Yaşı yüzü çoktan aşmış olsa da hala sanat dalları arasında en genci olan sinemanın tarihine şöyle bir göz gezdirdiğimizde sürekli olarak belirli ülke sinemalarının yerkürenin diğer bölgelerini etkileyip kendine has bir dil ya da anlatım tarzı tutturduğunu görüyoruz. Bu ilke sinemaları daha detaylı incelendiklerinde tarih sahnesine ilk olarak belli bir akım ile çıktılar. Alman dışavurumculuğu, İtalyan yeni gerçekçiliği, Fransız yeni dalgası… vs. Bu sinemalar bu akımlardan evvel de vardılar elbette. Ancak bir ülke sineması olarak yoğun biçimde dikkat çekmeleri hep bu akımlar sayesinde oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nde bile durum buna benzer biçimde gelişti. Amerikan filmi ile Hollywood yapımlarının aynı şey olarak algılandığı bir zaman süreci sonunda ortaya çıkan Amerikan Bağımsız sineması bile Hollywood dışı durarak “Amerikan” sineması olarak adlandırılmayı hak etmeye başladı. Ancak Hollywood’un geniş ve öğütücü çarkları her şeyi olduğu gibi bu bağımsız ruhu da bünyesine katıp eritmekte beis görmeyecekti. İşte gözler böyle bir ortamda yeni bir mecra arayışa kaydığında vakit bundan çok yakın bir süre öncesini gösteriyordu.
Sinemayla ilgilenenlerin yeni heyecan noktası artık Uzak Doğu olmuştu. Çin, Kore, ya da Tayland gibi ülkelerden gelen bir genç sinemacılar kuşağı önce festivallerde dikkat çekmeye başladılar. Sonra bu ilgi sinefillerin yoğunluğunda yaşanmaya başladı. Son aşama ise bu elitist kitlenin ardından salon seyircisinin ve majör dağıtımcıların bu filmlere kayıtsız kalamamaları şeklinde gerçekleşti. Bugün bu aşamaların tamamlanıp artık bir realite olarak Uzak Doğu sineması trendinden bahsetmek mümkün hale geldi. Tüm film festivallerinde artık mutlaka bir uzak doğu sineması örneği bulmak mümkün. Sinemayla ortalamanın üzerinde ilgilenen herkes arşivine mutlaka yakın dönem bir uzak doğu yapımı film alıyor. İşte aşağıdaki satırlarda bu arşivlerde filmlerine en çok rastladığımız ülkeler, bu ülkelerin en çok göze çarpan yönetmenlerinden bir kaç tanesi ve ortak özellikleri üzerine bir kaç kelam yer alıyor. Hemen hatırlatalım bu sadece genel giriş niteliğinde bir yazı, ne bu ülke sinemaları ne de bu yönetmenler hakkında bu kadarın yeterli olmayacağı aşikâr. Sonuçta ezcümle bu ülkelerden gelen ve son dönemde en çok konuşulan film ve yönetmenleri bulacaksınız aşağıda…
Çin/Tayvan
Çin dünyanın en büyük gücü olmak için gün sayarken bir takım yönetmenler de daha fazla gözle görülür hale gelmeye başladılar. Bu noktada Çin’de hala bazı açılardan film çekerken devletin önemli bir kontrol mekanizması olmasının büyük önem taşıdığını hatırlatmakta fayda var. Bu da bazı yönetmenlerin ülkeleri dışında işler yapmalarına ya da ülkelerinde film çekeceklerse de belirli konuların dışına çıkamamalarına neden oluyor. ABD’ye geldikten sonra bir anda parlayan Tayvanlı Ang Lee, önce çok fazla özüne dönmeden kotardığı işlerin ardından Wo Hu Cang Long (Crouching Tiger, Hidden Dragon, 2000) ile Uzak Doğu sinemasına olan ilginin patlamasına neden olan isim olarak anılabilir. Filmin ABD’de büyük ilgi görmesi hatta Oscar’lardan eli boş dönmemesi meraklı gözleri de yönetmenin geldiği topraklara çevirdi kuşku yok ki. Lee son filmi Brokeback Mountain (2005) ile belki Uzak Doğu filmi yapmayacaktı ama sinemada artık yeni bir trend başlamıştı. Bir diğer Çinli yönetmen Zhang Yimou ise uzun süre elitlerin bilgisi dâhilindeyken ünlü Çinli ve Hong Kong’lu yıldızları oynattığı filmi Ying Xiong (Hero, 2002) ile bir anda ünleniverdi. Gerçek anlamda bir başyapıt olan filminde dövüş sanatlarının en ustalıklılarını görmekle kalmıyor inanılmaz derece incelikle işlenmiş bir sinematografiyle karşılaşıyorduk. Çin’in eski efsanelerinden esinlenen film Crouching Tiger Hidden Dragon’un yolundan gidiyor ama önceki filmi fersah fersah geride bırakıyordu. Yimou son filmi Shi Mian Mai Fu (House of Flying Daggers, 2004) ile yine aynı türden Çin efsanelerini beyaz perdeye taşıyacaktı. Bir diğer yönetmen Tsai-Ming Liang ise festivallerin demir başı olarak Çinli/Tayvanlı kimliğiyle önemli bir yer sahibi olarak adını duyuracaktı.
