüyorsak, bir organizmanin da amaçli davranislarini, amaç koyanla birlikte düsünürüz. Dolayisiyla evren, bir yaratimdir ve yaraticisi tarafindan bir erek ugruna yaratilmistir. Böylece bir amaç için yaratilmis bir evren karsimiza çikar. Metafizik bu amaç ve yaraticiya yöneldiginde, onun neligini kavramak için kollari sivadiginda, çelismelere düser.

Bütün bu anlatilanlardan sonra anliyoruz ki, Kant numene yöneldiginde, kendi metafizigini kurarken, sentetik apriori önermelerden uzaklasmakta ama çeliskisiz ussalligi bütün çekiciligi ile ortaya çikmaktadir. Ve hepsinden önemlisi, sentetik apriori önermelerle olmasa da “bir baska bilme” ile Kant, metafiziginde yerle gögü birlestirme politikasini büyük bir ustalik ve basari ile gerçeklestirmektedir. Kisaca diyebiliriz ki, yargi gücü, usun bir özel yasasidir. Usun askinlik egilimini yaratir. Bu askinlik egiliminin varliga yansitilmasi, Kant metafizigini olusturur.

Kant’in bu temellendirici açiklamalarindan sonra, numende “kendinde seyler” dedigi “ideler” hakkindaki düsünce ve yorumlarina geçebiliriz.

IDELER

Insan bilgisi duyumlarla baslar, kavramlarla ilerler, idelerle son bulur! Bu üç ögenin belirlemedigi bilgi eksiktir. Kant idelere “kendinde seyler” der. Bunlar zorunlu olarak vardir. Bu ideler bilgi degildir. Usun bu ideleri, anlamsiz gereksiz soyutlama ve kurmalari da degildir. Bunlar fenomene ve fenomenle ilgili bilgilere çerçeve çizici olarak, olaganüstü önemli numen varliklaridir. Fenomeni kavrama ve degerlendirmede onlari yok saymak mümkün degildir. Fenomenlerin düzenli, birlikli ve bir biçime bagli olmalarinin nedeni de yine idelerdir. Idelerin duyarliktan gelen hiçbir içerikleri yoktur. Bunlar bilginin olusumunda yönetici görüs noktalaridir. Bilginin sonsuzlukta bulunan ereklerini dile getirirler. Idelerin temeli, “zorunlu inanç”tir. Bunlarda baska bir sey görmek, bunlara duyulur cinsten varlik yakistirmak, duyulara çarpmasalar da varliktan saymak, eski metafizigin yanlislarindan biridir.

TANRI

“Kendisinin bir nedeni olmayan, evreni yaratan, bu yüzden her seyin nedeni olan, özgür bir varlik” düsüncesi olarak o da bir idedir. Varligi yoklugu tartisilmasi gereken bir sey degil, bu dünyanin islerini zihinde nasil düzenledigi, neye, nasil kaynaklik ettigi arastirilmasi gereken bir seydir. Bir ide olarak, kendisinin neligi hakkinda bilgi elde edemeyiz. Kategoriler gibi o da bir düzenleyicidir. Çerçeve olarak, düzenleyici olarak, gözlük olarak vardir. Görmek için gözlüge bakmayiz, gözlükle bakariz. Gözlügün gösterdigi görülür. Bilebildigimiz de yalnizca gözlügün gösterdigidir. Ama gözlük, gözlük olarak vardir. Ideler de kategoriler gibi bir tür gözlüklerimizidir. Tanri yoksa evreni, evrenin baslangicini ve sonunu nereye koyabiliriz?

Us kendiliginden, dogal olarak, bir mutlak varligin olmasi gerektigini düsünür. Bunun ötesinde her seyin bir kosula bagli olmasi gerektigi çikarsamasini yapar. Bu bizim “Tanrili Evren Modelimiz”dir. Bu modelde, dünyanin düzeni ve güzelligi, Tanriya dogru yürüyen us için bir çikis noktasidir. Usa göre böyle bir yetkinlik, yani dünyanin düzenliligi ve güzelligi, bu dünyadan olmayan baska bir yetkin varlik tarafindan olusturulmus olmalidir. Dogal ürünler ve sanat eserleri de usta benzeri düsünce modelini harekete geçirir. Özellikle sanat eseri ve sanatçi baglantisi, öteci zihinler için en tipik, en vurgulayici örneklerden biridir. Ve sanatçi o eserinin içindedir. Bu dünya da hem içinde hem disinda var olan bir yapici gerektirmektedir. Böyle bir ussal kurgulanim içinde Tanri “var olmasi gereken”dir. O “var olmasi gerekenin, söyle bir var”a geçirilmesi, usun sinirlarini asmaktadir.

