Kuzey Afrika Berberileri arasında, günümüzde okyanusun dibine gömülmüş, ancak kehanete göre yeniden yükselecek olan bir “Attala” ülkesi efsanesi bulunmaktadır. Keltler, atalarının Avalon olarak adlandırılan, batıdaki bir ülkeden geldiklerine inanmaktadır. Basklar, Atlaintika dedikleri bir ülkeden geldiklerini, eski Atlantislilerin torunları olduklarını söylemektedir (1). 1882 yılında İgnatius Donnelly tarafından yayınlanan “Tufan Öncesi Dünya” adlı eserde, Bask halkının, hem fiziki özellikler hem de dil açısından, diğer Avrupa ulusları ile hiçbir benzerliğinin olmadığına dikkat çekilmektedir. Donnelly’e göre de Bask halkı, tufan sonrası, Atlantis’den İber yarımadasına göç etmiştir.

İbrani ve Arap efsanelerinde, “Ad” isimli bir ülkeden söz edilir. İlk insan olarak kabul edilen Adem isminin, Ad-Ami yani Ad Halkından türetildiği savı düşündürücüdür. Kuran’ın açıklamalarına göre, bu ülke halkı, günahları nedeniyle Tanrının gazabına uğramıştır. Hindistan efsanesi Mahabharata’da, okyanusun ortasında yer alan “Attala” adlı bir kıtaya atıfta bulunulmaktadır. Aztekler, kendilerinin doğudaki okyanusta bulunan Aztlan adlı büyük bir adadan geldiklerini ifade etmişlerdir. İskandinav efsanelerinde, Atland adlı bir ülkede yaşayan, sarışın, mavi gözlü bir ırkın, kendi ataları olduğundan bahsedilmektedir (2).

Atlantik okyanusun üzerinde olduğu iddia edilen ve varlığı, Mu kıtası hakkındaki bilgilerin kaynağı İngiliz araştırmacı James Churchward’dan yüzlerce yıl önce, Mısırlı rahipler tarafından, Yunanlı filozof Platon aracılığıyla insanlığa duyurulan Atlantis, kuşkusuz uygarlığın ilk beşiği değildi. Atlantis, Mu uygarlığının bir kolonisiydi ve zaman içinde bağımsızlığını kazanarak, bir imparatorluğa dönüştü. Peki, Mısırlı rahipler, durup dururken Platon’a bu sırrı niye verdi? Çünkü, Platon da Mısır’da inisiye edilmişti ve kardeşleriydi (3).

Platon Atlantis’i, Solon ve Kritias’ın ağzından anlatmıştır. Bu iki filozof arasındaki konuşmaya göre, Firavun Amosis döneminde (M.Ö. 570-525) Sais şehrini ziyaret eden Solon, burada bir üstat rahip tarafından Atlantis hakkında bilgilendirilmiştir. Mısırlı rahip Suchis, Solon’a, eskiden Cebelitarık boğazı ötesinde çok büyük bir kıta olduğunu, Mısır’dan hareket eden bir kişinin denize ulaştığında, adadan adaya geçerek okyanusu aştığını ve karşı kıyıdaki bir diğer kıtaya ulaşabildiğini söylemiştir. Rahibin ifadesine göre bu kıta 9 bin yıl önce, (günümüzden 12 bin yıl önce) büyük bir tufan ve deprem neticesinde sulara gömülmüş ve kolonisi olan Mısır ile ilişkisi kesildiği için Mısır uygarlığı gerilemiştir (4).

Mısır’da 10 yıl kadar kalan Solon’un, yönetici rahiplerle yakın temasına rağmen, onların kardeşlik örgütüne inisiye edilip edilmediği hakkında bilgi yoktur. Öte yandan, bir diğer Yunanlı, tarihçi Heredot da Mısır’ı ziyareti sırasında yine rahiplerle konuşmuş ve bu rahipler kendisine, örgütlerinin 11 bin yıldan bu yana varlığını sürdürdüğünü söylemişlerdir.

Platon’un anlatımına göre, Mısırlı Rahip Suchis, Solon’a şunları söylemiştir: “O günlerde (tufan öncesi) okyanusta gemi yolculukları yapılıyordu. Sizin Herkül sütunları dediğiniz boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada, Küçük Asya (Anadolu) ve Libya’nın toplamından daha büyüktü. Bu adadan geçerek, esas okyanusu çevreleyen karşıdaki kıtaya ulaşılabilirdi. Çünkü, adayı çevreleyen deniz dar bir geçittir fakat diğeri, gerçek denizdir. Onu çevreleyen topraklar da, kıta olarak anılmayı hak eder.

