Zeitgeist çok eski bir kavramdır. Hegel’e kadar gider. Anlamı “Zamanın Ruhu” gibi bir şeydir. Zeitgeist filmi de bu zamanın “ruhunu” ya da ruhsuzluğunu anlatmaya çalışan bir film.

Yirminci yüzyılda birçok önemli kavramla karşı karşıya geldik. Bunlardan en ilginci de kuşkusuz “Komplo Teorisi” denilen şeydi.

Aslında komplo teorisi basit şizofrenik düşüncelerden öte “ezber bozan” ya da olayların arka planı üzerine düşünmeye sevkeden teorilerdi.

Yirminci yüzyıl sonu ve bu yüzyılın başı bir anda komplo teorileri ile doldu.

Zeitgeist de böyle bir film. Bulması çok kolay, internet ortamında hemen indirmek olası…

Film aslında bilinmedik bir şey anlatmıyor. Bilinen bütün komplo teorilerini bir araya getirmiş. Önce İsa hakkındaki teorilerle başlıyor. Tez bildik bir tez. İsa üzerinde kristalize olan eski mitolojik figürleri anlatıyor. Aslında mitolojileri katletmiş. Çok feci hatalar var ancak yine de bilindik bir sonuca ulaşıyor. Daha sonra ise 11 Eylül olaylarının “perde arkası” var. Evet, sonuç bildik bir sonuç ama verilen deliller çok kolay çürütülecek cinsten. Ve son bölüm de ekonomi…

Şimdi filmi bir kenara bırakalım. Meraklıları izlesin. Ancak bu filmin düşündürttükleri bizce çok daha önemli.

Öncelikle bu tür komplo teorilerinin önünü kesmenin en iyi yolu, baskı kurmak yerine – ki ne kadar baskı kurarsanız kurun bir yerden patlar- bu komplo teorilerinin gizemini ve ciddiyetinin kaldırarak ortalığı bu tür teorilerle boğmaktır. Biz buna halk arasında “bo…nu çıkartmak” da deriz. Zeitgeist bunu çok iyi yapıyor. Sonuçta da insanlara takılacak bir çipe kadar ulaşıyor. Hani sonunda “Allah’tan bu daha olmadı” dedirtecek cinsten.

Gelin bu filmin üzerine örtmek istediklerini biraz aralayalım.

Önce İsa ile başlayalım yine filmde olduğu gibi.

Bu İsa, İslam’ın Hz. İsa’sından çok farklı bir İsa.

Evet, Iesus adlı kişinin Roma döneminde yaşadığını biliyoruz. Bir anda ortaya çıkarak artık günümüze gelmemiş olan ya da İncllerde ve Ölü Deniz yazmalarında parçalarını bulduğumuz bir “öğretiyi” de savunduğunu biliyoruz.

Ancak unutmayın, İsa, içinden çıktığı toplumun beklentisini karşılayacak bir Mesih değildi ve hiç zaman da olmamıştı.

İsa, düşüncelerini savunmuş ve sonunda da bir şekilde ortadan yok olmuştu.

Ancak İsa’nın ölümünü takip eden günlerde İsa’nın etrafında bir mit yaratılmış ve onun aslında Yahudi toplumunun beklediği “Mesih”olduğu kabul ettirilmeye çalışılmıştı.Oysa tarihi gerçek, onun hiç bir zaman mesih olarak kabul edilmediği yönündeydi.

Daha sonra, özellikle Pavlus tarafından ortya konan bu din, alınını genişlettikçe, pagan toplumlarının Tanrılarına atfedilen özellikler İsa’ya atfedilmiş, pagan bayramları bu dinin içine girmiştir. Bu konuda çok yazdığımız için tekrarlamak artık yersiz.

Ancak, Yahudi olmayan, fakat İsa’yı mesih olarak kabul etmeyip Mesih beklentisi içinde olan topluluklar du dönemde ve sonrasında hep varolmuştur.

Bu konuyu burada bırakalım. Ama ileride tekrar döneceğimizden, başta bu son cümle olmak üzere aklımızın bir kenarında tutalım.

Bir zaman sıçrayışından sonra, gelelim günümüze. Günümüzde, artık “global kapitalizm” bütün Dünya’yı ele geçirmiş durumda. Biraz Foucault’u alarak, bu sistemin, kişilerin etini kanını kullanan bir organizma olduğunu söyleyebilriz. Artık bu organizma bütün Dünya’yı yiyip bitirerek ilerlemektedir. Bu bir anda ortaya çıkmamıştır.

