“Hakikat hastalık gibidir, paylaşılmadıkça kurtulunamaz” diyor, Fransız düşünürü J. Baudrillard.

İnsan, hakikat içerdiğine güçlü bir şekilde inandığı düşünceleri aktarmaya dair büyük bir itilim duyuyor…”Yazmazsam Delirecektim” diyen Sait Faik gibi, kalemini yontup oturuyor masa başına…

Dünyada ve ülkemizde, insanlığın büyük bir hızla içine düştüğü irtifa kayıpları ve şuur kararması; düşünen, hisseden, arayan insanları farklı boyutlarda sorgulamalara yönlendiriyor.

İnsanlık tarihindeki bunca çarpıcı deneyimler, insan varlığını anlayarak daha yükseklere açabilmek için oluşa gelmiş dinler, öğretiler, edebiyat, felsefe vb. disiplinlerle ulaşabildiğimiz seviye bu mu olmalı?

Neyi anlayamadık, idrak edemediğimiz kayıp bir parça mı var, atladığımız yitik hikmetler neler ki hala buralardayız?

Konu çok boyutlu ve derin… Bu kadar kapsamlı bir konuyu işlemek, Mevlana’nın Mesnevi’sinde yer alan, zifiri karanlık bir ortamda “Fili Tarif” etmeye benzeyecek. Herkesin yaptığı gibi ben de, Fil’in görebildiğim-tutabildiğim parçasından hareketle haddimin sınırlarını zorlayacağım.

Başlığa, Yunus Emre’nin yüklü bir cümlesi geldi oturdu. Mevlana ile aynı yüzyılda yaşamış sevgi, barış, hakikat bilgesi Yunus Emre “72 milleti bir görmeyen insan değildir” demiş.

Çok evrensel bir söylem…

İnsanlık ailesinin fertlerini “beşer”den “insan”a taşıma, varlığın/varoluşun hakikatini sezdirme yolculuğunda bu ölçüde yüksek ve net başka bir tanım yapılmış mıdır, emin değilim?

İnsanı, “72 milleti aynı gözle görebilme” idrakine eriştiren yollar nereden geçer? Hangi öğretinin ışığı, hangi hikmeti kavramak, yüreği-şuuru bu seviyelere açar?

Anadolu’yu mayalayan, bu coğrafyaya vazifeli olarak gelerek buraların düş ve düşün dünyasını yüksek ilkelerle tohumlayan hazretler, saklı anlam katmanlarının idrak edilmesi gereken söz hazineleri bırakmışlar.

Taşıdıkları yüksek metafizik bilgi ve değerler hakkıyla tefekkür edilerek içrek yorumlarına ulaşılsa, içinden birden fazla eserin çıkabileceği, “insan” varlığının derinliklerine götüren, daha fazlasına talip olma noktasında güçlü istekler uyandıran, bazı zihinlerde ateş yakmayı amaçlayan bu “basit” cümlelerin sırrı ne?

Bu ve benzeri cümlelerle bizi “daha yüksek” bir yerlere adresleyen yüce gönüllerin dünyası ontolojik bir dünyaymış; dünyayı ve üstünde var edilmiş her şeyi “varlık” penceresinden bakarak yorumlamışlar. İnsana, eşyaya, yaşama, dünyaya, evrene dair eriştikleri “kozmolojik idrak”le; “varlığın” mevcudiyetine dair yüksek çözümlemeler yaparak, bizlere, daha kuşatıcı ve derinlikli bir bakış yetisi kazandırmaya çabalamışlar.

Bu büyük üstadlar, ezoterik ustalar; “”kainatların kuruluşu”, “idaresi” ve “insanın hakikati”ne dair yüksek kavramları ezelden ebede taşıyacak bir bilgi zinciriyle aktarmayı sürdürmüşler. Ancak, bunları aktarırken, yaşadıkları çağa ve insan idrakine uyarlayarak; şiirlere, felsefelere, manevi öğretilere saklayarak aktarmaya özen göstermişler.

Tıpkı Yunus Emre’nin, Mevlana’nın, Muhyiddin İbn Arabi’nin, Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaşi Veli’nin, Sühreverdi’nin, Ömer Hayyam’ın, Hallacı Mansur’un, Niyazi Mısrı’nin vd. alim ve ariflerin yaptığı gibi.

