Bosna piramitlerini hiç duymuş muydunuz? 2012 kasımına kadar bende hiç duymamıştım. O sıralar 21 Aralık 2012 çılgınlığından dolayı bayağı yoğun olduğum bir dönemdi benim için. Çeşitli TV programlarında ve sosyal medyada yaklaşmakta olanın bilindik anlamda bir “kıyamet” olmadığını anlatıyordum ve henüz dilimde tüy bitmemişti.

Aslında tam hikayeyi anlatabilmem için biraz geri sarıp Kasım ayı başlarına gitmek gerekir. O günlerde Göbeklitepe belgeseli ile ünlü sevgili dostum Ahmet Yazman’ın bana bir kaç yıl önce önerdiği “The Pyramid Code” adlı belgeseli izliyordum. Yoğunluktan anca sıra gelmişti bu tavsiyeyi dinlemeye. Kanadalı akademisyen Dr. Carmen Boulter’in çektiği belgeselin “Yüksek Düzey Teknoloji” isimli ikinci bölümü gerçekten çok etkilemişti beni. Mısır piramitlerinin birer mezar olmaktan çok uzak, aslında ileri teknoloji eseri birer enerji jeneratörleri olduğunu anlatan, heyecan verici bir bölümdü. Kafada bir ampül yanmıştı. Piramitler konusuna eğilmem için bir ilham almıştım. Tayland’da aldığım eğitim sürecinde sevgili hocam “ayaklı kütüphane” Swami Vivekananda’da piramit gücünden sıkça bahsederdi. Agama yoga okulunda maruz kaldığım bilgi bombardımanında bir şekilde bu konuya öncelik vermemiştim. Ancak belgeseli izlediğim o sıralar Türkiye’ye gelen Swami’ye edindiğim bu yeni bilgilerden bahsettim. Heyecanlı bir konuşma yaptığımızı hatırlıyorum. 

Çok değil, bir hafta kadar sonra ilginç bir teklif aldım. Eğitmenliğini yaptığım Agama Yoga’dan, Mısır’daki bir yoga okulunda eğitmen arandığına dair bir e-posta aldım.  İstersem gidebilirdim. Hem piramitleri de görmüş olurdum. Ama daha çok ilgimi çeken, Pyramid Code belgeselinde konuşan bir Mısırlı idi. Bir yere seyahat etmeme genelde bir yapıdan daha çok bir insan neden olur. Bu kişi Eski Mısır’dan beri uygulanan ezoterik yöntemlerin nesilden nesile aktarılması ile günümüze kadar getiren, bir şaman gibi konuşan ve acaip sevimli Abd’el Hakim Awyan idi. 

Kafamda bu yoga okuluna gitmenin ve orada Abd’el Hakim Awyan ile tanışıp ondan eğitim almanın yollarını düşünmeye başladım, ve arama motoruna adını yazıp tıkladım. Karşıma ilginç bir sayfa çıktı. Dünyanın farklı ülkelerine spiritüel geziler düzenleyen bir tur şirketinin sitesinde, rehberler sayfasına çıkmıştım. Alfabetik sırayla ülkeler sıralanmıştı ve en başta Bosna geçiyordu. Her ülkede rehberlerin biyografileri vardı ve karşımdaki biyografi Bosna piramitlerini bulan Sam Semir Osmanagiç isimli kişinin biyografisi idi. “Bosna Piramitleri mi?” dediğimi hatırlıyorum. Çok önemsemeyip devam ettim. Aradığımı bulmuştum. Abd’el Hakim Awyan’ın kızı Shahrzad Awyan’ın biyografisi çıkmıştı. Burada acı bir haber ile karşılaştım. Hakim belgesel çekildikten kısa bir süre vefat etmişti. El verdiği kızı, onun öğretilerini devam ettiriyordu. “Hmm, ilginç” dedim. Kaderin ilginç bir cilvesiydi bu. Ama sonuçta gidersem kızından eğitim alabilirim diye düşündüm. O sırada, şu Bosna piramitleri de neyin nesiydi diyerek yeniden üst bölümlere doğru sayfayı kaydırdım. Karşımda Sam Semir Osmanagiç’in biyografisi vardı. İlginç bir adama benziyordu. Bosna piramitleri fikri ise daha da ilginçti. Sadece Mısır’da, Meksika ve Guatemala’da piramit olduğunu biliyordum. Ha bir de Çin’de bulunan piramitler vardı. Konunun içine girdikçe karşıma çıkan bilgiler daha da ilginçleşiyordu. Dünyanın en eski ve en büyük piramitleri mi? Karşımda ise yemyeşil ve çok düzgün bir geometriye sahip bir tepenin resmi vardı. Bu gerçekten bir piramit olabilir miydi? Guatemala gezim sırasında duyduğum El Mirador’u hatırladım. Bu antik Maya şehri henüz keşfedilmişti ve söylenenlere göre bildiğimiz en büyük piramitlere sahip Tikal şehrinden daha büyük piramitler bulunmuştu. Fotoğraflarında tamamen ağaçlarla kaplı bir tepeden başka bir şey görmüyordunuz bu tapınağın. Sonra Çin hükümetinin kendi piramitlerini bir tepeye benzeterek gizleme stratejisini hatırladım. Yani sonuç olarak Bosna’dakiler de birer piramit olabilirlerdi. Fikir olarak ters, ama kesinlikle araştırmaya değer. 