Sanat eseri ve sanatçi benzetmesi, dolayisiyla bir Tanrinin var olmasi geregi, aslinda asagidan yukariya yükselen bir grafik çizer. Bu tam da Kant’in aradigidir. Bu modele bagli kaldiginiz sürece yargi gücü, bizi bir Tanrinin var olmasi gerektigine zorlar.

Bütün bu söylenenler bize neyi anlatir? Sözü edilen düsünüs biçiminin, transandantal (askinci) bir tavirlanisin var oldugunu, bu tavirlanisin yalnizca “Tanri vardir.” demege yatkin oldugunu, ama bu tavirlanmanin, Tanri hakkinda bilgi vermedigini anlatir; çünkü insan o yüce varligin deneyimine sahip degildir. Hiçbir numen varliginin deneyimine sahip olmadigi için us, onlarin hiç birinin ne oldugu söyleyemez. Idelerin neligi hakkinda bilgi ileri sürmek de usu çelismelere (antinomilere) düsürür. Ne ki, usun bütün bu yetersizligine karsin, onlar us için dogal ve zorunlu olarak vardirlar. Idelerin sorgulamayi yönlendiren içkin bir kullanimi vardir. Onlar olusturucu degil, düzenleyicidirler. Nesne ve olaylarin ve düsüncedeki kavramlarin anlasilmasinda yönlendirici etkileri ve görevleri vardir. Onlar bilgilerimizi düzenleyip sistemlestirirler. Bilgilerimizde hatta evrende birlik ve düzeni saglarlar.

Tanri idesi bize, yaratilmis bir evrende sonsuz bir yürüyüs olan ilerleme ve gelismenin çerçevesini çizer. “Türemis evren” idesi ise, bize sonsuz degisimi içinde hep var olan Tanrisiz bir evren çerçevesini çizer.

Tüm fenomenler dünyasina yani var olanlarin bütününe, kendi disinda yüce ve kendine yeten bir kaynaga sahip degilmis gibi bakmazsak sonuç ne olur? Elimizde tek tanecikten olusan bir varlik kalir. Onun anlami yalnizca içindekilerin birbirleriyle iliskisinde aranabilir. Distan bir baglanti kurulamayacagi için, sonuçta anlamsiz bir evrenle bas basa kaliriz! Yekpare, bütün ama saçma. Böyle bir varligin, bilginin konusu olmasi mümkün müdür? Böyle bir varligi bilmek ne demektir? Böyle bir bilgiye ihtiyaç var midir? Böyle bir bilgi ne çesitten bir bilgi olur? Ve böyle bir bilgi usun, zihnin neresinde yerini alabilir? Zihnin neresini doyurur?

Kant’a göre dinlerin ve metafizigin sözünü ettigi bir Tanri degil ama Tanri idesi, son derece gerekli, son derece zorunludur. Hiç kuskusuz gereklilik ya da ihtiyaç bir varligi var etmez. Dogrulugun ölçütü de ihtiyaç degildir. Ama Kant’in sözünü ettigi ide tarzinda var olan bir Tanri mümkündür. Yargi gücüne göre, mümkün degil hatta zorunludur.

Görülen o ki, nesnenin idesi olmadan, o nesne için de o nesnenin bilgisi için de sistemli bir birlik ve tamlik düsünülemez. “Tanri” ya da “Yüce varlik” idesinin tek amaci, deney yapan usun, tamamlanmis, bütünlenmis ve birlestirilmis olarak, bir “birlik halinde” bütün bilgilerinin sistematigini ortaya koymaktir. Kant’a göre teoloji (Tanri bilimi), zihindeki bütün fenomenlerin ve bu fenomenlerin bilgisinin, Tanri ya da “mutlak” baglantili olarak düzenlenmesidir. Kant su noktayi da belirtmekten kaçinmaz : Yine de amaç ve amaç koyan, hipotetiktir (varsayimsaldir). Düsünüsteki tutuma ve inanca dayali, varsayimsal ve gerekli. Çok gerekli oldugu için de zorunlu!

RUH

Evrenin içereni olarak Tanri, bedenin içereni olarak “ruh” vardir. Ruh da bir ide olarak “düzenleyici”dir. Biz onunla içsel fenomenlerimizi sürekli, düzenli bir bütün olarak kavrariz. Ruh idesini çeker alirsaniz, içsel süreçler parça buçuk, anlamsiz bir duruma gelir. Tüm etkinligimiz, hayvan düzeyinde birtakim uyarim tepki düzeyini asamaz.

KOZMOS-EVREN-VARLIK-DOGA ve “BIRLIK IDESI”

Kant, doga karsisinda iki tutum ya da iki egilimden söz eder. Ona göre, bazi doga ögrencileri duyumlamaga, deney yapmaga bu yüzden de dogayi sürekli parçalara ayirmaga egilimlidirler. Bunlar görgücüler-deneycilerdir. Anlamaga degil, egemen olmaga, bunun için de olgulari sistematik bir siniflandirmanin bütünlügü içinde kavramaga çalisirlar. Her cinsin farkli türleri vardir. Bu türler de farkli alt türlere ayrilirlar. Us en küçük türe kadar inilmesini ister. Bunun için daha fazla deney yapilmasini öngörür.

