Troy nedir? Tarihe ve mitolojiye hayran kişilerin ellerini ayaklarına dolaştıracak bir kelime mi; yoksa akşamları kankalarla cips eşliğinde şişelerce devirilip mideleri bayram ettiren bir bira markası mı; yoksa izleyicilere fragmanında görünen binlerce gemi karşısında “yuh!” dedirten bir film mi? Yanıt bunların hepsi ve daha sayamadığım başkaları da olabilir. Fakat ben filmden yola çıkarak “olay nedir abi?” diye kafasında soru işareti olanlara gerçek “Troy”u anlatmaya çalışacağım.
Antik Çağın Ayaklı Sineması
Troy, bugün Çanakkale sınırları içinde yeralan Truva antik şehrinin yabancı dillerdeki telaffuzu. Truva zamanında bölgenin, özellikle de Çanakkale Boğazının kontrolünü elinde tutan çok güçlü bir şehirmiş ve tarihçiler Truva Savaşı’nın gerçek nedeninin esasında bölgenin kontrolünü ele geçirmek olduğunu söylemekteler. Buradan anlayacağınız tarihte gerçekten bir “Truva Savaşı” olmuş, fakat bu savaş Homeros’un anlattığı gibi mi gerçekleşmiş ya da gerçekten Hektor, Akhilleus, Oddyseus, Agamennon gibi koçyiğitler karşılıklı cenk etmişler mi orası halen tartışılıyor. Zaten hikayenin büyük bir kısmı büyük ihtimalle de zamanının Steven Spielberg’i sayabileceğimiz Homeros’un eşsiz hayalgücünden çıkma. Eh zamanında şimdiki gibi sinemalar yok tabii ve insanlar ozanların çevresinde toplanıp bu hikayeleri dinliyor. Ozanlar da onları anlattıklarıyla sözleriyle tasvirleriyle maceradan maceraya sürüklüyor, tıpkı teknoloji geliştikçe sinemanın artık bizlere masal anlatan ozanlar olması gibi. Homeros’un “İlyada” ve “Odyssea”sı da bu bağlamda antik çağların hasılat rekoru kıran filmlerinden sayılabilir (Tabii o kadar basit değil yani, Batı kültürünün temellerini atan çok büyük destanlardır bunlar; fakat ben bir edebiyatçı ya da bir tarihçi gözlüğü ile değil, bu iki eseri defalarca okumuş günümüz izleyicisinin gözlüğü ile bakmak istiyorum olaya).
Filmde koca destanın ne kadarı alındı, hangi olaylar dışarıda bırakıldı bilmiyorum ama ben size olayları taa en başından başlayarak anlatmak istiyorum. Homeros’un “İlyada”sı savaşın onuncu yılından itibaren başlar ve Truvalı Hektor’un ölümüyle biter. Hikayenin başı ve Tahta At’ın da hikayesinin olduğu sonu başka kaynaklarda yer almaktadır. İşte başından sonuna Truva Savaşı’nın hikayesi…
Provakasyonun Böylesi
Zengin, insanları mutlu ve güçlü Truva şehri’nin kralı Priamos’un karısı Hekabe birgün çok kötü bir rüya görür. Rüyasında, karnından ateşler çıkmakta ve ateşin dumanı, bütün Truva surlarını sarmaktadır. Bir kahin Hekabe’nin hamile olduğunu ve doğacak çocuğun ileride Truva’nın başına büyük belalar açacağını söyler. Kahine inanan Priamos, doğan çocuğu öldürmesi için bir Truvalı’ya verir, ama adam onu öldüremez ve bebeği o zamanki adı “İda” olan “Kazdağı”na bırakır. Bebeği bir çoban bulur ve büyütür. Bu çocuk ileride Truva’nın başına gerçekten büyük işler açacak olan Paris’tir (Filmde Orlando Bloom oynuyor).