“İktidarın kişilerin mutsuzluğuna ihtiyacı vardır.” Troçki’yi anarak sahte devrimcilerin de buna ihtiyacı olduğunu düşünebiliriz. Tabii kapitalist sistemin de…

İşte bu sistem varolmasını insanların aptallaştırılması ve mutsuzluğu üzerine kurmuştur.

Fransız yazınına bakarsanız, daha 17.yy’dan itibaren bir “köy hayatı” özlemi duyarsınız. Artık Doğa’ya ve aslında kendi doğasına yabancılaşan insan için mutsuz bir dönem başlamıştır. Bu Ortaçağların dinsel baskısı ile karşılaştırılamayacak bir yabancılaşmaya yol açacaktır.

Ondokuzuncu yüzyıl yazınında ise bu doruğa çıkar ve burjuvanın mutsuzluğu buram buram başta Balzac olmak üzere bütün yazarların kaleminden dökülür.

Artık insanın kendisine ve Doğa’ya yabancılaşması önü alınmaz bir biçimde ortadadır.

Marx için yabancılaşma, başlıca, üretenin –işçinin- emeğine yabancılaşmasıdır. Üretim hattında üretilen ile üreten arasındaki ilişki bu tür yabancılaşma ile sona ermektedir. Marx bunu şöyle anlatır:

“İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların, dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek yalnızca meta üretmekle kalmaz; genel oalrak meta ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir. Bu olgu yalnızca şunu dile getirir: Emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesneleşmesidir. Emeğin gerçekleşmesi onun nesneleştirilmesidir.”

Bu yabancılaşma Marx’a göre insanlararası ve Doğa ile olan yabancılaşmayı da getirir :

“İnsanın kendi kendisiyle ilişkisi, onun için ancak başkası ile olan ilişkisi aracıyla nesnel, gerçek bir ilişki olabilir. Öyleyse o kendi emek ürününe karşı, kendi nesneleşmiş emeğine karşı, yabancı, düşman, güçlü, ondana bağımsız bir nesne olarak davrandığı zaman, bu nesne ile kendisine yabancı, düşman, güçlü, kendisinden bağımsız bir başka insan ona sahipmiş gibi bir ilişki içindedir. […]İnsanın kendisi ve Doğa karşısındaki her yabancılaşması, kendisnden ayrı öteki insanlar ile kurduğu, kendini ve doğayı içine koyduğu ilişkide görülür. “

Marx bunları yazarken tabii ki, global kapitalizmi öngörmemişti ama Sermaye’nin davranışını da en iyi bilen oydu.

Kapitalizmin yerleşmesi ve kişilerin buna boyun eğmesi kolay olmadı. Dünya iki büyük savaş geçirdi.

Ancak, 80’li yıllar artık daha öncesini uamrsızca yok saydıracak ve insanlık yeni bir döneme girecekti. Bu bağlamda 80’li yıllar Reagan – Thatcher ikilisinin silahtarlığını yaptığı yeni bir kapitalist akıma sahne oldu ve bu akım meyvesini Global kapitalizm olarak verdi.

Türkiye’deki hiç bir gelişme bunun dışında değildir. Türkiye’deki her durumu Atatürkçülük-gericilik ekseninden okuyan “sahte aydın” tipolojisinin hiç bir zaman anlayamadığı gibi aslında “devrim karşıtı” dediği iktidarlar bu değişimin askerleri idi.

50’li yıllarda Adnan Menderes başı çeken isim olarak gözükmüş, ancak asıl 80’li yıllarda Reagan – Thatcher çizgisinin Türkiye uzantısı olan Özal, 12 Eylül 1980 darbecisi askerilerin hediyesi olarak yeni kapitalsit akımın uygulayıcısı olmuştur.

Köşe dönmecilik ve paraya dayalı yepyeni bir ethos ortalığı sarmış ve sonunda da bugünün mutsuz insanına gelinmiştir. Global kapitalizmin bekçiliği ise bu kez şimdiki iktidara ihale edilmiştir.

Seçim öncesi bir afiş vardı. Afişte Menderes, Özal ve Erdoğan’ın resimleri vardı ve “Milletin Adamları” diyordu. Hangi milletin iyi düşünmek gerek…

Global kapitalizm mutsuz bireyler yaratan bir sistemdir.