Bazi doga ögrencileri de dogada bir birlik bulma egilimindedirler. Çesitlilik içindeki benzerliklerden yola çikarak, çoklukta birligi bulmaga çalisirlar. Bunlar düsünce yani agir basan doga ögrencileridir.

Kant, “doga”, “evren” ya da “varlik” yerine “kozmos” demeyi yegler. Onun numenindeki “kendinde seylerinden” biri de “kozmos”tur. Burada “kozmos” ile “uzayi” ayirmak gerekir. “Uzay” ile genellikle “mekân” kast edilmektedir. Öte yandan, kozmos Kant’a göre, ne duyulur bir seydir ne de kategoridir. O, bir”ide” dir. O, ide olarak mutlaktir. Degismez, zaman disi ve varligi bir baska seye bagli olmayandir. Var olmak için baska bir seye gereksinim duymaz. Yalnizca bir içeren olarak vardir. Numen dünyasinda herhangi bir numen varligi ile etkilesim içinde degildir. Fenomenler dünyasinda kendisine karsilik olan herhangi bir sey de yoktur. Ama düsünce her zaman deneyin üstüne yükselmege heves ettiginden, “kozmolojik ideyi” de düsünmege girismekten geri durmaz. Aslinda o,”topluluk idesi”nden baska bir sey degildir. Bu topluluk idesini bütünlük, ya da birlik olarak da anlayabiliriz.

Onun islevi, duyulur olani anlamli, sistemli bir bütün haline getirmektir. Bu bütünlük gerçi tamamlanmamistir; bu tekillesmis bütünlügün mükemmelligi de tartisilabilir ama sonuçta nesneler dünyasini bir bütün halinde elimize alma ve onun düzenini kurma yetisini bize bagislar.

Biz uygulamada bütünsel varligin bizim idemiz oldugunu unuturuz. Onu tüm gerçekleri içinde barindiran bireysel, tekil, tikel bir sey olarak düsünürüz. Bu diyelim ki evrendir, dogadir, varliktir. Böylece bir tek varliktan söz ederiz ve onun bizden bagimsiz bir birim halinde gerçek bir varlik oldugunu düsünürüz. Kant bütünlük idesini “askinsal Tanri bilim ideali” olarak adlandirir.

ÖZGÜRLÜK

Kant’in felsefesini iki temel istek yönlendirir : Hume’un yarattigi kuskulardan fizigi, fizigin yarattigi mekanizmden insan özgürlügünü kurtarmak. Özgürlük, bir insanin kendi eylemlerini kendi yaratmasi demektir.

O, özgürlük konusuna ahlâk konusuyla girer. “Pratik Usun Elestirisi”ni bu niyetle yazmistir. Burada eylemin dogrusu olarak usu inceler. Kendi metafizigine de buradan girer.

Ona göre insan bedeniyle doganin bir parçasi olarak, fizik nedensellige baglidir. Ama bir de bilinçli yönü vardir ki, bununla fizik nedenselligi asar. Bilinç, fizik nedensellige bagli degildir. O yüzden insan, bilinçli eylemlerinde özgürdür.

Kant’a göre insanin iki türlü özgürlügü vardir. Birincisi, “kozmolojik özgürlük” adini alir. Duyulur dünyada insanin bir nedenler akisini baslatabilmesiyle ilgilidir. Ikincisi ise, irade özgürlügüdür. Bu, insanin duyulur olanin bütün etkilerinden kurtulmus olmasi ve dogadaki zorunluluk yerine gereklilik yasasina bagli olmasi demektir. Bu özgürlük, insanin ahlâkî varlik olmasini saglar. Özgürlük idesi, iste bu özgür, bilinçli davranista bulunabilen yanimizin, ahlâk adi altinda düzenini, bütününü, sistematik birligini saglayan bir idedir.

Ahlâkin var olmasi, bir deger alaninin var olmasi demektir. Kant böylece deger alani ile birlikte kendi metafizigini kurmaya baslamis olur. Fizigin yarattigi mekanizmden insan özgürlügünü kurtardiktan sonra Tanri ve ruh idelerine yönelir.

ANLAYIS VE BIRLIK

“Anlayis” da aprioridir yani deneyimden kaynaklanmaz ve Kant’a göre anlayis yalnizca deneyim ile bilinebilir; çünkü o yalnizca deneyimde ortaya çikar ve bir önermede kendisini ifade eder.