Bu sırada kendimi Sam Osmanagiç’in kendi websitesinde gezinirken buldum ve meraktan takvim kısmına tıkladım. Olur ya belki bir yerde konferansını yakalarım da direk onun ağzından dinlerim bu piramitleri diye. Bir de ne göreyim 2 Aralık tarihinde İstanbul’a geliyor bir konferans için. Şaşkınlık içinde günün tarihine baktım. 30 Kasım idi. Yani 2 gün vardı konferansa. Şaşkınlığımı hala taşıyorken facebookta bu yeni keşfimi paylaşmaya başlamıştım. Tabi Osmanagiç’in konferans haberini de.

Konferans bir sempozyum dahilinde idi. Pek çok yabancı şifacı, eğitmen ve konuşmacı bir otelin salonlarını kullanıyordu. Sam’in sunumu büyük ama boş bir salonda idi. Biraz geç girmiştim. Sam o sırada dünyanın farklı yerlerindeki çeşitli piramitlerden bahsediyordu. Bunları dinlerken okuduğum biyografisini ve Mayalar üzerine doktorası ve hatta Türkçe’de de yayınlanan “Maya Dünyası” adlı kitabın yazarı olduğunu, aslında bir piramit uzmanı olduğunu hatırladım. Yani Bosna’da piramit olduğunu iddia eden sıradan bir Boşnak değildi. Yıllarca dünyanın çeşitli piramitlerini keşfettikten sonra burnunun dibindeki piramitleri bulmuş olması kozmik bir şaka olsa gerek. Neyse, konferansa dönelim. 

Yaptığı sunum ile Sam bize bir şeyi çok iyi gösteriyordu. Dünyadaki piramitlerle ilgili büyük bilgi eksikliklerimiz var. Piramitlerin sadece Mısır’da Giza platosunda ve Meksika’da olduğuna inanıyoruz. Sam uzun uzun anlatıyor, Mısır’da meşhur Giza piramitleri dahil bulunan toplam piramit sayısı 150’dir. Mayaların yaptığı yaklaşık 100.000 piramit vardır bunların %99’u henüz keşfedilmemiştir. 250 adet piramit Çin’de, 224 adet piramit kuzey Sudan’da, Mauritius adasında 7 adet, kanarya adalarında onlarca, 43 adet Sicilya’da, 5 tane İtalya’da, 16 adet Yunanistan’da, ABD devletleri sınırlarındaki Kahokya bölgesinde 200 kadar, Peru’da ve buraya sığmayacak kadar çok yerde yüzlerce piramit varmış meğerse. Bu piramitlerin çoğu henüz ortaya çıkarılmamış durumda. Ya ağaçlarla, ya çöl kumuyla kaplı. Ya da Japonya’daki Yoniguni piramitleri gibi suyun metrelerce altında. Sam bu piramitlerin çoğunu gezmiş ve incelemiş. Bu sırada insanın aklına ister istemez şu soru geliyor: “bu kadar çok piramit varsa biz neden bilmiyoruz?” Zaten Sam’de bu soruyu sormamızı istiyor ve cevabını espirili bir dille anlatıyor. Mesela kanarya adalarındaki piramitler için uzmanlar “Bunlar köylülerin tarım yapmak için temizledikleri taşlar, öyle üst üste koymuşlar işte” demişler. Sunum farklı coğrafyalardaki piramitlerle ilgili olarak çarpıcı gerçekler ve onları bastırmak isteyenlerin açıklamaları ile devam ederken zihnimin gerisinde bazı şeyler uyanmaya başlıyor. Piramit formunun bu kadar çok kadim kültür tarafından bu kadar çok kullanılmasının bir nedeni olmalı. Bu formda ısrar edilmesinde bir zekanın iş başında olduğu sezgisi uyanıyor. Bu kadar gizlenmesi ve hiç kimsenin bu piramitleri duymamış olmaması ise buram buram tezgah kokuyor.

Gelelim Bosna piramitlerine. Dünyanın dört bir yanında piramit kaşifliği yapan Sam 2005 yılında Bosna’nın Visoko şehrini ziyaret ettiği sırada şehrin gerisinde bulunan ve üzeri bitki örtüsü ile kaplı “tepenin” sahip olduğu net geometriyi fark ediyor. Net köşeler, üçgen yüzeyler ve tabandan zirveye sabit açıya sahip bir eğim. Ardından buranın tepesine çıkıyor ve eline pusulayı aldığında bu yapının dört yüzeyinin tam olarak dört geometrik yöne baktığını fark ediyor, Batı, Doğu, Güney ve Kuzey. Kendi ifadesi ile bu yapının doğal olmayan, insan eliyle yapılan bir piramit olduğuna ikna olduğu an bu an olmuş. 

Sunumun geri kalan kısmında insanı bayağı hayrete düşürecek veriler sunuyor Sam. Verilere sonra geleceğim, ama o andan hatırladığım duygu, çok önemli bir şeyi keşfetmiş olmanın verdiği o inanılmaz titreşim haliydi. Bu hayatımda bir kaç kez hissettiğim bir duyguydu. Hepsi de açıklanamayanın açıklandığı, sezgisel olanın rasyonel olanla kavuşum yaptığı, sol ve sağ beyin yarı kürelerimin birbirini tamamen görmesini sağlayan bilgilerle ve öğretmenlerle karşılaştığım anlarda yaşanmıştır. Bu duygunun tadını çıkararak sunumun sonunu zor getirdim. İçimde dayanılmaz bir arzu Bosna piramitlerini daha çok keşfetmek istiyordu. Konferans bittiğinde salonda az sayıdaki insan uzun süre alkışladı, ben dahil bazılarımız ise ayakta alkışladık. Heyecanlı bir şekilde Sam’e yaklaştım. Bir kaç saat sonra uçuşu olduğu için acelesi vardı ama sakindi. Çıkışta kitapları ve DVD’lerinin olduğu noktada tekrar yakaladım, çekilen fotoğraflar ve satılan kitaplar arasında kartını almayı başardım. Bu sırada sevgili Hasan “Sonsuz” Çeliktaş ile de tanışmış olduk. Sanal ortamda çok muhabbetimiz olmuştu ama ilk kez fizikselde görüşüyorduk. Belli ki o da çok etkilenmişti sunumdan. 