Dünyada bunlar olurken Tanrıların yaşadığı Olimpos Dağı’nda da magazin dergilerine konu olacak kadar renkli olaylar yaşanıyordur. Tanrı sosyetesinin ünlü simaları, Kral Peleus ile deniz perisi Thetis’in evlenme merasiminde boy gösterirken kavga tanrıçası Eris, ortalığı karıştırır diye düğüne davet edilmemiştir. Bu işe çok bozulan Eris, üzerinde “en güzele” yazan altından bir elma hazırlar ve düğünün ortasından salona sallar. Eh haliyle salonda ne kadar tanrıça varsa bu elmaya sahip olmak ister (Tanrıça da olsa kadın heryerde kadındır). Az biraz kafa göz yarıldıktan sonra geriye alemin en testisli üç tanrıçası kalır: Kudret tanrıçası Hera, Zeka tanrıçası Pallas Athena ve Aşk tanrıçası Afrodit. Bu üç tanrıça hakem olarak Zeus’u seçerler ve elmayı “En Güzele” vermesini isterler. Dünyada olsa Esquire erkeği sıfatını sonuna kadar hakedecek bir tanrı olan Zeus o an kendi içinden “Olm Zeus, baştanrısın falan ama aha şimdi boku yedin. Zaten birisi karın, diğer ikisi kızın… Erkekliğin onda dokuzu sıkıştın mı topu taca atmaktır, çizdirmeden kestaneyi sıyıralım kendimizi bu işten” der ve tanrıçalara “Aha şu dağda bir çoban yaşıyor adı da Paris. Bu işten en iyi o anlar, bir de Hıncal Uluç. Hıncal’ın daha gelmesine çok var, o yüzden siz gidin en iyisi ona sorun”. Tanrıçalarda “Hıncal Uluç kim yaf?” siye şaşkın şaşkın bakarak soluğu İda Dağı’ndaki prens-çoban Paris’in karşısında alırlar.
Paris’in Seçimi
Kendi halinde koyun otlatmakta ve kavalıyla “Truva’nın dağlarında çiçekler açar”ı meşk etmekte olan Paris, bir anda karşısında bir anda üç tanrıça belirince kalakalır ve hepsi de aynı anda “en güzel benim değil mi, Paris” deyince kafası iyice karışır. Neyse ki kadınların yarattığı bu kargaşa ve şaşkınlık halini düzeltmek yine bir erkeğe düşer ve tanrı Hermes sakin sakin durumu Paris’e açıklar. Kendini bir an kontratı bitince büyük külüpleri peşinden koşturan futbolcu modunda bulan Paris “teklifleri görelim” der önce. Hera, ona sonsuz kudreti vaat eder. Paris elmayı ona verirse Avrupa’nın ve Asya’nın en büyük kralı olacaktır. Athena ise zeka vaad eder. Kendisi dünyanın en zeki kralı olacaktır. Afrodit ise aşkı vaadeder. Paris dünyanın en güzel kadınıyla büyük bir aşk yaşacaktır. Aslı zaten prens olan ama dağda koyun güden Paris’in öyle dünya malında falan gözü yoktur ve seçimini aşktan yana yaparak elmayı Afrodit’e verir (Ben olsam ben de aynı seçimi yapardım. Neylemişim gücü, kudreti hayatımda aşk olmadıktan sonra!). Tabii bu seçim haliyle diğer iki tanrıçayı kızdıracaktır.
Kral Kocam Gelince Vurur Bizi Zincire
Afrodit, Paris’e verdiği sözü yerine getirmek için onun yolunu o dönemin güçlü şehri Sparta’ya düşürür. Çünkü Sparta kralı Menelaos’un karısı Helen, o dönem dünyanın en güzel kadınıdır. Menelaos ve Helen, Paris’i çok iyi karşılarlar ve hatta Menelaos, Paris’e güvenerek “istediğin kadar sarayımda kalabilirsin, dünya ahret kardeşim sayılırsın” der. Daha sonra da hayati bir hata yaparak karısıyla onu sarayda bırakır ve Girit’e iş seyahatine gider. Eh yani Helen dediğin hatun zaten tipik akdeniz kadını, kolunda biri varken diğer ikisine de pas verme potansiyeline sahip. Kocası kendinden zaten yaşça büyük ve üstüne üstlük karşısında taş gibi prens var. Afrodit de işin içine girmiş ki, iki gönül bir olunca Sparta seyran olur sözü gerçekleşir ve ikisi birbirine fena halde aşık olur. Bu aşkın sonucu olarak da Paris, Helen’i memleketine kaçırır.
Menelaos, iş gezisinden eve dönüp yaptığı hatayı anlayınca olayı “namus meselesi”ne dönüştürür ve Truva’ya savaş açar. Yunanistan’ın diğer krallarına ise “Ağalar, mahallemizin namusunu temizlemek başa düşmüştür, davranın hadi” diye mesaj göndererek bu savaşa katılmalarını ister. İlk yanıt İthaka Kralı olan Menelaos’un ağabeyi ve Helen’in kayınçosu Agamennon’dan gelir. Daha sonra ise başta Nestor, Ajax, Patraklos olmak üzere kahramanlar ve krallar katılır. Yunanistan’ın en kurnaz kralı olan Odysseus ise ilk başlarda “Bana ne ulan elin herifinin karısı kaçtıysa. Elalemin derdi beni mi gerdi” diyerek ayak sürüse de sonunda mecburen o da çağrıya yanıt vermek durumunda kalır. Artık kadronun tamamlanıp antik çağın Real Madrid’inin oluşturulması için tek isim kalmıştır: Akhilleus (İsmi farklı kaynaklarda, farklı biçimlerde geçer Achilles, Akhilles, Aşil gibi).