Eski geleneklerden, zamanın aşındırdığı bilimlerden size bir şey aktarılmış değil. Tufan 9 bin yıl önce oldu. Şimdi bir efsane gibi görünüyor ama gerçekte, dünyanın çevresinde ve gökyüzünde dönen cisimler sapmaya uğradı. Şiddetli depremler ve su baskınları oldu. Atlantis adası denize gömüldü.  Tanrılar dünyayı tufan afetine uğrattıklarında, dağlarda çobanlık yapanlar yakayı kurtarırken, kentlerde yaşayanları sular sürükledi. O kesimlerde halen denizin geçilemez halde olmasının nedeni, adanın suya batışı sonucu, deniz yollarının sığ balçıkla kaplanmasıdır. Ama bu ülkede, ne o zaman ne de başka bir zaman, su tarlaların üstüne çıkmaz. Dolayısıyla, buradaki herşey, en eskilerdir. Eskiden, önemli ne olay olmuşsa, bunlar yazılıp, tapınaklarımızda muhafaza edildiler. Kutsal kayıtlarımıza göre bizim kentimiz (Sais) 8 bin yıl önce kuruldu.

Atlantis’te, Poseidon’a adanmış kutsal bir tapınak vardı. Dış cephesi gümüşten, kuleleri altından ve çatısı da fil dişindendi. Poseidon’un, Atlantislilere verdiği yasalar, ilk insanlar tarafından Orichalcum bir sütun üzerine yazılıp, tapınağın içine yerleştirilmişti.”(5)

Yunanlı filozof, Mısırlıların Nil kıyılarına ilk yerleşiminin 23 bin yıl önce olduğunu iddia etmektedir. Platon, Suchis’in Solon’a, büyük felaket öncesi Atlantis adasından gelen orduların Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri istila ettiği, ancak en sonunda Atinalılar tarafından püstürtüldükleri bilgisini verdiğini söylemektedir. Atinalılar, Atlantislileri kendi adalarına kadar kovalamışlar ve bu sırada, büyük tufanın meydana gelmesi ile, hem Atlantis, hem de Atina orduları yok olmuştur. Platon, Solon ile Suchis arasında geçen bu dialogları, Mısırlı öğretmeni Rahip Seknuphis’in kendisine aktardığını söylemektedir. Yunanlı tarihçi Heredot, Mısırlıların, Osiris’in zamanı ile kendi aralarında 15 bin yıl olduğunu söylediklerini ifade eder. Aristo da, bazı anıt yapıların ve bu arada piramitlerin 10 bin yaşında olduğuna inanmaktadır (6).

Atinalıların, Atlantis ordusunu yenmiş ve ülkelerine kadar kovalamış olmalarından, her iki gücün de, teknolojik olarak en azından aynı düzeyde bulundukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Tüm Asya ve Avrupa toprakları, Mu imparatorluğunun müttefiği Uygur imparatorluğuna ait olduğuna göre, Atina’nın da, bu imparatorluğun gücü ile rakibini yenmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu savaş, Mu ile Atlantis arasında süren bir dünya savaşının parçası gibidir ve savaşın nihai aşamasında Tufanın meydana gelmiş olmasından, istiladan korkan Atlantis’in son çare olarak en güçlü silahları denediği ve güçlerin karşılıklı bu silahları kullanımı neticesinde, büyük felaketin meydana geldiği sonucuna ulaşılabilir (7).

Okyanus bilimcilere göre, günümüzden 11 bin yıl önce tüm dünyada deniz düzeyi, bugünkünden 90 metre daha alçaktı. Örneğin, Amerika kıtasının doğu kıyısı, bugünkü topraklardan 150 Km. daha ilerideydi. Ancak buzulların apansız erimesi neticesinde, tüm dünyada, alçak kıyı bölgelerinin tamamı sularla kaplandı (8).

Churchward Atlantis’in, Amerika ile Afrika arasında yer aldığını söylüyor. Diğer bazı araştırmacılar, bu batık kıtayı başka yerlerde arıyorlarsa da, kıtanın battığı okyanusun aynı adı taşıması, Atlantis’in Atlantik okyanusu üzerinde olduğu savlarını güçlendiriyor (9).