Ertesi gün Sam’e bir email attım, kendimi hatırlatmaya çalışarak. İlk fırsatta Bosna piramitlerini ziyaret etmek istediğimi yazdım. Sıcak bir cevap geldi. Ve o ilk fırsat 4 ay sonra gelmişti. Nisan başında bir kaç günlüğüne Bosna’ya gidiyorduk. Ben, gezilerimi organize eden More Travel’dan Günnur, Hürriyet’de yazan dostum Musa Dede ve bir avuç meraklı gezgin ile Saraybosna’nın yolunu tuttuk. 

 

Piramitlerin bulunduğu Visoko kasabasında Sam ile otel lobimizde buluştuk. Son derece sıcak ve samimi bir havada başlayan bu buluşma daha da samimileşerek devam etti. Eh ne de olsa bir Boşnak-Türk bağlantısı vardı.

Sam bizi “Piramit Vadisinde” gezintiye çıkarmıştı. Piramitlerin en büyüğü olan Güneş Piramidini uzaktan iyi görebileceğimiz bir lokasyonda konuşmaya başladı. Sam’e göre bir yapının piramit olduğunu gösteren yedi temel unsur var. Yapı ve geometri, kuzey oryantasyonu, yapı malzemesi, dahili koridorlar, yeraltı tünelleri ve odalar, altından geçen yeraltı suları ve kutsal geometri. Bunlardan ilk ikisinin varlığı ilk gün ortaya konmuş oldu. Bariz köşeleri ve üçgen yüzeyleri görmek Google Earth vasıtasıyla mümkün (koordinatlar: 43° 58’ 35” K, 18° 10’ 34” D) veya uçaktan çekilen görüntülerde çok iyi ortaya koyuyor (http://www.youtube.com/watch?v=fims4nVJyBo). Diğer beş unsurun Sam tarafından keşfedilmesi ise biraz daha zaman almış.

Elbette bu piramitler ve Sam hakkında şüpheci yaklaşımlarda mevcut. Bosna’nın turizm endüstrisine katkıda bulunmak istediği için bu piramitleri “uydurduğu” en yaygın dedikodular arasında. Hatta yer altı tünellerini kendi kazıp doldurduğunu söyleyenler var. Ancak gerek piramitlerin varlığı, gerekse tünellerin otantikliği bölgeyi biraz inceleyen açık zihinli birisi için bariz gözönünde. Piramitlerin olmadığını söyleyenler ise genellikle bölgeyi ziyaret etme gereği bile duymayan akademisyenler. Mesela Bosna Hükümeti Kültür Bakanlığı görevlilerinin Sam’e verdikleri cevap “Bizim piramidimiz yok, çünkü bizim firavunumuz yok.” Bu önyargı yüzünden Saraybosna’ya 45 kilometre uzaklığındaki bu piramitleri görmeye bile gelmemişler. Bu kişilerin piramitlerle ilgili bu yorumu aslında büyük bir yanılgıyı da ortaya koyuyor: Piramitlerin firavunlar için yapılan mezarlar olduğu yanılgısı. Mısır piramitlerini biraz olsun inceleyen birisi şu sorularla karşılaşır: neden piramitlerin içinde veya üzerinde hiç hiyeroglif yok? Mumyalar neden piramitlerin içinde değil de Krallar Vadisinde bulunmuş? Piramitlerin firavun mezarı olduğunu gösteren kanıtlar nerede?

Sam anlatmaya devam ediyor. “Mısır piramitlerinde hiç hiyeroglif yer almadığını, içeride bırakın mumyayı, hiç bir organik maddenin bulunmadığını biliyor muydunuz? Peki o halde piramitler ne için yapıldılar? Bu sorunun cevabını ejiptologlar veya maya uzmanı arkeologlar veremezler. Çünkü piramitlerin yapılış amacı sadece tek bir kültürü inceleyerek açıklanamaz. Piramit formu, hemen hemen tüm kadim kültürlerce kullanılan bir formdur. Bu yaygınlıktaki bir kullanımın nedeni çok dikkatli ve global bir değerlendirme ile anlaşılabilir. Günümüz bilim dünyasının temel sorunlarından biri, tek konuda uzmanlaşmanın disipliner arası yaklaşımlara göre ağı basmış olmasıdır. Ejiptologlar sadece Mısır piramitlerini inceliyorlar. Maya uzmanları sadece Maya piramitlerini inceliyorlar. Onlara Peru’da, Çin’de, İtalya’da, Amerika Birleşik Devletleri sınırları içinde veya atlas okyanusunda kanarya adalarında bulunan piramitleri gösterdiğinizde “aaa buralarda piramit mi varmış?” diyorlar.”

Bu kadar farklı bölgede bulunan binlerce piramidin ise ortak bir özelliği var. Büyük çoğunluğunun kuzey yönüne olan oryantasyonu. Bu bir tesadüf mü? Yoksa farklı zamanlarda, farklı kıtalarda yaşayan bu toplumların bildiği bir şey mi var? Günümüz fizikçileri piramit formunun yarattığı enerji amplifikasyonu ve dağıtımı konusunda hemfikirler. Kendi kendinize yapacağınız küçük bir piramit bile harikalar yaratabilir. Tek bir şart ile; eğer kenarlarını tam olarak dört yöne (Kuzey, güney, batı, doğu) bakacak şekilde yerleştirirseniz. Rus bilimci Alexandar Golod en büyüğü Moskova yakınlarında ve yüksekliği 44 metre olmak üzere pek çok piramit yapmış. Bu piramitlerle yapılan deneylerin çok ilginç sonuçları var. Ancak bunlara yazımın sonuna doğru değineceğim. Gelelim Bosna Piramitlerine.