Gözden Kaçan Ufak (!) Bir Ayrıntı
Akhilleus, düğünlerinde elma savaşının yaşandığı Kral Peleus ile deniz perisi Thetis’in oğludur. Annesi oğlunu doğduktan sonra, ölüler dünyasının sınırını belirleyen Styx ırmağına batırmıştır. Bu batış çıkış Akhilleus’un derisini ok değmez, kılıç işlemez hale getirmiştir, fakat annesinin gözünden kaçan ufak bir ayrıntı sonradan “Aşil Tendonu” adını alacak durumun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Annesi oğlunu suya batırırken topuğundan tutmuştur ve ırmağın suyunun tek değmediği yer olarak da burası kalmıştır. Haliyle de Akhilleus’un tek zayıf yeri topuğudur (Filmde Akhilleus’u Brad Pitt oynuyor. Bence kesinlikle ondan daha iyi bir seçim olamazdı ve bu nedenle yapımcıları çok takdir ettim).
Zamanla Yunan diyarlarının David Beckham’ı sayılabilecek kadar tanınmış bir kahraman olan Akhilleus’un annesi, ortalık kızışmaya başlayınca oğlunun da bu işe karışacağını ve savaşa giderse geri dönemeyeceğini hissettiği için onu bir kadın kılığında kral Lycomedes’in sarayında saklar. Fakat delikanlı adam bu yani, başını örtse kıçı açık verecektir bir yerden ve bu açığı yakalamak kurnaz Odysseus’a düşer. Oddyseus, saray kadınlarının önüne güzel kıyafetler ve silahlar koyar. Tüm kadınlar kıyafetlerin üzerine bohçacı görmüş ev kadını gibi atlarken, Akhilleus silahları eline alır ve anında enselenir. Artık kaçacak yeri kalmamıştır Akhilleus’un ve o da orduya katılır. Kadronun tamamlanmasıyla birlikte donanma Truva’ya doğru yola çıkar.
Yer Gök Kapışıyor
100.000 kişilik bir orduyla Truva önlerine gelen Akhalar ile Anadolu halklarının desteğini almış olan Truvalılar arasındaki savaş 10 sene sürer. Savaşın ilk 9 senesinde iki taraf denk durumdadır ve yenişememişlerdir. Agamennon’un bir tapınak rahibinin kızına el koyma isteği ortalığı karıştırır. Kızdan hoşlanan Akhilleus, Agamennon’a kızar ve savaştan çekilir. Bu arada savaş Olimpos Dağı’nda yapacak iş arayan tanrılara da sıçramıştır. Elma olayı nedeniyle Hera ve Athena Akhaları desteklerken; Afrodit ve yavuklusu savaş tanrısı Ares ile Apollon gibi tanrılar da Truvalıların tarafındadır. Agamennon’a kafası bozulan Zeus ise Truvalıları desteklemektedir. Diğer tanrılar ve tanrıçalar da saflardaki yerlerini alınca savaş yerlerle birlikte göklerde de devam eder. Zeus’un Truvalılara verdiği destek savaşı tamamen değiştirir ve Akhalar nerdeyse denize dökülecek duruma gelir. Hatta durumu gören Hera’nın libidosuyla destanlara konu olmuş kocasını ağaç altında baştan çıkartması bile fayda etmez, Zeus’u durdurmaya…
Yerdeki savaş ise ordulardan öte tek teke çarpışmalara dönmüştür. Önce Menelaos, Paris’i çağırır “dışarıya”. İkisi iki ordunun gözü önünde kapışırlar. Daha doğrusu Menelaos, ödlek Paris’i kovalar ama Paris tüyer. Çarpışmanın galibi Menelaos olunca prim olarak ortaya konan Helen’i almaya hak kazanır. Truvalılar da zaten Helen’i “milli bacı” olarak görmemektedirler ve “alın gidin şu başımızın belasını” modundadırlar. Ama elma olayından dolayı halen kinli olan Athena ve Hera okçunun tekini gazlarlar ve Menelaos’u vurdurturlar. Savaş kaldığı yerden devam eder.