Bugün “kültür” dediğimiz örüntüler topluluğu aslında belli bir üretim ilişkileri sonucunda ortaya çıkmıştır. Global kapitalizmin ortaya koyduğu kültür kalıpları da tam da kendi varlığını doğrulayacak ve devam ettirecek şekillerdir. Günlük yaşantımızdaki bu yabancılaşma da aslında üretim ilişkilerinin ve özellikle de “bilim” ve endüstrinin” desteği ile geniş bağlamda Doğa’ya, daha dar bağlamda da “kutsal”a olan yabancılaşmanın bir ifadesidir.

Artık kutsal mekânların yerini alış-veriş merkezleri ve plazalar almaktadır. Eski tapınakları andıran bu merkezlerden içeri girildiğinde insan algısının sınırlarını aşan uyarıcılar – bunlar yapılan anonslar, reklamlar olduğu kadar mal çeşitliliği de olabilir- eski zamanları ritüelleri gibi mekan sürekliliğinin dışına çıkartmakta ve tüketim çılgınlığına yöneltmektedir. Tüketim kavramı da tam da Doğa’nın yeniden üretilmediği noktada başlamaktadır. Kötü ve yapay ürünler doğal olanı kovmakta, toprağın verimliliği kısa vadede ilaçlarla artıyor gibi gözükse de uzun vadede yok edilmekte ve Doğa kendini yenilemekten aciz olana kadar bu çılgın üretim ve tüketim devam etmektedir.

“Yabancılaşan” insan ise zamandaki sürekliliği iş ve boş zaman diye bölerek zamanı sadece global düzen üzerinden okuyarak, kendi kuyusunu kazmaktdır. Boş zamanların yabancılaşan insana verdiği tek şey ise “can sıkıntısı” olmuştur. Doğa’yı göremeyen bu insan yapay ama düzenin kalıpları içinde kalan “zaman tüketme” eylemlerine girişmekte, futbol-televizyon-çılgınca tüketim kalıpları içinde hapsolmakta ve artık eski zamanların Doğa’yı yeniden üreten eylemlerinden uzaklaşmaktadır.

Artık kökeninden uzaklaşan ve bireyselleşememiş insan için büyük bir mutsuzluk dalgası etrafı sarmaktadır.

Tüketim en büyük sığınma alanıdır.

Tüketim bu bağlamda en korkunç hastalık olarak varolmaktadır.

Bauman’ın dediği gibi toplum üretim toplumundan tüketim toplumuna geçmiştir. Ancak bu tüketim hayati ihtiyaçalrın karşılanmasıdnan öte yabancılaşmış bir tatmin uğruna kaynakların yerine getirilemeden, ihtiyaç dışı tüketilmesidir. Bu bir tür anlık zavkler sislislesi içinde gerçekleşen bir yalancı tatmindir. Bauman şöyle der :

“Tüketime dayalı ekonomi mantığı, tüketicinin doyumunun anında olması gerektiğini söyler. Bu iki anlama gelir; Birincisi açıktır; tüketilecek mallar, uzun hazırlık çalışmalarını, bir beceri öğrenmeyi gerektirmemeli, anında doyum sağlamalıdır; ama doyum da son bulmalıdır; hem de tüketim mallarının tüketilmesi için gereken zaman dolar dolmaz. Ve bu zaman olabildiğince asgariye indirilmelidir. […] Tatmin vaadi ve umudu, tatmin edileceği vaaat edilen ihtiyaçtan önce gelir ve her zaman mevcut ihtiyaçtan daha yoğun ve çekici olacaktır. “

Kişiler Doğa’yı tüketirken kendilerini de tüketmektedirler. İşte global kapitalizm bu ortamda varolmaktadır.

Ancak bu yetmemektedir. Sorun da burada başlar. Bu organizma ekonomik olarak yaşamak için savaşlara ihtiyaç duymaktadır. Ve bu savaşları haklı çıkartacak oyunlara. Burada 11 Eylül olayı tartışılır işte. Tartışması çok yapıldı geçelim.

Peki gelelim bütün bunların arka planına. Bu oyunun aktörleri sadece para hırsı ve kapitalizmin varolması için mi bunu yapıyorlar.

Sol düşüncenin en büyük eksikliği inancı yok sayarak, inançsızlığı solun bir parçası yapmasıdır. Bu kafadaki muhalif, aynı anda, karşısındakinin inancını da göremez. Bu nedenle günümüz ABD kaynaklı teröre en doğru saptamalar İslam dünyasından gelmektedir.

İsa konusu aklımızın bir köşesinde ya..