Bir yapının piramit olduğunu gösteren yedi temel unsur var demiştim. Bu listede dördüncü sırada yer altı tünelleri yer alıyor. Sam Osmanagiç 2005 yılında en büyük piramidi gözleriyle keşfettiğinde, bunun altında tüneller bulacağız demiş. Uzmanların buna verdiği tepkiler “bu imkansız”, “belki bir maden keşfedilir veya doğal mağaralar bulunur” şeklinde olmuş. Sam ise diyor  ki “ama bilmiyorlar ki dünyadaki piramitlerin çoğunun altında tüneller bulunmuştur. Giza piramitleri, Sakara’nın Basamaklı Piramidi ve başka pek çok piramit de olduğu gibi.” Gerçekten de ilerleyen yıllarda hem piramidin içinde hem de tüm Bosna Piramit Vadisine yayılan onlarca kilometre uzunluğunda yeraltı tünelleri bulunmuş. Bu tünellerin yapısı ve özellikleri başlı başına bir hikaye olacak kadar ilginç. 

—————- 0 —————–

Sam ile Visoko’nun dar yollarında vadiyi gezmeye devam ediyoruz. O arabasıyla önde, bizim minibüs arkasında. Kendimizi yer altı tünellerinin girişinde buluyoruz. Görevliler bizi sevgi ve ilgiyle karşılıyorlar. Burası bir maden girişini andırıyor. Plastik kasklarımızı giyiyoruz ve el fenerleri ile içeri giriyoruz. Burasının adı Ravne Yeraltı Labirenti. Ravne bölgenin adı. Labirent ismi ise gerçekten yakışıyor, içeride pek çok tünel ve kavşak var, rehbersiz kaybolmak zor değil.

Sam yürüdüğümüz istikametin güney yönünde olduğunu söylüyor. Bu tüneller Güneş piramidinden 1 kilometre kadar uzakta başlıyor. Sağlı sollu pek çok tünel var ama amaç piramide en direk yoldan ulaşmak. Bu arada içeri girer girmez inanılmaz temiz bir hava ve yüksek titreşimli bir enerji hissetmek mümkün. Daha ilk adımlarda bunu Sam’e söyleyince duyarlılığıma şaşırıyor.  

İlk durağımız yumurta şeklinde bir monolit, yani koca bir taş. Yerde yatan bu açık kahverengi taş Sam’e göre doğum sürecini sembolize ediyor. İki seviyeden yapılmış, sanki üstteki taş bir kapak gibi. Üzerinde yedi adet tepe var, bu da sanki vadinin bir rölyefi gibi duruyor, Ay piramidi, Ejderha piramidi, Aşk tapınağı ve diğerleri burada temsil edilmiş. Devam ediyoruz.

Sam aralarında yürüdüğümüz duvarların iki farklı türde olduğuna dikkati çekiyor. Bazıları kuru, bazıları ise çakıltaşlarının birbirine yapışmasından oluşan bir formatta. Duvarların çoğu bu ikinci formatta. Ancak yüzlerce de kuru duvar var. Bu tünellerde iki farklı medeniyet olduğunu gösteriyor. Bir tanesi çok gelişmiş bir mühendisliğe sahip yüksek bir medeniyet. Tüm bu labirenti yapanlar. Tavanlar hala sapasağlam duruyor. Öyle bir şekilde yapılmışlar ki içeride hava akımı mükemmel. 

Binlerce yıl sonra başka bir uygarlık geldi ve bütün duvarları kapattı. Nerede bir duvar varsa onun arkasında bir tünel var. Şu an bunlar kapalı. Tüm bunları kazacak para, enerji ve vakit yok. Grubumuzdan birisi soruyor: “Neden bunların kapatıldığına dair bir teoriniz var mı?” Asıl cevap sonra gelecek. Ancak Sam yine de bir açıklama getiriyor. “Burada onlarca tünel var birbirine paralel giden, birbirini kesen. Yüzlerce metre uzunluğunda devam eden tüneller bunlar. Tünelleri kapatanlar ırmak yatağından binlerce taş getirmişler. Sadece yerel halktan bir şey saklamıyorlar yani. Küresel öneme sahip olan bir şeyi saklıyorlar. Bu tünelleri yapan ilk uygarlığa dair hiçbir şey bulamadık. Ne bir alet ne bir kemik, demek ki ikinci uygarlık ilk uygarlığa dair her şeyi dikkatli bir şekilde temizlemiş.”

Bir sonraki durağımız megalit K-1.  4 ton ağırlığında 1.40 uzunluğunda.Üzerinde oklar var. Mükemmel bir ok değil, E harfi gibi. 25 tane harf var. Bir tür yazı. İnsanın aklına proto-türk damgaları getiriyor.  Bu megalit üzerinde aynen duvarların yapıldığı malzeme olan kaba harç ile kaplıydı. Kaba Harç, büyük taşlar küçük taşlar, çakıllar. 