Anlamanin en önemli islevi birlestirmedir. Bu birlestirme yetisi onu kavrama tutuklanmadan baska kavramlarla iliski içine sokabilmektedir. O, sadece yargidaki özneyi asarak baska bir kavramla iliskiye getirip bütünlemez, durmadan daha yukari daha yukari giderek tüm kavramlari sonunda varlik kavraminda bütünler. O da yetmez, sonunda varlikla Tanri arasinda iliski kurarak en son bütünlemeye gider. Kant bilincin bu yetisine “askinsal bütünleme” der. Tanri ya da yüce varlik, bilincin bu askinsal ve bütünleyici niteliginin bir ürünüdür.

BEN Kant, “ben” konusuna Descartes’la hesaplasirken girer. Descartes, felsefesine “Cogito” ile baslar. “Düsünüyorum. Öyleyse varim.” der. Kant’a göre, “düsünüyor olmak” benin var olmasi için yeterli bir neden degildir; çünkü “Ben düsünüyorum.” önermesinde, düsünme bene yüklenmektedir. Burada benin de duyumsal bir varligi olmasi gerekir. Önermedeki somut ben, bedendir; oysa beden ben degildir. Ben, dogasi geregi soyuttur. Öyleyse benin var olmak için dayandirildigi temel yanlistir. Bu yüzden, dogal olarak Descartes’in metafiziginde vardigi sonuçlar da yanlistir.

Descartes, kendi varligini yani benini kanitladiktan sonra, usunda buldugu Tanri kavramina dayanarak, bir Tanrinin da var olmasi gerektigine gider. Sonra “Benim disimda da varliklar var. Onlari beni aldatmak istemeyeceginden emin oldugum o Tanri yaratmis olmalidir.” diye düsünür. Burada Kant “benim disimdaki” deyimine takilir. “Benim disimdaki” deyimi çok zorlayici bir deyimdir Kant için; çünkü, “kendinde bir sey” olarak ben, herhangi bir yerde degildir. Ve üstüne üstlük hiçbir sey uzaysal olarak benin disinda degildir. Ona göre, burada bir özdeslemenin getirdigi olagan sapma vardir. “Ben” derken bedenimi göstermekle bu önemli yanlisi yapmaktayimdir. Ayri yerlerde ayri nesneler algilamamin nedeni de kendimi bedenimle özdeslestirmemdir! Usumuzda yer, uzaklik, yön gibi kavramlar ve duyumsamalar sirf bu özdeslesme yanilgisindan dogmaktadir. Bedendir yer kaplayan, bir yeri olan ve bir yerde olan. Bedenle ilgili bu duyumsamalar, bedenden kaynaklanan bu duyumsamalar giderek öbür nesnelere de uygulanir. Böylece sag sol, altüst, yanlar, ön arka, ileri, geri, orasi, burasi, ilerisi, berisi, uzak, yakin kavramlari olusmaktadir. Kant’a göre, uzunluk ölçülerinin kaynagi bile bedenle özdeslesmelerimizin ürünüdür. Ayri ayri nesnelerin varligi bile benim bedenimle özdeslesme yanilgimin sonucudur. O, onlar, ötekiler benim bedenimden sonrakilerdir. Ben bedenimle özdeslesme yanilgisina düsmeseydim hiç de baskalari, ötekiler ve oradakiler ya da orasi, burasi olmayacakti.

Bütün bunlar neyi anlatmaktadir? Kant’in Descartes’la hesaplasmasini anlatmaktadir. Ve Descartes’in “ben”i temellendirisindeki yanlisi göstermek istemektedir. Oradaki yanlis, benin bedenle karistirilmasidir.

Kant’a göre ben beden degildir. Ben de numenin kendinde seylerinden biridir. Yani idedir. Kant’a göre ben, “anlamanin askin birliginden” yani insanin kendi hakkindaki öz bilinçliliginden baska bir sey degildir. Bu öz bilinç olmadan hiçbir bilgi olamaz ama bu öz bilinç yani ben dedigimiz sey dogrudan algilanmanin konusu degildir. Yani ben kendimi bilemem. Varligimin, etkinligim nedeniyle bilincindeyimdir ama bu neligimin bilinci degildir. Kendimi, bilmemin nesnesi yapamam. Bilmek, duyumsal algilara sahip olmaktir. Ben kendimle ilgili herhangi bir duyumsal algiya sahip degilim. Bu yüzden ben kendimi algilamam. Kendimi yalnizca düsünebilirim.

Kendi kendini algilayamayan ben, bir ide olarak, bütün dis ve iç algilamalarda, kesintisiz olarak vardir. Onun islevi, duyumlama ve uslamlama sirasinda varolusun sürekliligini saglamak ve ayirt edilen tüm verilerin ortak bagini kurmaktir. Insan varligini, birligini ve sürekliligini benine borçludur.

Mustafa Öz