1898 yılında, Azor adası açıklarında deniz altına telgraf döşenmesi sırasında, denizin dibinde camsı lav kalıntılarına rastlandı. Bu lavların, ancak hava ile teması, böyle bir camsı yapıya yol açabilirdi. Deniz suyunun lav katmanlarını 15 bin senede ayrıştırabildiği gerçeği, lavların aktığı bu bölgenin 15 bin seneden önceki bir tarihte yüzeyde olduğu sonucunu ortaya çıkardı (10).

ABD tarafından 1949 yılında gerçekleştirilen bir okyanus tabanı araştırması sırasında, kıyıdan 1600 kilometre açıkta yer yer kıyı kumunun varlığı saptandı. Sadece kıyılar boyunca, sığ sularda oluşabilecek nitelikte olduğu görülen bu kumların, 20 bin ila 10 bin yıl önceden kaldığı belirlendi. Aynı şekilde derinlerde, 15 metreden daha derinde büyümesi olanaksız olan mercan kalıntılarına da rastlandı (11). Atlantik okyanusunun dibi bugüne kadar, birçok gemi tarafından tarandı. İngiltere’nin güneyinden, Güney Amerika’nın Orange burnu açıklarına kadar uzanan, güneydoğuya doğru Afrika kıtası açıklarına ulaşan bir yükseltinin varlığı tespit edildi. Bu yükselti, çevresindeki okyanus tabanına kıyasla 2750 metre daha yüksekti. Dolphin Sırtı adı verilen ve 1600 kilometrekare genişliğinde olan bu yükseltinin en üst noktası, Azor adalarında okyanus üzerine çıkmaktadır.  Halen suların altında olan yükseltinin yüzeyinde, okyanus ortamında ortaya çıkması mümkün olmayan dağlar ve vadiler bulunmaktadır. Bu yer engebeleri, bu toprakların tarihin uzunca bir döneminde su üzerinde kaldıklarının ispatıdır (12).

200 milyon yıl kadar önce, yeryüzünün tüm kıtaları Pangaea adı verilen tek bir kara kütlesini oluşturmaktaydı. Yer kabuğu hareketleri sonucunda zamanla kıtalar birbirinden ayrıştı ve uzaklaştı. Atlantik okyanusunun her iki tarafındaki toprakların çizimlerinin üst üste getirilmesi sonucu, Güney Amerika ve Güney Afrika’nın birbirleriyle mükemmel örtüştüğü, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın ise, örtüşmedikleri görülmektedir. Kuzeybatı Afrika ve Avrupa ile Kuzey Amerika arasında bir delik bulunmaktadır. Bu delik, bu noktada bir zamanlar bir kara parçasının bulunduğunu ve bu parçanın sonradan çöktüğünü göstermektedir. Dolphin sırtının bu deliğe yerleştirilmesi ile, delik örtülmekte ve kıtalar birbirleriyle mükemmel örtüşmektedir (13).

Piri Reis tarafından 1513 yılında çizilen haritanın, harita çiziminde halen kullanılan trigonometri esaslarına mükemmel uyduğu görülmektedir. Haritada, Amerika kıtası kıyıları son derece doğru biçimde çizilmiştir. Düz bir satıhta, Amerika kıyılarının haritada doğru yerleştirilmediği kanaati uyanmasına karşın, harita bir küre üzerine yerleştirildiğinde ölçüler oturmaktadır. Bu haritayı ilk çizenlerin, dünyanın bir küre olduğu bilgisine sahip oldukları açıkça ortadadır. Hem bu haritada, hem de 1531 yılında çizilen bir diğer harita olan Oronteus Fienus’da, halen buzlar altında olan Antartika kıtasının kıyı şekilleri ayrıntılı biçimde yer almıştır (14). Günümüz bilim adamları, bugünkü teknolojiyi kullanarak, bu eski çizimlerin son derece doğru olduğunu, buzlar altında yer alan koylar ve haliçlerin yerlerinin tam tespit edildiğini  belirlemişlerdir. 1487 yılında yayınlanan İbni Ben Zara haritasında da, Kuzey Avrupanın buzullar altında olduğu görülmektedir. Bu haritaların, 2 bin yıl önce İskenderiye kütüphanesinde bulunan bir dünya haritasının parçalarının kopyaları olduğuna ve Avrupanın buzlarla kaplı, Antartika’nın buzsuz olduğu bir dönemde, dünyaya kuşbakışı olarak bakabilen, küresel harita çizme tekniğini uygulamayı bilen bir uygarlık tarafından çizildiğine inanılmaktadır.