Sam jeoloji bilgilerimizi zorlayarak bize önemli bir analiz yapmaya başlıyor. “Burada Bosna ırmağına yakınız. Irmak taştığında buraya taşlar ve kum geliyor. Binlerce yıl süren taşmalar sonunda metrelerce yükseklik oluşturacak bir harç birikiyor. Basınçtan dolayı alttakiler daha çok sıkışıyor. Buna doğal sedimentasyon deniyor. Zaten tüm tüneller bu harç malzeme ile inşa edilmiş. Bu arada her şeyin altında kil var, milyonlarca yıllık. Bu 4 ton ağırlığındaki taş, harçlarla yapılan duvardan daha eski bir yapı. Demek ki birisi bu taşı gelip kilin üstüne koymuş, yani Bosna ırmağının binlerce yıl süren taşmalarından önce. Bu demek oluyor ki vakti zamanında buradan gökyüzünü görebiliyordunuz.”
Sam bunları söyleyince sezgisel bir sarsıntı yaşadım. Sanki zihnimde bir vizyon açıldı. 

Sam ise o sırada bunun bilimsel açıklamasını sunuyordu. “Taşın üstündeki malzemenin içinde ağaç parçaları bulduk, taşlar ve kumlar arasında sıkışmış kalmış. Bunların radyo karbon testi yapıldı, Almanya’da ve Polonya’da. Bu ağaç parçası 32.000 yıllık çıktı. Yani buradaki ilk taşmalar en az 32.000 yıl önceydi. Ancak bu taş tüm bunlardan daha da eski. Ve üzerinde semboller var.” 

En az 32.000 yıllık semboller. Bir taşa kazınmış. Bunları algılamaya çalışırken Sam devam ediyordu. “Yani tarih kitaplarını değiştirmemiz gerekiyor. Burada çok eski bir uygarlık var. Buraya ilk geldiğimizde 8 yıl önce, tek bir uygarlık olduğunu sanıyorduk. Ama inceledikçe daha kompleks olduğunu fark ettik. Bugün anlıyoruz ki burada 3 uygarlık var. Önce bu taşları buraya yerleştiren megalitik uygarlık var. Aradan binlerce yıl geçiyor. Irmak taşıyor, harçlar geliyor ve ikinci uygarlık tünelleri yapıyor. Binlerce yıl geçiyor, tünelleri kapatan uygarlık geliyor. Binlerce yıl geçiyor, biz geliyoruz.”

Kafasındaki kitaptan yeni bir bölüme geçermiş gibi bir ara vererek tekrar taşa dönüyor Sam.
“Bu taş, yeraltı sularının üstüne yerleştirilmiş. Bugün Stonehenge’i astronomik bir takvim olarak açıklıyorlar. Ancak buradaki megalitik taşlar yer altı suları üzerine yerleştirilmiş ve ley hatları üzerinden geçiyor. Fransa’da Carnac ve Britain’de de böyle. Sadece Batı Avrupa’da 250.000 megalit vardı, bugün ise sadece 50.000 kaldı. Hristiyanlar bunları yok etti. Anlayamadılar çünkü. Taşın yer altındaki enerjiyi alabilme özelliği vardır  ve bunu yavaşça etrafındaki bölgeye yayar. Eğer bir taşın etrafında insanlar duruyorsa bu enerjiyi alırlar. Bu enerji, ruhbanlar tarafından alındığında spiritüel boyutlarla temasa geçebileceklerini söylüyorlar. Sıradan insanlar ise bağışıklık sistemini güçlendiriyorlar.” 

Her duyduğum yeni bilgi bulmacanın yeni bir parçası gibi giderek daha büyük bir resim gösteriyor. Mesela Carnac’ı duymuştum ama Avrupa’da bu kadar çok megalit olduğunu bilmiyordum. Bu kadim insanlar mutlaka bir maksatla yerleştirmiş olmalılar bu kadar çok taşı. Sırf dekorasyon olsun diye olamaz.
Bunları düşünürken Megalit K-2 yanına geliyoruz. Görünürde 8 ton ağırlığında muazzam bir taş. Yine üzerinde tepeler var, sanki Visoko vadisinin haritası gibi. Eee ne olacak ki, taş üstüne taş görüyoruz, sıkıldık diyebilirsiniz. Ama 30 dakika içinde anlıyoruz ki huzurunda olduğumuz bu şey spiritüel ve enerjetik bir teknoloji harikası. Şifalı bir taş.

 Önce Sam’in taş üzerinde yaptığı açıklamalara kulak verelim. “Bu da diğerleri gibi en az 32.000 yıllık, çünkü bulduğumuzda üzeri harç ile kaplıydı. Altında bir tabaka var, onu yerden biraz yüksek tutan. Taşı bu tabakaya kil ile yapıştırmışlar. Kalsiyum karbonat kökenli bir malzeme ile. Peki neden? Çünkü hareket etmesini istemiyorlar.”

“Buradan örnekler aldık. Atom fiziği enstitülerine bu taştan örnekler yolladık. Bu doğal bir taş mı yapay mı diye sorduk. Çok sofistike analizler yaptılar. Sonuç bu taşın bir seramik olduğu yönünde çıktı. Bu bir seramikse bunun yapay olarak yapıldığını anlıyoruz. Jeoradar ölçümleri bize gösterdi ki bu blok 30 cm ve 10 cm kalınlıklarında iki parçadan oluşuyor. Ve aralarında bir hava tabakası var. Üst taraf daha sonra yapılmış. Taşın ortasında ise oval şeklinde bir boş alan bulundu. Sıvı veya su değil. Bir tür mineral. Büyük ihtimalle kuartz kristali.”