Hong Kong
Hong Kong sineması denince artık ilk akla gelen isim Wong-Kar Wai. Sadece ülkesinin değil belki de dünyanın en iyi yönetmenlerinden biri olan Kar Wai’nin kitlelerce keşfi Cheun Gwong Tsa Sit (Happy Together, 1997) filmi ile Cannes film festivalinde gerçekleşti. Sonraki filmi olan ve tüm dünyada olduğu kadar burada da kült bir hayran kitlesine sahip olan filmi Fa Yeung Nin Wa(In The Mood for Love, 2000) ise tüm zamanların en iyi aşk filmlerinden biri olarak tarihe geçti. Benzersiz görsel üslubu, zaman ve anı eşsiz bir biçimde vurgulayan kurgu yapısı ile Kar Wai tekil bir isim olarak aslen bir ülke sinemasına bağlanabilecek bir adam değil. Bunun ispatı diğer Hong Kong’lu yönetmenlerde yatıyor diyebiliriz. Hong Kong sineması denince ilk akla gelen şüphesiz aksiyon filmleri. Tsui Hark tarzı bir sinemayı benimseyen John Woo’nun Laat Sau Sen Taan (Hard Boiled, 1992), Ying Hung Book Sik (A Better Tomorrow, 1986) ya da Dip Hyut Shueng Hung (The Killer, 1989) gibi filmleri bugün tüm dünyada aksiyon severlerin ezbere bildiği filmler. Quentin Tarantino’nun bile filmlerini Woo’dan çaldığı sahnelerle çektiği iddiaları hala taze. Hızlı bir kurguya eşlik eden şiirsel bir dramatik yapıyla özdeşleşen Woo Amerika’ya transfer olduktan sonra da bu yapıyı iyice abartarak kendi markası haline getirdi. Ağır çekim çatışma sahnelerine eşlik eden görkemli müzikler gibi seyirciyi resmen gaza getiren filmlerin adamı Woo artık eskisi gibi iş yapamasa da ismi yine de filmlerini görmek için yeterli sebep denilebilir. Bkz. Face/Off (1997)! Jackie Chan filmlerine ise burada değinmiyoruz bile!
Kore
Uzun süredir bir film endüstrisi olmasına rağmen belki de bölünmenin getirdiği bir olasılıktan ötürü pek sesi soluğu çıkmayan Kore sineması bugünün kükreyen devi desek abartmış sayılmayız. 2002 yılında Venedik Film festivalinde ikincilik ödülü kazanan Chang Dong Lee imzalı Oasis filminin ardından asıl bomba Cannes’da patladı: Chan-Wook Park’ın Oldboy’u hem elit sinema kesimlerince hem de film manyaklarınca baş tacı edildi ve Kore sinemasına olan merak körüklendi. Kim-ki Duk ise Bin-Jip (Boş Ev, 2004) ve Samaria (Fedakar Kız, 2004) filmleriyle film festivallerinin en fazla aranan isimlerinden biri oldu. Şiddetten beslenen ve video estetiğine yakın işler çıkartan Park’ın aksine Kim-ki Duk’un sineması olabildiğince minimal ve yalın kalmayı başararak bir şeyler anlatma derdinde. Bu açıdan Kore’de belirli bir ortak yapım algısı olduğundan bahsetmek zor. Kore açıkçası bir ülke sineması değil yönetmenler sineması özelliği ile ilerlemesine devam ediyor. Japon sinemasının sayesinde dikkat çeken bir diğer Kore ihracıysa korku filmleri; Japon korku filmleri gibi atmosferik korku yaratmayı tercih eden filmlere ve yönetmenlere Janghwa, Hongryeon (A Tale of Two Sisters, 2003) ile Kim-Ji Woon’u örnek vermek mümkün.
Japonya
Japon sinemasının günümüz trendleri içindeki yerinden bahsedeceksek eğer, tek bir kelime var kullanmamız gereken: Korku filmleri… Evet, koskoca Japon sinemasını tek bir janra indirgemek asla doğru değil, ama genel gidişata baktığımızda en fazla dikkat çeken Japon filmlerinin Japon korku filmleri olduğunu söylememek de yalan olur. Japonların yarattığı bu korku filmi fenomeni ardından Kore gibi ülkelerden de bu tür yapıtların ses getirmesine hatta vizyon şansı bulmasına neden oldu. Bu açıdan ilk akla gelebilecek isim, farklı türlerde eserler verse de Takeshi Miike. Yılda 50 film çekme gibi garip ama üretici bir yanı olan Miike Odishon (Audition, 1999), Chakusin Ari (One Missed Call, 2003) ve Gozu (2003) gibi filmlerde gore estetiğini de yeniden canlandırdı diyebiliriz. Özellikle Ichi The Killer adlı filminin bu aşamada beyaz perdede yarattığı kan ve şiddet onun sinemasının da alamet-i farikası haline geldi. Japon korku sinemasının diğer kanadında ise Hideo Nakata oturuyor. Ringu (Halka, 1998), Ringu 2 (Halka 2, 1999), Ringu 0 (Halka 0, 2000) ve Honogurai Mizu No Soko Kara (Karanlık Sular, 2002) gibi korkutma özelliğini tekinsizlikten, sessizlikten, belirsizlikten alan filmler daha fazla bilinir hale geldiler. Bu tür korkunun daha tercih edildiğini yine bu filmlerin Hollywood tarafından yeniden çekilmelerinden de anlayabilmemiz mümkün. Japon sinemasının en fazla dikkat çeken tarzı ise tamamen Japon malı olan Animeler. Ama bu da başlı başına ayrı bir yazı konusu…