1927 yılında bir Amerikan ekibi tarafından Maya Harabelerinde yapılan kazılar sırasında, tek parça kristalden oyulmuş bir kuvartz kafatası bulundu. Maddeye karbon testi uygulanamaması nedeniyle kafatasının yaşı belirlenemedi ancak uzmanlar, teknolojik açıdan bu mükemmellikteki bir kesimin, günümüz koşullarında dahi mümkün olmadığı, bu eserin bizden daha gelişmiş bir uygarlık tarafından yapılabileceği kanaatine vardıklarını bildirdiler. Halen Londra’da British Museum’da bulunan kafatasının mikroskobik açıdan incelenmesi sonucu, kuvartzın oyma işleminin metal bir araç ile yapılmadığı saptandı (15).

1882 yılında bir İngiliz ticaret gemisi, Azor adalarının 200 mil güneyinde, denizden yeni yükselmiş bir ada buldu. Volkanik kalıntılarla kaplı ve bitkiden yoksun bu adada bazı duvar kalıntıları olduğu görüldü. Duvarın yakınlarında, taş bir lahit içinde bir insan mumyası, tunç kılıçlar, hayvan figürleri, insan başı kabartmaları, yüzükler, çekiçler bulundu. Ada, denizden çıktığı süratle yine sulara gömüldü ve bir daha görülmedi. İngiltere’ye götürülen buluntuların akibeti ise bilinmiyor (16). Bu tarihten itibaren, Atlantik’in çeşitli bölgelerinden, yapı, duvar ve yol buluntularına ilişkin çok sayıda haber gelmeye başladı. Atlantik üzerinde uçan pilotlar su altında kent kalıntıları, yollar ve hatta bir piramit gördüklerini söylüyorlardı (17).  1947 yılında gerçekleştirilen bir Sovyet sualtı araştırması da, bu bulguları doğrular nitelikteydi. Aniden ortaya çıkan ve yeniden sulara gömülen adanın olduğu söylenen bölgede yapılan incelemede, denizin 3 bin metre derinliğinde, insan yaşam ve faaliyetlerini çağrıştıran izler tespit edildi. 75 cm. genişliğinde, 1,5 m. uzunluğunda bir duvar ve insan yapımı olduğu açıkça görülen beş adet basamak belirlendi ve fotoğrafları çekildi. Bölgede dağlar yer yer 400 metre derinliğe kadar yükseliyordu (18).

Amerikalı paleantolog ve jeolog Manson Valantine, 1968 yılında Bahama sahanlığında yaptığı incelemeler sonucunda, deniz dibinde, insan yapısı devasa taşların bulunduğunu gördü. Çeşitli binaların ve taştan yolların kalıntıları olan bu taşlar, üst üste paralel biniyor ya da düz ve dik açılarla kesişerek, dümdüz uzanıyordu. Araştırmaları sürdüren Valantine, düzgün kesilmiş bir yapı bloğu ve 100 kilo civarında bir kedi başı buldu (19). Taşların her birinin, en az 25 ton ağırlığında olduğu görüldü. Yine, Meksika, Küba, Florida ve Venezuella’da, deniz içinde, kimileri kilometrelerce uzunlukta olan duvarlar bulundu (20).

Amerikalı yazar Charles Berlitz, Bahama kıyılarında balıkçı ve pilotların, okyanus tabanında sualtı piramitleri gördüğünü söylemektedir. 1978 yılında bölgede yapılan bir incelemede, 200 metre derinden başlayan ve tepesi 50 metreye kadar yükselen bir piramit bulunmuştur. Araştırmayı düzenleyen Ari Marshall, bu piramidin tabanından, gaz ya da enerji kristallerinden kaynaklanmış olabilecek yeşil bir ışık yayılmakta olduğu söylemiştir (21).