Şimdi gelelim bu seramik taşın gerçek fonksiyonuna. Taşın 22 metre altında bir yer altı suyu var. Bu su taşın tam altında bir engele çarpıyor ve iki yöne ayrılıyor. Bu çarpmadan dolayı yüksek bir enerji ortaya çıkıyor. Yukarı hareket eden bu enerji seramiğin merkezindeki kuartz kristaline çarpıyor ve bu enerjiyi arttırıyor. Enerji seramiği titreşiyor ve bu bir elektromanyetik alan yaratıyor. Sam diyor ki “Bunu biz ölçtük, osiloskop ile. 28 Khz frekansında bir alan var burada, hem de sürekli olarak. 2 yıldır düzenli olarak ölçüyoruz ve görüyoruz ki bu enerji hep var. Toprak ana bunu sürekli olarak üretmez. Yani şu anda bir teknolojinin huzurundayız. Bizimkinden farklı ama yine de bir teknoloji. Bu insanlar doğal malzemeleri kullanarak, doğal enerji kaynaklarından gelen enerjiyi manipule etmeyi biliyorlar. Bütün tünel bu elektromanyetik enerji ile dolmuş durumda. Etrafta beyaz taşlar buluyorsunuz. Kuartz bunlar. Elektromanyetik enerji kuartza çarparsa  piezo elektrik etkisi ortaya çıkıyor. Bu sayede ultrasound ses üretilmiş oluyor. İnsan kulağı 2-20KHz arasını duyabilir. 20KHz ötesini duyamıyoruz ve buna ultrasound deniyor. Bunu biz duyamıyoruz ama hayvanlar duyabiliyor. Ve burada üretilen sesi hayvanlar sevmiyor. Bu bölgede hiç hayvan kemiği bulmadık. Buraya kediler ve köpekler asla gelmiyor. Yani burada birisi kendi için bir yeraltı kompleksi yaratmak istemiş. Hayvanları uzak tutmuş. Ultrasound insanlar içinde iyidir. Mikropları öldürür. Ve hücrelerin sağlığını sağlar. Yani tüm bu enerji fenomeni belirli bir niyet ile yapılmış.”Şaşkınlıktan ağzım açık kalmışken kafamdan geçen şu düşünce ile geri geliyorum: “Ya hakikaten etrafta hiç kedi köpek görmedik. Dışarıda bile.”

Elleri açıyoruz ve megalitin üzerinde tutuyoruz. Gözlerimizi kapıyoruz ve iki kez derin nefes alıyoruz. Megalitin enerjisini hissediyoruz. Ellerimizden geçiyor. Toplu bir meditasyon haline geçiyoruz. İnanılmaz güçlü bir enerji. Tüm hücrelerimi dolduruyor. Böylesini yaşamamıştım. Çok kısa bir süre içinde derin bir meditasyon haline geçtim ve vücuduma dolan yaşam enerjisinin tadını çıkarıyorum. Harika bir arınma etkisi yaratıyor.

20-30 dakika sonra yavaş yavaş meditasyonumuzu bitirirken ne kadar özel bir yerde olduğumuzu idrak ediyorum. 
Burada Sam piramidlerin enerjisinde dair önemli bir ipucu veriyor. “Tüneller ile Güneş piramidi birbirine bağlılar. Bu tünellerin topladığı enerji güneş piramidini besliyor.” Yeni bir bulmaca parçası edinmiş olmanın keyfiyle yürümeye devam ediyorum. 

Bundan binlerce yıl önce insanların sahip oldukları bilgi ve zeka beni şaşırtmaya devam ediyor. Dar tünellerde olan yolculuğumuz sonunda geniş bir odaya varıyoruz. Yüksekliği 4 metre. Şu ana kadar geldiğimiz en yüksek yer burası. 50 metre karelik bir alan. Anlaşılan burası önemli bir buluşma noktası çünkü toplam 8 ayrı tünel buraya çıkıyor. Sam odanın özelliklerini anlatmaya başlıyor. “Buraya gelen insanlar iyi hissetmeye başlıyor. Astımı olanlar burada hiç nefes problemi yaşamıyorlar. Alerjiler ortadan kalkıyor. Burada ne olduğuna bilimsel olarak bakmak için negatif iyon yoğunluğunu ölçtük. Negatif iyonlar kanımızı virüs ve bakterilerden temizler. Büyük şehirlerdeki evlerimizde, ofislerimizde santimetre küp başına  50 ila 100 negatif iyon bulunur. Şehir merkezinde açık havada 400, köylerde 800’dir bu sayı. Irmak veya deniz kenarında, sizin İstanbul Boğazı gibi 1500 negatif iyon bulunabilir. Dağın tepesindeki bir ormanda ise 5000’dir. Doktorlar nefes problemi olan hastalarını bu dağlara yollarlar negatif iyonlardan dolayı. Burada yaptığımız ölçümde ise bu oran 18.400 çıktı. Yani en sağlıklı dağ ormanlarından neredeyse 4 kat daha sağlıklı bir yerdeyiz şu anda. Bu birinci unsur.”

Sayılar başımı döndürürken bir yandan da  Sam’i dinlemeye devam ediyorum. “İkinci unsur şu. Bizler gezegenin yüzeyinde iken kozmik radyasyona mazur kalıyoruz. Bunlar bizim üzerimizden geçerek gezegene iniyorlar. Fakat bunlardan bazıları bizim için tehlikeli ve hücrelerimiz bunlarla savaşıyor. Mesela meşhur Heartmann hatları vardır, her 2 – 2.5 metre arasında kesişir bu çizgiler. Bu kesişim noktaları da vücudumuz için çok zararlıdır. Sümer ve Babil’de tapınakları yaparken taş sütunları tam olarak bu heartmann kesişimleri üzerine koymuşlar. Dolayısıyla kimse bu noktalarda duramıyor.