Şimdi komplo teorisi kuralım… Gerçekten Mesih beklentisi içinde olanlar varsa. Ve bunlar da bütün dünyanın kendilerine verildiğine inanıyorsa…Ve bunlar da yaklaşan her felaketin bu Mesih’in gelişini hızlandıracağını düşünüyorlarsa….Hmm şimdi biraz daha oturuyor.

O zaman Dünya savaşlarla bir sona gidiyor demektir. Kuklalar da görevlerini yaparlar tabii.

Peki o zaman ne yapmak gerekecek?

Tabii ki bir reçete ve çözüm yolu vermek olanaksız ama bireysel olarak yapabileceğimiz çok şey var.

Öncelikle topluma dayatılan tüketim kalıplarının dışına çıkmak gerek.

Bunun için de kişinin kendi mutsuzluğunu yenmesi gerek.

Etrafınıza bakın. Etraf özellikle mutsuz kadınlarla dolu. Erkekler biraz daha geç görüyor sanırım.

İslami basın içinde önemli bir yazar olan Yavuz Bahadıroğlu 21 Nisan 2008 tarihli Vakit gazetesinde bu düşüncelere paralel şöyle yazmaktadır : “İnsanlık tarihine baktığımız zaman net bir şey görürüz: Ne zaman toplumlar şirazesinden çıkıp sapkınlığa kapılsa, felaketlerle burun buruna geliyor. (Kur’an-ı Hâkim bile, herhalde ibret almamız için, bunun örnekleri üstünde duruyor)[…] Artık her şey gösteriyor ki, ne “aydınlanmacılar”ın öncülük ettiği maddeci reçetelerde varlık arayan Batı âlemi, ne de kendi varlık sebebini unutup onları şuursuzca taklit eden İslâm âlemi gidişattan memnun değil. Görüntü topyekün bir tıkanmayı işaretliyor (küresel ısınmaya bağlı olarak gelişen açlık ve susuzluk ihtimali).

Kısacası, beşerin beşer için bulduğu çözümler beşeriyete mutsuzluk getirdi. Batı dünyası, para ve güç kıskacına sıkıştırılmış maddeciliğe tıkandı.

Bu aşamada, yeni bir “hayat felsefesi”ne dünyanın gerçekten çok ihtiyacı var. Para yerine, önceliği “insan” olan yeni bir “düzen” kurulmalı. “ Bahadıroğlu hemen arkasından İslam’ı ve Peygamber ahlakını çözüm olarak sunmaktadır.

Ancak çok önemli bir şey vardır. Eğer bir insan birey olamamışsa hiç bir din onu kurtaramaz. İnsan önce gönüllü köleliğinden kurtulmak zorundadır. Eğer bir dine sarılacaksa bunu zincirlerini kırarak yapmalıdır. Bu bağlamda özünde terör olmayan bir din, İslam dini, muhalifin eylemciliği ile çok daha farklı bir yöne gitmekte, kan dökmekte ve savaş çıkartmak isteyen global kapitalizm aktörlerine koz vermektedir.

İnsanın en büyük eksikliği kendini Doğa’nın içinde yaşayan bir birey olarak görememesi düzenin piyonu olmasıdır. İşte bu noktada Doğa’ya dönüş ve onunla uyumlanma birinci öncelik olmaktadır.

Öte yandan artık muhalif hareketlerin çok daha bilinçli olması gerekmektedir. Özellikle “küreselleşme” denilen şeyin ne olduğu çok iyi anlaşılmalıdır.

Türkiye için konuşursak, devletin rolü de iyice belirlenmelidir.

Bauman (2006) çok doğru bir yere işaret etmektedir:

“Büyük bölünme çağının politik üstyapısı, düzen kurma mekanizmasındaki daha derin, -şimdiki haliyle- daha çığır açıcı ve kalıcı değişimleri gözden gizlendi. Değişim, herşeyden önce devletin rolünü etkiledi. […] Şimdi artık karşımızda – bırakın egemenlik haklarından zorla vazgeçirilmeyi onları etkin bir şekilde ve canı gönülden teslim etme peşinden koşan ve egemenliklerinin ellerinden alınması ve devletler üstü oluşumlarda erimek için yalvaran devletler vardı. Ayrıca, adı sanı duyulmamış yha da unutulmuş yerel ‘etnik gruplar’ vardı sahnede;bunlar, çoktan mevta olmuş, ama şimdi yeniden doğmuş, ya da daha önce sözü edilmeyen, ama şimdi her nedensekeşfedilen gruplardı ve genelde, geleneksel egemenlik sınavlarından hiçbirini geçemeyecek kadar küçük, parasız ve toylardı; ama yine de kendi devletlerini, politik egemenliğe bütün koşullarıyla sahip devletlerini ve kendi toprakları üzerinde yasama ve düzen sağlama haklarını talep ediyorlardı. […] Paradoksal olarak, devlet olan fikrini böylesine inanılmaz ölçüde popüler kılan şey, devlet egemenliğinin zaferi değil, ölümüydü.”