Topuğundan Vururum Ben Adamı
Savaşın en dramatik anı Akhilleus ile Hektor’un çarpışmasıdır. Truvalıların kahramanı, bir nev’i dönemin Zinedine Zidane’ı olan Hektor, Akhilleus’un arkadaşı Patroklos’u öldürmüştür. Arkadaşının ölümüne kızan Akhilleus Truva surları önüne gelir ve Hektor’u düelloya çağırır. İki tarafın bu en büyük iki kahramanının savaşından Akhilleus galip çıkar ve Hektor’u öldürüp cesedini arabasının arkasına bağlayıp süründürür. Homeros’un İlyada’sı da Hektor’un ölümüyle biter (Zamanın insanları amma bozulmuştur ha buna. “Asmalı Konak” gibi anlatıyorsun anlatıyorsun ama finali yok. Neyse ki devamını anlatanlar olmuş)
Hektor’un ölümüyle Akhalar, özellikle de Akhilleus iyice coşar ve bütün Truvalıları önüne kattığı gibi kovalar. Surlara yaklaştığı sıralarda korkak kahraman Paris, zehirli bir ok hazırlar ve Akhilleus’u topuğundan vurur. Tabii böyle sinik bir kahramanın dağlar gibi adamı topuğundan vurabilmesi ne onun becerisinden, ne de Paris’i oynayan Orlando Bloom’un Legolas’tan kalan alışkanlığıdır. Tanrı Hermes okun hedefini bulmasında büyük katkıda bulunmuş ve nerdeyse oku eliyle taşımıştır.
Akhilleus’un ölümü Akhaları derinden sarsar ve tıp tarihine “Aşil Tendonu” terimini katarken, zırhı da komutanlar arasında sorun yaratmış ve zırh Odysseus’ta kalınca Akha kumandanı Ajax bozulup intihar etmiştir. Akhilleus ve Ajax’ın ölümüyle büyük kan kaybeden Akhalarda moral iyice bozulurken Paris’in öldürülmesi ufak bir moral olmuş, ama Truvalıların bile onun ölümünü sallamamaları üzerine eski umutsuzluklarına dönmüşlerdir.
Trojan Virüsü
Truvalıların surları on senelik savaşa rağmen bakım yapılmış kiralık ev gibi dimdik ayaktadır ve güçlerini halen korumaktadırlar. Bu noktada Akhalar göğüs göğüse savaşta Truvalıları yenemeyeceklerini anlayıp işin içine ali cengiz oyunları katmaya karar verirler. Kurnaz komutan Odysseus’un önerisiyle bir tahta at hazırlanır ve içine askerler yerleştirilir. Gece Akha ordusu geri çekilir ve saklanır. Sabah olunca Akhaların çekildiğini gören ve ortada sadece bir tahta at gören Truvalılar şaşkınlık içindedir. Sinon isminde bir Akhalı, Truvalıları bu atın tanrıların hediyesi olduğuna ikna eder ve Truvalılar zaferin sarhoşluğu içinde atı surlardan içeri alırlar. Gece olunca da attan çıkan askerler, şehrin kapılarını açar ve baskın yapan Akhalar, Truva’yı yakıp yıkarlar. Kral Priamos ve daha birçok kişi öldürülür. Vaziyeti gören Helen kocası Menelaos’a “Ne yaptığımı bilmiyordum kocacım, Paris içkime uyku hapı atıp beni kandırdı” diyerek geri döner ve Menelaos’ta bu tipik kadın yalanına kanıp onu affedip kabul eder. Ertesi gün Akhalar ülkelerine yola çıkarken geride yıkılmış bir şehir, bir sürü ölü, birçok hikaye ve ileride bilgisayar dünyasının başına dert olacak bir virüs modeline ad verecek olan “Tahta At” kalmıştır (Bu işten herhalde en memnun kalan Helen’in egosu olmuştur. Hem taş gibi prensi götürdü, hem iki ulus onun uğruna birbirine düştü, kıçı sıkışınca da kocasına döndü. Kaç kadın var ki dünya tarihinde uğruna bunca olay yaşanmış olsun).
O Gemiler Nereye Gidiyor Birader?
Ben bu destanı ilk okuduğumda on iki, on üç yaşındaydım sanırım ve beni o kadar büyülemişti ki defalarca tekrar tekrar okudum (Her seferinde de sonlarını bilsem bile Truvalıları tuttum). Benim yaşlarımda belki de daha da genç bu hikayeyi okuyan ve büyülenen bir Henrich Schlimann isimli Alman çocuk ise ileride büyüdüğünde bu hikayenin doğruluk derecesini araştırmak için Anadolu’da kazı çalışmaları yapıp, bugün Çanakkale ilimiz sınırları içinde yeralan Truva Antik Şehri’ni bulacaktı. Nitekim hikayenin büyüsü Hollywood’un da ilgisini (nihayet) çekmeyi başardı ve bugüne kadar daha çok TV filmlerinde işlenen destan, Wolfgang Petersen’in yönetiminde beyazperdeye taşındı. Bizler de bu filmi keyifle izledik.