Ayrıca Curry hatları, Schenider hatları vardır. Onlar Heartmann’a göre çapraz giderler. Onların kesişim noktaları da zararlıdır. Son olarak ta yer altından gelen negatif radyasyon vardır. Yüksek radyasyon vücudumuz için zararlıdır. Eğer yeraltı suyunun üstünde yatağınızı koyarsanız 15 sene sonra hasta olursunuz. Bunları görmüyoruz, ama hayatımız boyunca vücudumuzun bu dalgalarla savaşı devam ediyor.”

“Biz buradaki kozmik radyasyonları ölçtük. Sonuç: negatif kozmik radyasyon yok. Heartmann ve diğer kesişimler sıfır. Yeraltı sularını radyo aktivitesi ölçüldü, olabilecek minimum değerden 10 kat düşük değerler çıktı. Yeraltı sularında gelen enerjiler tam üzerlerine yerleştirilen bu taşlardan dolayı olumsuzdan olumluya dönüşüyorlar. Yani burası dünyamız üzerindeki en güvenli yerlerden birisi.” Pes yani, bu kadar olamaz. Gönüllü olup sabah akşam burada çalışanların sağlığında ne kadar bir iyileşme olduğunu merak ediyorum. Çünkü anlaşılan şey, içeri girdiğimiz andan itibaren vücudumuz dış düşmanlardan özgür kalıyor ve asıl işlerini yapıyorlar. Problemleri tamir ediyorlar. Rejenerasyon sürecini başlatıyorlar. “45 dakikadır bir şifa sürecindesiniz” diyor Sam. “Bilseniz de bilmeseniz de. İsteseniz de istemeseniz de.” Düşünsenize tüm hayatınızı burada geçirdiğinizi. Ömrü uzatmak, yüzyıllarca hayatta kalmak mümkün böyle bir yerde. 

45 dakika olmuş demek içeri gireli. Bu kadar fazla ilginç bilgiyi bu kadar kısa sürede duyma şansına kaç kez sahip olmuşumdur acaba. Şimdi yan tünellerden birine girdik. Giriş 3.5 metre yüksekliğinde 2.5, 2, 1.5 metre 1 metre olarak devam ediyor, yani alçalıyor, ve sonra aynı şekilde yükselmeye başlıyor. Zaten girdiğimizden beri bu tuhaf alçalma ve yükselmeyi yaşıyoruz tünellerde. Tıpkı bir sinüs dalgası gibi. Tüm tüneller böyle. Meğer bu da bir tesadüf değilmiş ve akla gelmeyecek bir mühendislik harikasına işaret ediyormuş.

Normalde böyle kapalı bir yerde havanın ağır ve sıcak olmasını beklersiniz oksijen eksikliği olur. Neredeyse 1 saattir bu tünellerde yürüyoruz ama hiç havalandırma olmamasına rağmen nefes alıp vermekte zorlanmıyoruz. Yaşı ilerlemiş olanlar var, çok sigara içenler var, kimsede tık yok. İçeride hava sıcaklığı her yerde aynı. Nem de öyle. Buraya gelen maden mühendisler şok olmuşlar. Tünelleri yapanların bunu nasıl başardıklarını anlayamamışlar. Yüksek yerlerde basınç azalıyor, alçak yerlerde basınç yükseliyor. Farklı basınçlar sayesinde hava hareket ediyor. Tek bir düz tüneliniz varsa büyük bir vantilatörünüzün olması lazım. Günümüzde yapılan büyük tünellerde iki uca büyük vantilatörler koyarak hava akımını sağlıyoruz. Burada ise her tünelin kendisi bir vantilator. Dahiyane!

Harika yeraltı gezimiz devam ediyor. Size son bir mucize olaydan bahsetmek istiyorum. Sam bizi bir yeraltı gölünün yanına getiriyor. 15 metre kare genişliğinde ve yarım metre derinliğinde. “Bu su temiz ve içinde hayat yok. Buraya gelen iki kanal var ve buralarda su giderek derinleşiyor. 200 metre böyle devam ediyor, sonrası bloke. Kanalların insan eliyle yapıldığı belli. Burada bir eğim var. Eğim sayesinde su ilerliyor ve negatif iyon bırakıyor. Böylece negatif iyon yoğunluğunu yüksek tutuyorlar. Bu sayede su tamamen temiz.”

“Aslında bu tüneli kazmak piramide giden yolu kısaltabilirdi. Ama önce suyu test etmeyi seçtik. Yakındaki bir halk sağlığı enstitüsü kimyasal ve biyolojik test içilebilir bir su olduğunu söylüyor. Slovenya enerji potansiyeli enstitüsü ise bunun şifalı bir su olduğunu söyledi. Eğer suyu buradan alırsak çok değerli bir şeyi kaybedecektik. Bu yüzden suya dokunmadık. Sonra başka testler yapıldı bu su ile. Kirlian fotografçılığı ile baktılar. Beden fonskiyonlarını geliştirdiği ortaya çıktı. Bize bir sertifika verdiler bu konuda.”

İlginç olan suyun derinliği bir azalıyor, bir artıyor. Suda hiç dolaşım yok, tamamen sabit. Normalde sabit bir su çürür, kokar, içinde bakteriler ürer. Ancak negatif iyonlardan dolayı su kesinlikle kirlenmiyor ve mikrop ve bakterilerden uzak kalıyor. İnanılmaz!
Sam sırayla hepimize bu suda biraz tattırıyor. Sonuç? Kesinlikle lezzetli!