İngiliz araştırmacı Churchward, Naacal tabletlerinde Atlantis’e önemli bir yer verildiğini ve önceleri Mu’nun kolonisi olarak uygarlaşan Atlant’lıların, zaman içinde bağımsızlıklarını kazanarak kendi imparatorluklarını kurduklarını belirtiyor. Tabletler, Mu kolonisi Atlantis’de Mu Kozmik Dinini öğreten okulların bulunduğunu ancak, bağımsızlık sonrası ana dinden uzaklaşıldığını ifade ediyor. Naacal tabletlerine göre Atlantlı rahipler, kendi güçlerini artırmak için ana dini yozlaştırmayı çıkarlarına uygun bulmuşlardır.

Atlantis’de dini yozlaştırma, Osiris’in ortaya çıkışına kadar sürdü. Naacal tabletlerinden ikisi, günümüzden 22 bin yıl önce Atlantis’de doğan bu büyük insana ayrılmıştır (22). Tabletlere göre Osiris genç yaşında, doğduğu yeri terk ederek Mu’ya gitti ve burada “Bilgelik Okulları”ndan birisine girdi. Mu kıtasında, Naacaller arasında “üstat rahip ve kutsal kardeş” unvanını alana kadar kalan Osiris, dini bir reform başlatma göreviyle ülkesine geri döndü. Yozlaşmış Atlantis dinine ve rahipler sınıfına karşı savaş açan Osiris, güçlü kişiliği ile halkı da yanına aldı ve yozlaşmış rahipleri, itibarını yitiren mabetlerden temizledi. Ölene kadar ülkesinin ruhani lideri olan Osiris, kendisine teklif edilen imparatorluk unvanını reddetti. Öldükten sonra takipçileri ve rahip kardeşleri onun anısına, yaydığı dine “Osiris Dini” adını verdiler.

Osiris adı, Mısır tanrıları arasında geçmektedir. Bu adın Mısır’a Hermes (Toth) tarafından getirildiği ancak zaman içerisinde bu saf dinin yozlaşması ile Osiris’in de, ilkel tanrılardan birisi haline dönüştüğü sanılmaktadır. Mısır tanrıları panteonunda adı daima Osiris ile birlikte geçen İsis, aynı tanrının dişil ifadesi, her ikisinin oğulları olan Horus da, kutsal kelamın ifadesidir. Hermes de, Osiris ve İsis gibi, bir süre geçtikten sonra tanrılaştırılmıştır (23).

Amerikalı yazar Shirley Andrews’a göre, Atlantis’te, ruhun ölmezliğine ve yeniden doğuşa, ruhun çeşitli hayatlarda yaşadığı deneyimler ile olgunlaştığına ve tekamül ederek, Yüce Tanrı ile özdeşleştiğine inanılırdı. Daire, herşeyin kaynağı olan Yüce Tanrıyı sembolize ederdi. Bu nedenle, tapınaklarını ve şehirlerini daire biçiminde inşa ederlerdi. Yeni yıl törenleri, 21 Haziran’da Poseidon tapınağında, açık havada yapılırdı. Güneş yeni yıla ilk doğuşunda tapınakta biraraya gelen halk, doğuya dönük olarak güneşin ışıklarını selamlardı. Güneş en yüksek noktasına ulaştığında baş rahip, elindeki kristali güneşe tutar, bu ışınlar tüm katılanlara yansıtılırdı. Güneş battıktan sonra, güneşin değeri, karanlığın kötülükleri anlatılır, baş rahibin “Aydınlık Gelsin” emri ile, tüm tapınak görkemli ışıklarla aydınlatılırdı. Atlantisliler güneşe, yaşamın kaynağı olarak Yüce Tanrının sembolü gözüyle bakarlardı. Ayrıca, Yüce Tanrının kuralları doğrultusunda hareket eden ikincil derecede tanrıların da varlığına inanılırdı (24).

Rahiplik, ömür boyu süren ve devamlı meditasyon yapılmasını gerektiren bir meslekti. İlk aşama, bedensel temizlik, ikinci aşama zihinsel temizlikti. Rahipler, önce kendi iç dünyalarını tanır, sonra da zihinlerini evrensel bilgiye açarlardı. Yapılan ritüelik uygulamalar ile, kısmi ölüm deneyini yaşadıkları bir sınavdan geçirilir ve bu dünyayı terk etme korkusundan tamamen arınırlardı. Bu sınav sonucunda, yeniden doğdukları ve farklı güçler edinmiş oldukları kabul edilirdi (25). En üst düzeydeki rahiplerin giyisisi beyazdı. Günümüzde halen uygulanmakta olan Şaman ritüellerinde de, şamanlar önce beden temizliği, sonra zihinsel temizlik yapmakta ve karanlık bir ortamda günlerce aç susuz kalarak, derin tras haline geçmektedir. Bu trans halinde ruhun bedeni terk ettiğine ve daha üst boyutlarda olgunlaştığına inanılır.