Onlar zannedildiği gibi “tarikat”çı değil, “hakikat”çi imiş…

Yunus’un “72 milleti bir görmeyen insan değildir” diyerek yakmaya çalıştığı işaret fişeğini kavrayabilseydik; idrak edilmesi halinde, insanlık ailesini belki de bambaşka bir realiteye sıçratacak olan en önemli yitik hikmetimizin, insan varlığında dürülü “dönüşerek yükselme potansiyeli” olduğunu fark edebilirdik.

Tıpkı, Hz Ali’nin kendisine yöneltilen “insanı neden bu kadar önemsiyorsun” sorusuna, “insanı o kadar küçük görmeyin, ona yüklenmiş hikmeti çözmeye çalışın, bütün alem dürülü bükülü insandadır, açılmayı bekler…” cümlesinde olduğu gibi…

Hakikat deryalarında dolaşan dalgıçların çok kullandığı “hikmet” sözcüğü önemli bir sözcük. Yaşanılanların arkasındaki örgüleri sezebilme bilgeliği, sebeplerle sonuçlar arasında mevcut olan kozmik irade rolünün keşfedilmesi, olguların derinliğini görebilecek sezgisel anlayışa kavuşma kapasitesi.

Modern çağların belki de en önemli “yitik hikmet”lerinden birisi, insanın ontolojik manasının, kâinat düzenindeki işlevinin göz ardı edilmesidir.

Anadolu’ya miras bırakılan bazı hikmetli cümlelerin anlam katmanlarında biraz yapı çözümcülük yaparak ilerleyecek olursak…

“Züptei alemsin sen hoşça bak zatına” (kendine iyi bak, alemin özü sensin) bir Şeyh Galip dizesidir; ve,Tasavvufun en önemli dayanaklarından birisidir.

Açılımı; “özünü gör, aslınla tanış, alemdeki yerini-etkini bil, değerini fark et, ona göre davran, nefesini boşa harcayarak bu yolculuğu heba etme…” Bugünkü spritüel koçların dediği gibi, “aynanın karşısına geç, ben çok güçlüyüm, şahaneyim diyerek olumlamalar yap, nefsini cilala, kendine tapın” değil…

Yunus, “Sen seni bil, sen seni…” derken; bizim fizik yapımız, nerede doğduğumuz, hangi okullardan mezun olduğumuz, kaç tane dil bildiğimiz” değildi, dert ettiği. “Benim özüm bu yeryüzüne nereden düştü, bu bedenden mi ibaretim, asıl varlığım bu mu?” sorularını sordurtarak bir “öz arayışı”na sevk etmek istiyordu, insanları.

“Sen çalış, çabala, kendindeki gizli hazineyi araştır, kendini bulmaya çalış. Sen düşüncelerinle, eylemlerinle iki aleme bedelsin” diyen Mevlana; “ama dikkatli ol, kendini çaldırma, kendini ucuza satma; çünki, henüz kendi değerini çözemedin!” tembihiyle, insanın varlığına dair içine düştüğü miyopiye ısrarla dikkat çekmektedir.

Mevlana,”insanın varlığını tanıması” üzerinde en çok ısrar eden alimlerdendir. Mevlana’ya göre, kendini bilmenin esas amacı, insanın “asıl benliği” üzerindeki maskelerin ötesine geçerek “çıplak ben”ine ulaşmasıdır. Bu “ben”e erişmeyi; “şayet tüm bağımlılıklarımı, yanılsamalarımı terk edersem, benden geriye ne kalır, kim ve ne olurum?” sorusunun cevabını bulmak olarak da görebiliriz…

Mevlânâ, her insanın, kişisel deneyim ve içsel keşif yoluyla, zamansal ve mekânsal değişime maruz olmayan kendi “öz ben”ini tanıma ve inşâ etme kapasitesine sahip olduğu inancındadır. Bu inşa sayesindedir ki, insan, sınırlı fiziksel varlığının kıskacından kurtulup, kendi varlığının mahiyetine ilişkin gerçekliğin farkına varır.

Ona göre, kendini bilmenin insana sağladığı diğer bir açılım, “varlığında her kötülüğü yapabilme potansiyeli bulunan bir nefse sahip olduğunu anlaması”dır. “Nefsinin seviyelerini fark edip nefs/şuur seviyesini dönüştürmenin, toplumu-dünyayı düzeltmenin öncelikli adımı olduğunu hakkıyla idrak eden insan zaten bunun gereğini yapar” der, Mevlana.