Tünellerdeki gezimizin sonu Sam ile bir sohbete dönüşüyor. Bu kadar inanılmaz bilgi varken neden daha önce duymamış olduğumuz sorusu geliyor doğal olarak. “Bilimsel kurumlardaki pek çok insan bize karşılar. Çünkü tüm bunları açıklamak zorundalar ve bunu istemiyorlar . Binlerce yıl önce enerjiyi manipule eden ve bu kadar malzemeyi taşıyan kimlerdi? Bildiğimiz tarih kitaplarını değiştirmemiz gerekir. İnsanlar ise Doktoralarını ve profesörlük ünvanlarını kaybetmek yerine bize saldırıyorlar. Kabul edilmemizi engelliyorlar. Bunların hepsi doğal diyorlar.” Mesela National Geographic gelmiş ve bunları siz yaptınız demişler. History Channel ise bunlar gerçek demiş. Bu tartışma uzun yıllar devam edeceğe benziyor. Çünkü bunu kabul edebilmesi için insanlığı geçmesi gereken değişim çok büyük. 

“Şu ana kadar keşfettiklerimiz tünel ağının %2-3 oranında. Ne bulacağımızı kim bilir? Ve görünen o ki tünellerde daha derine indikçe, vibrasyon seviyeleri yükseliyor” diye ekliyor Sam.

Konu yavaş yavaş bu tünellerin ve piramidin maksadına geliyor. Neden yapılmış bunlar, ne işe yarıyorlar? Sam tünelleri kapatan üçüncü uygarlıktan dem vurarak açıklıyor. “Milyonlarca taş getirip burayı doldurmuşlar, demek ki çok önemli bir şey saklıyorlar. Arkeologlar saklananın ancak bir mezar olacağını söylüyorlar. Bir şeyi saklamak için bu kadar fazla emek harcıyorsanız basit bir mezardan daha fazla şey orada olmalı. Bu bence teknoloji. Eğer teknolojiniz varsa dünyayı yönetebilirsiniz.”

“Birisi farklı enerji fenomenleri yaratmanı yolunu biliyordu. EM, ultrasound, negatif iyon, manyetik enerji. Tüm bu farklı enerjiler, tünel sisteminde ilerliyor ve piramide gidiyor. Piramidi besliyor. Piramidin tepesinde pek çok farklı enerji fenomeni ölçtük zaten. Demek ki burada binlerce yıldır çalışan bir enerji makinesi var. Bunu kullanarak iletişim yapmak mümkün. Farklı amaçlar için kullanılabilir. Bence teknolojiyi saklamak istediler. Teknolojiyi askeri nedenler için kullanabilirler, veya insanları yönetmek için. Enerji nötrdür iyi veya kötü değildir. Ama biz onu iyiye veya kötüye kullanabilirsiniz. Isınmak veya şifa için kullanabiliriz. Mesela lazer gibi. Lazer ışınlarıyla göz rahatsızlığını iyileştirmek veya askerleri öldürmek mümkün. Veya dünyanın en büyük lazer silahını yapıp başka bir gezegeni yok edebilirsiniz. Bence saklanan şey bu enerji ile ilgili bilgi. Piramitler bununla ilgili çünkü. İkinci olan ise şifa yönü. Hayatımızdaki en önemli şey şifamız, sağlığımız. Ve böylesi uzun bir kompleks yeraltı tünelleri ile hayatınızı uzatabilirsiniz, sağlığınızı çok iyi noktada tutabilirsiniz.” 

“Her geçen yıl yeni şeyler öğreniyoruz. Benim inandığım şey her yıl yeni şeyler öğreneceğiz. Ama ne kadar öğrenmeye hazırsak. Eğer sadece %2-3 oranında keşfettiysek bu tünel ağının, asıl ana keşifler henüz yapılmamış olanlardır. Eğer ilk 50 metre karelik odayı keşfettiysek belki 500 veya 5000 metre karelik odalar var. İlk küçük gölleri keşfettiysek belki daha büyük göller bulacağız. Şu an küçük şifa özellikleri keşfediyorsak belki gelecekte gezegeni kurtaracak bir şifa potansiyeli bulabileceğiz. Bence gelecekte bu yeraltı tünelleri daha ve daha ilginç olacak. Şu an sadece bir seviyedeyiz biz, kim bilir bunun altında kaç seviye daha var.” 

Tüm Bosna piramitleri ile ilgili başka eşsiz bir durum da, tüm çalışmaların halk eliyle yürütülüyor olması. Proje tamamen bir sivil toplum örgütünce yönetiliyor. Bağışlarla ayaktalar. Bosna çok fakir bir ülke. Savaş ekonomiyi tamamen dağıtmış. Ancak her şeye rağmen burada inanılmaz bir heyecan var.
Sam gerçekten çok iyi niyetli bir insan, sohbetlere devam ettikçe bu daha da ortaya çıkıyor. “Pek çok arkeolojik proje elit insanlara aittir ve halka ne duyuracaklarına onlar karar verir. Ama bizde böyle bir şey yok. Herkese açık, sizlere de” diyor. İnandığı şey bilginin ve enerjinin serbest ve ücretsiz olması. Bu sayede özgür ve uygar bir dünyada yaşayacağımıza inanıyor. 

Piramitler de aslında birer sınırsız enerji kaynağı olarak kullanılmışlar bence. HES, nükleer enerji gibi topluma baskı ve zarar getiren enerji yöntemlerine göre Tesla’nın da keşfetmiş olduğu serbest enerji çok çok iyi bir alternatif bizim için. Bana kalırsa piramit bilgisinin bastırılmasında yatan nedenlerden birisi de bu. 

Bu konuda yapılan inanılmaz araştırmalar ve deneylerden, piramit teknolojilerinin pratik uygulamalarından ve asıl Bosna piramitlerinin nasıl yapıldığı da dahil olmak üzere Visoko vadisi gezimizden diğer detayları bir sonraki yazımda paylaşacağım. 

(4-9 Eylül 2013’de yapılacak Bosna gezisi ile ilgili detaylar için tıklayınız.)

Fatih Keçelioğlu