Amerikalı yazar Lewis Spence, “Atlantis’teki Okült Bilimler” adlı eserinde, Atlantisli rahiplerin üç aşamadan geçtiklerini iddia etmektedir: İnisiasyon-Ustalık ve Magnus. İnisiye olacak kişi bir yeraltı labirentine sokulur, sonra toprak, hava, su ve ateşle sınanarak, yeniden doğuş aşamasına gelirdi. Bu aşamaya ulaşabilen aday, yoğun bir ışık hüzmesinin içinden geçirilerek, yeniden doğardı. Sınavları geçen, Poseidon tapınağına kabul edilir ve eğitimine başlanırdı. 20 yıl çeşitli bilim dallarında eğitim alanlar önce usta olur, sonra meditasyonla geçen ikinci bir 20 yılı tamamlayanlar da, layık bulunmaları halinde, rahipliğin en yüksek mertebesi olan Magnus derecesini elde ederlerdi. Spence, Magnusların, istedikleri zaman bedenlerinden ayrılma ve evrenle birleşme yetenekleri olduğunu yazıyor (26).

Amerikalı psişik Edgar Cayce, Atlantislilerin elektriği ve atomu bildiklerini, güneş enerjisini dizgine aldıklarını öne sürmektedir. Cayce’ye göre, Atlantislilerin enerji kaynakları, ateş taşı adı verdikleri dev yansıtıcı kristallerdir. Poseidon güneş tapınağında bulunan bu kristaller her türlü enerji gereksinimi için kullanılmış ve çevrenin korunması bu kristallerle mümkün olmuştur. Ancak, tufan felaketine de, bu dev kristallerin hatalı kullanımı neden olmuştur (27). Bir diğer psişik olan Gareth Knight, Atlantis’in bir kral tarafından yönetildiğini ve kralın sadece, güneş baş rahibine karşı sorumlu olduğunu söylemektedir. Güneş dini, halkın dünyevi dinidir. Uygarlığın son günlerine doğru rahip kastı giderek yozlaşmış, çok tanrılı din güçlenmiş, rahipler sahip oldukları güçleri kötüye kullanmaya başlamışlardır. Son günlerde dahi, öğretinin gerçek yolundan ayrılmayan ancak azınlıkta kalan “Işık Rahipleri” ise, öğretilerini gizli sırlar perdesi ardında sürdürmüşlerdir. Tıpkı bu rahiplerin öğretileri gibi, zanaatkarların teknolojik bilgileri de, bir sır olarak kitlelerden gizlenmiştir (28). Amerikalı yazar Murry Hope da, bu görüşe katılmakta ve örneğin, ana enerji kaynağının sonik olduğunu, ancak bunun bir sır olarak gizlendiğini ve sadece, ‘rahip sınıfının bilim adamı olan “Mason” kanadınca’ bilindiğini söylemektedir. Hope’un bu anlatımından, Atlantis’te, Mason kelimesinin, “bilim adamı rahipler” için kullanıldığı gibi bir sonuca ulaşmak mümkün görünmektedir (29).