İnsan varlığının hakikatini keşfetmenin önemi İslâm Tasavvufunda olduğu gibi diğer dinlerin mistik yapılarında da çokça vurgulanmış bir husustur. Dünyanın her yanından ve bütün zamanlardan, kendini tanımanın vazgeçilmez gerekliliğine dair yükselen çok güçlü ifadeler var…

Örneğin, önemli Fransız düşünürü J. J. Rousseau, çoğu mistik geleneğin temelindeki “insanın kendini tanıması” konusunu ayrı bir ilim dalı olarak niteler ve bu hususun önemini şöyle belirtir; “İnsanların sahip oldukları bilgiler arasında, “en önemli” olmasına rağmen en az sahip olunan bilgi, insanın kendi hakkındaki bilgisidir. Delf tapınağı girişindeki ‘Kendini Tanı’ yazıtının, tek başına, ahlâkçıların hacimli kitaplarından çok daha önemli ve güçlü bir temel kural içerdiğini söylemeye cesaret ediyorum”
( J. J. Rousseau/ İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı)

“İskenderiye’li Philo” olarak da bilinen Helenistik dönem Yahudi filozofu Philo, İsa’dan yaklâşık bir asır önce, bu konuda şunları söylemektedir: “Kendinizi sigaya çekip nefsinizi tanımadıkça, göklerde ve kâinatın bizden çok uzak köşelerindeki gerçekliklere dair sahip olduğunuz havalı kıssalarınızı uzun uzadıya anlatıp durmayın. Önce kendinizin kim olduğunu tesbit etmedikçe, diğer meselelere, yargıç veya bilirkişiler olarak yaklaşmaya ehil olduğunuzu asla düşünmeyin”

Mevlânâ tarafından “irfan/ hikmet” olarak dile getirilen varlığın aslını tanımaya ilişkin vurgu, Ortaçağ Alman Felsefesinin önemli düşünürlerinden ve bir Hıristiyan Mistiği olan Meister Eckhart tarafından kendi kültürüne ait sözcüklerle şöyle dile getirilmektedir: “İnsanın kendi içinde bir sürü deri vardır, bunlar kalbinin derinliklerini örter. İnsan birçok şey bilir, fakat kendini bilmez. Niçin mi; bir öküzün veya ayınınki kadar kalın ve sert kırk tane deri ve örtü ruhu örter. Mutlaka kendi kaynağına git, o örtüleri kaldır ve kendi aslını öğren…”

Alman Filozof Heidegger; “Ne olup bittiğini anlamakta, yorumlamakta zorluk çektiğimiz bir atılmışlık-fırlatılmışlık, bir alçaklıkta kendimizi bulduğumuz yer” diye tanımlar dünyayı ve sorgulatır; varlığın, insanın ve buradaki yolculuğun sebebini.

Bizleri “asıl” varlığımıza ulaşmaya ve varlığın “asıl” sebebini bulmaya yönlendiren, “hakikat”le tanışmaya davet eden “aşk” yüklü, ısrarlı çağrılar saymakla bitmez…

Ama, Yerküreyle Gökkubbenin bağlantısını kurmak, varlığın hakikatini aramak, ince işçilik ve aşk gerektiren bir konudur. İslam öğretisinin kabuğunu reddederek özü yakalamış derya bilinçler, 9-14 yy arasında Anadolu’da, kökleri çok kadim zamanlara uzanan “”yüksek şuur” söylemini, bir sarraf titizliğiyle, aşkla tahsil ve tedris etmişlerdir.

Tasavvufta “aşk” kavramı çok özel bir yere sahiptir; ancak, sanıldığı gibi, bu aşk mistik bir şahsiyete duyulan aşk değildir. Erenlerin peşinde bir ömür harcadığı aşk, “varlık aleminin ve insanın görünen yüzünün arkasındaki hakikate ulaşmaya duyulan aşktır”…

Alimler, Arifler, Erenler; varlık perdesinin ötesinde gizlenmiş “hakikat”e aşıktır; aktarmaya, aşılamaya çalıştıkları aşk “hakikat aşkı”dır.

Bu aşkın, bu varlık merakının, bu soruların bizde bir karşılığı var mı?