Bauman’ın belirttiği bu eğilim aslında kutuplaşmaların da yolunu açıyordu. Çünkü küreselleşmenin bu devletçikler için biçtiği rol hiç de iyi değildi :

“Zayıf sözde devletler, iş hayatının sürmesi için gerekli olan ama küresel şirketlerin özgürlüğüne etkili kısıtlamalar getirebileceği korkusu yaratmayan, (faydalı) yerel polis karakolları rolüne kolaylıkla indirgenebilirler.“

Türk-Kürt meselesinde olduğu gibi Kürt topluluklarının geç kalmış bir ulus-devlet çabaları bölgede kutuplaşmayı ve gerginliği arttırdığı gibi,global sermaye için de akacak yeni bir mecra demektir. Bu nedenle küreselleşmeyi sadece sermaye akışı üzerinden görmek daha doğrudur

Bu şekilde, Dünya’nın her yeri artık kapitalizmle tanışacak ve Doğa’ya karşı verilen bu topyekün savaşta Doğa’nın kazandığı hiç bir yer olmayacaktır. 2000’lerin başınaFas’ta Thompson firmasının fabirkasının inşaatını Bouygues firması yaparken demiri Türkiye’den almaları küreselleşme adına yorumlanırken, Thompson firmasının sermayesini işgücünün daha az olduğu bir yere kaydırması, sonuçta urada yönetici ya da tekniker konumunda çalışacak Fas’lıların orta sınıflaşacağının, tarımdan endüstriel üretime iş gücünün kayacağının ve tarım alanlarının endütri adına yok edilmeye başlayacağının habercisiydi de aynı zamanda demirin Türkiye’den alınması da pis endüstrinin Avrupa dışında ucuz işgücü olan biryere taşındığını gösteriyordu. Fas olayı üzerine de düşünürsek dün Hindistan ve Fas’a oldu bugün Mısır ve Türkiye’ye olacak… farklı bir olay yok.

Peki etrafımızda bundan sonra ne gelişmeler olabilir, biraz kehanette bulunalım…

Öncelikle Irak’taki savaşın başka yerlere sıçrayacağı kesin. İran ilk olasılık olarak ortada. Ahmedinejad faktörünü hatırlatanlara da bu ucuz popülizm adamının 20 Nisan’da petrol fiyatlarını çok ucuz bulduğunu ve “Bazı ülkeler petrolü kendilerine dünyanın verdiği bir hediye olarak görüyorlar. Petrol onlara ait olan bir hediye değildir. Zaruri bir ihtiyaçtır. Petrolün varil başına 115 dolarlık fiyatı bu zaruri ihtiyaç için henüz yeterli değildir. Ancak emtia fiyatlarının gerçek değerlerine yaklaşması trendinde petrol fiyatlarının da daha çok yükseleceğini düşünüyorum” dediğini ve petrol fiyatının akabinde 117 dolara çıktığını da anımsatmak gerek.

Tabii ki Amerika’nın bu savaşları haklı çıkartacak nedenleri de yani yeni terör olayları da olacaktır.

Türkiye için ise durum kritik. Artık Türkiye global kapitalzime teslim olmuş durumda, satılacak her şeyi satılıyor. Ulusalcılık ise çetecilikle bir tutuluyor. Bugünkü sürecin devam ettiğini düşünürsek – ki ihale başka bir hükümete de kalsa- tarım alanlarının yok edilerek tarımın sanayileşmesine (İsrail modeli) ve çiftçinin,kredi kartı, banka kredileri gibi enstrumanlarla “reel ekonomiye” katılacağını göreceğiz. Atatürkçülük – Gericilik çatışmaları sürerken Türkiye’nin kaçınılmaz bir savaşa girerek milliyetçilğin de yükselmesi kaçınılmaz.

Tabii Doğa’nın bir gün söyleyecekleri olacak. Küresel ısınma ve buzullardaki kılcal çatlaklar bir gün suyla bu dünyayı temzilemezse…

Yazıyı Abdurrahman Dilipak gibi “Görelim Mevlam neyler, neylese güzel eyler” gibi bir şeyle bitirmek istedim ama ben o değilim…

Erhan Altunay