Knight’ın, azınlıkta kalan “Işık rahipleri” ve Hope’un, “Bilim adamı rahipler” dediği rahip sınıfı, uygarlığın son dönemlerinde yeniden etkin hale gelen çok tanrılı yozlaşmış dinin baskıları neticesinde yer altına çekilmek ve faaliyetlerini gizli sürdürmek zorunda kalan, Tek Tanrılı Osiris dininin rahipleridir. Mason kelimesi, bu rahipler tarafından kendilerini tanımlamak için Ezoterik öğreti doğrultusunda oluşturulmuş, Tanrının eril ve dişil yönleri ile, ilahi kelamı gösteren, üçlü sisteme dayandırılan bir kelimedir. Mason kelimesinin içinde yer alan ‘M’ harfi, öğretinin geldiği ana kaynak olan Mu kıtasını sembolize etmektedir ve bu yönü ile erildir. ‘A’ harfi, öğretinin, yeniden yüceltildiği ve geliştirilerek tüm kolonilere yayılmasını sağlayan Atlantis’i göstermektedir ve bu yönü ile dişildir. Kelimenin son bölümü oluşturan “SON” ise, M ve A’nın bileşimi sonucu ortaya çıkan ilahi kelamı sembolize etmektedir ve ‘Oğul’ anlamında kullanılmıştır, Osiris’in ta kendisidir. “Son” aynı zamanda, kendi fiziksel güneşimizi de remzetmektedir. Bu kelime, günümüz batılı dillerinde, küçük değişikliklerle, ‘Oğul (Son)’ ve ‘Güneş (Sun)’ anlamlarını sürdürmektedir. Diğer bir deyişle, Atlantis’in Masonları, tıpkı Mu’nun Naacalleri gibi, Tanrının her şeyi gören gözleri olarak, toplumu yönlendirmiş ve öğretinin sürmesini sağlamış Osiris rahipleridir. Uygarlığın son dönemlerinde, çok tanrılı din inanırları, “MA”yı, en yüce tanrı olan Atlas’ın kızı ‘Maia’, yani ana tanrıça olarak benimsemiş, bu inanış biçimi, tufan sonrasında da, daha sonra ele alacağımız Atlantis’in kolonilerinde, varlığını sürdürmüştür.

Ortodoks bilim çevreleri, gerek Mu, gerekse Atlantis uygarlığından günümüze hiçbir şey kalmamış olmasını, bu uygarlıkların var olmadıkları görüşüne temel olarak öne sürmektedirler. Ancak, aradan geçen sürenin 10 bin yıldan fazla olduğu göz önüne alınırsa, üzerinden büyük bir savaş ve dünyanın çehresini değiştiren tufan felaketi geçtiği de dikkate alındığında, meydana gelen tahribat sonucu sadece az sayıda taş bulgunun günümüze ulaşmış olması son derece olağandır. Granit, doğanın en zor etkilediği maddedir ve bugün yaptığımız beton bloklar dahil olmak üzere, günümüzden 10 bin yıl sonraya, uygarlığımızdan hemen hiçbir şey kalmayacaktır. Bizi anlamak için 10 bin yıl sonraki insanoğluna da, sadece taş kalıntılar kalacaktır.

Kaynakça
1- Hope Murry- Atlantis, Efsane mi Gerçek mi?- AD Kitapçılık- İstanbul-1994- Sf. 19
2- Andrews Shirley- Atlantis- Llewellyn P.-USA- 1997- Sf. 299
3- Schure Edouard – Büyük İnisiyeler – RM Yayınları – İstanbul 1989 – Sf. 541
4- Bilim Araştırma Grubu- MU; Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık -Bilim Araştırma Merkezi Yayınları- İstanbul 1978 – Sf. 58
5- Anderws S.- İe.- Sf. 96
6- Santesson Hans Stephan-Batık Ülke Mu Uygarlığı-RM Yayınları-İstanbul 1989- Sf. 93
7- Hope M- İe.- Sf. 24-25
8- Hope M- İe.- Sf. 58
9- Churchward James- The Children of Mu- Londra 1931
10- Cayce Edgar- Tufan Öncesi Atlantis- RM Yayınları- İstanbul 1989- Sf. 15
11- Anderws S.- İe.- Sf. 36
12- Hope M- İe.- Sf. 61
13- Hope M- İe.- Sf. 66
14- Hope M- İe.- Sf. 194
15- Hope M- İe.- Sf. 196
16- Hope M- İe.- Sf. 70
17- Anderws S.- İe.- Sf. 136
18- Hope M- İe.- Sf. 73
19- Hope M- İe.- Sf. 173
20- Anderws S.- İe.- Sf. 227
21- Hope M- İe.- Sf. 196
22- Churchward James- Sacred Symbols of Mu- England 1935- Sf. 240
23- Churchward J.- İe.- Sf. 238
24- Anderws S.- İe.- Sf. 74
25- Anderws S.- İe.- Sf. 114
26- Spence Lewis- Occult Sciences in Atlantis- Sannel Weiser İnc.-1978- Sf. 119
27- Hope M- İe.- Sf. 209
28- Hope M- İe.- Sf. 214
29- Hope M- İe.- Sf. 222

Cihangir Gener