Belki de; “varlık nedir”, “insan nedir” gibi, sormak suretiyle daha çok insan olacağımız, derin iç görüler yaratarak çığır açacak soruların sorulacağı, şaşırtıcı pro-aktif cevapların peşine düşüleceği bir çağ geliyor… Kendimizin ve insanlık ailesinin hastalıklarını teşhis etmek açısından, insan varlığına dair daha çok-daha çok konuşmamız, daha derin kreasyonlar yapabilmemiz lazım; belki de…

“Anadolu’da ne şahane söylemler, yüksek metafizik öğretiler üretilmiş; ne yüksek deneyimler yaşanmış” diye anlattıklarımız mitolojik bir hikaye gibi kalmaya mahkum mu? Bu yüksek varlıksal keşiflerin arka planına ulaşarak, insanlığın içine düştüğü bu gerilim ve devinimden, yepyeni bir insan ve toplum modeli, felsefesi inşa etmek, üzerine küller serpilmiş bir ateşi tekrar canlandırmak için hiç şansımız yok mu?

Aradan sekiz asır geçmesine rağmen, unutulmak bir yana, düşünceleriyle bize ışık kaynağı olmaya devam eden bu bilgelere, ozanlara, manevi şahsiyetlere baş vurmaya gerek duyuyorsak, onların işaret ettiği değerlere dair doruğa ulaşmış bir ihtiyaç duyuyorsak, bu dölleyici sözlerin usaresinden daha fazla nasiplenmek gerekmez mi?

Bırakılan bütün metinler insanı gerçeğine ulaştırmak; kabuktan öze, çevreden merkezine doğru götürmek için vardır. Ezoterik okullarda, varlığın aslına doğru yol alabilmek için, minicik bir bilgi kristalini elde edebilmek uğruna ömürler verilmiş. Günümüzde, ihtiyaç duyanlar için, tüm bilgiler ortada dolaşıyor. Sufi geleneğinde olduğu gibi, mürşidin kapısında bir ömür odun taşımak, beklemek gerekmiyor. Merak etmek, yola çıkmak, şuuru daha yüksek yerlere açmak bizim meselemiz.

İnsan hayatı kısa… İnsan bu dünyaya, kendini-kaynağını tanıyıp şuur kapasitesini ve bütünün şuurunu genişletmeye geldi. Bu da çok kısa bir süre içinde gerçekleşmiyor. Onun için, vakit kaybetmeden, orada burada dolanmadan, doğrudan hedefi vurucu çalışmalar yapmalı; bu süreci daha evvel yaşamış ve ötesine geçmiş ustaların mesajlarındaki anlam katmanlarını çözmek için özel bir gayret içinde olmalıdır.

Bu konuda bireysel bir tasarrufta bulunmak isterseniz, kendi arayışınızı başlatmalısınız. Orada sizi ne bekler, keşfiniz hangi yöne doğru gider, bilinmez. Ancak, önce “sahici” bir arayışa sahip olmak; arayışı, kararlılıkla, aşkla şekillendirmek lazım.

“Yunus Emre’nin, “Cennet cennet dedikleri, bir kaç köşkle birkaç huri…İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni…” dediği netlikte, “hakikat”i dert edinmek, kutsal merakı asla kaybetmemek, içinde yer aldığımız bu büyük eserin parçalarını her gün daha iyi anlamaya çalışmak lazım.

Bu alacakaranlık dönemde, içine terk edildiğimiz bu düşük, çakma değerlerden, sera aydınlanmasından kurtularak daha yüksek hedefler koymak; “ederler davasını, bilmezler manasını” şuursuzluğundan kurtulmayı hedef edinmek lazım.

Suyundan, havasından, toprağından; en önemlisi ruhundan beslendiğimiz Anadolu, bütün bu değerleri insanlığa yansıtmak üzere topladı bünyesinde. Hakkıyla idrak edilip yansıtılmadan üzerinde kalırsa, çok yazık olur; bu alaca karanlık, bu zihniyet kayması, bu yozlaşma büyüdükçe imtihanlar da büyür, eziliriz altında.

Hayırlar feth, şerler def, keşifler bereketli olsun diyelim; Yunus’la başladık, Yunus’la bitirelim…“Gel derviş gel hele, yabana gitme…Her ne arar isen, inan sendedir…Beyhude nefsine eziyet etme… Kâbeyse maksadın, Rahman sendedir…Çöllerde dolaşıp seraba bakma…Allah Allah deyü havaya bakma…Hakka talip isen kitaba bakma… Okumayı bilirsen, Kuran sendedir…”