100. yaş gününü çoktan geride bırakan 7. sanat sinemanın geçmişine şöyle bir bakıldığında; insan aklının ve hayal gücünün her türlü yansımasını görmek mümkün. Uzaya yolculuktan, dünyanın merkezine seyahatlere; gelecekte geçen öykülerden dünya tarihinin en bilinmez geçmişine, kıyamet sonrası disütopyalardan günümüzün gerçekliğine değin her türlü gerçeklik ya da fantazyanın vücut bulabildiği tek gerçek sanat, sinema olsa gerek. Tek başına yapılan bir sanat olmasa da, bir yönetmenlik sanatı olan sinema aslında işte bu yönetmen denen insanın bir tür tasarımı da olabilir. Çünkü kafasında oluşturduğu çeşitli imgelemleri , görsel hikayeleri ya da anlatmak istediği meseleleri pelikül üzerine dökerek bir yeni gerçeklik yaratan yönetmen, sonuçta kendine ait bir evren tasarlamış olmaz mı?
Bitirdiğimiz 20. asrın son dönemlerine nedense bir post-modernite kavgası hakimdir. Modernitenin ne olduğuna tam manasıyla karar verememiş kitleler üzerinde, bir de modernite sonrası adı altında yeni bir karmaşa yaratan kimdir bilinmez ama, açıkçası herkesin farklılaşma adına bir süre sonra daha da sıradanlaştığı, ama bunu farkına varamadığı da bir başka gerçek. Bu belki de hala modern kalan insanın post-modern takıntılarından biri. Filmler için de bu böyle. Yönetmenin kendi kafasında tasarladığı evrenden başka, -profesyonel anlamda- yapım tasarımcısının, sanat yönetmeninin, kostüm sorumlusunun..vs. “tasarlama” adı altında gerçekleştirdikleri her şey; kollektif olarak tasarlanan, ama sonuçta tek bir ürün/meta olarak seyirciye/tüketiciye sunulan bir filmi meydana getirmiş olur. Çünkü filmi seyreden seyirci, bu kadar insanın ortak yaratımını değil, tek bir filmi izlemiş olur. Bu açıdan tüm tasarımların ortak bir paydada birleşmesi ve tek elden çıkmış olduğu imajını yaratması; o filmin kitleler üzerindeki etkisini de güçlendirmiş olur. Çünkü burada asıl önemli olan bütünlük duygusu. İrili ufaklı tüm öğelerin, her ne kadar alanında faklı şekilde uzmanlaşmış kişilerce tasarlansalar da, birbirlerini tamamlayıcı olmaları ve toplamda matematik toplamlarından daha büyük bir etki yaratmaları, bu bütünlük duygusunun etki gücü hakkında bir fikir verebilir. Stanley Kubrick’in 1968 yapımı 2001: A Space Odyssey filmindeki, vizyon sahibi füturistik tasarımlarını ele alalım farz-ı mahal. Filmi, tüm zamanların en önemli bilim-kurgu filmi yapan sadece Kubrick’in mükemmele yakın yeteneği ya da ustaca işlenen akıl-zeka-din-tanrı-anlam temaları değildir hiç kuşkusuz. Filmin her köşesine sinen soğuk, aşırı hijyenik, aydınlık mekan tasarımları ayrı bir önem taşır. Çünkü geleceğin “mükemmel” dünyasına ilişkin bu tasarım giderek sadece geleceğin değil, modern insanın doğru, mükemmel gibi kavramlarıyla özdeşleşecek ve insan için her daim iyiyi istediği iddiasını özbenliğinde taşıyan otoritenin başka bir yansıması haline gelecektir. Filmin sonlarına doğru insanoğlu Dave, mekanik-elektronik yapay zeka HAL’i yenecektir, ama bu zafer, basit bir parçanın bilgisayardan çıkarılması ile mümkün olacaktır. Sonuçta yenilen makinedir; peki gerçek bu mudur? Tüm mekanlar, binalar, araçlar HAL’in temsil ettiği otorite ve mekanik mükemmelliğin yansımasıdır; ve aslında insan bu otoritenin altında yapay bir yaratık gibi kalmaktadır: Soğuk ve geometrik mükemmelliğin içinde sıcaklığı ve asimetrik bozukluğu ile…
Filmin kendine has tasarımı, sonrasında gelecek olan pek çok filme derinden etkileri; bir tasarım standardı haline gelmesini sağladı. Bu kaideyi bozansa 70’lerin sonunda perdeye düşen Ridley Scott’ın Alien’ı oldu. Reklam yönetmenliğinden gelen Scott’ın füturistik yaklaşımı, Kubrick’in tersine son derece pis, düzensiz ve tekinsizdir. Ünlü tasarımcı Giger’in çizdiği yaratık ise; içerdiği psikanalitik öğelerle, sadece sanatsal açıdan değil psikolojik açıdan da derinlik içeren bir kült figür olarak 20. yüzyıla damgasını vurdu. Tavanlardan suların damladığı, sürekli bir makine sesinin duyulduğu, florasan lambaların doğru düzgün çalışmadığı pis ve bakımsız uzay gemisi, takipçisi uzay gerilimleri için bir örnek teşkil etmektedir artık. Üstelik bu konsept sadece sinemada değil, rock albüm kapaklarından video kliplere değin pek çok medyada yer bulmaktadır hala kendine. Çünkü bu kendine özgü bir trenddir artık.
İlk olarak tasarım ve sinemadaki tasarımların bütünlüğü, ardından trend yaratma denince akla gelecek en açık örnekse, The Matrix fenomeni. Bu öyle bir tasarım ki, özünde bir pastişken, bu pastişin üzerine çektiği ince ama estetik cila ile başlı başına özgün bir şeye dönüşüyor. Kıyafetlerden, silahlara, motosikletlerden, binalara, iç mekanlardan logo tasarımına, her şeyiyle bir tasarım harikası. Afişini görür görmez, filmin görsel dünyasını çözmek mümkün. Ama bu tamamıyla nev-i şahsına münhasır görsel dünya, sıradanlaşmış macera/bilim-kurgu filmleri içinde öyle bir faklılaşma duygusu uyandırıyor ki; asıl başarısı da buradan kaynaklanıyor. Bugün siyah güneş gözlüğü ve deri ceket giyen herhangi bir allahın kuluna Matrix özentisi denmeden durulamıyorsa, işte bu o tasarımın başarısını gösterir. Çünkü yönetmenler Wachowski kardeşler; yazı tipi, kostüm, dekoratif öğeler derken tamamıyla “The Matrix” evrenini yoktan var ettiler. Çalan müzikten deri kıyafetlere uzanan bu listedeki her ayrıntının, birbirini tamamlaması sonucu oluşan bu yekpare bütünlük, faklı bir şey arayan post-modern insanı avlamakta da hiçbir güçlükle karşılaşmaz. The Matrix “trend” yaratan filmlerin en son örneğidir, ama son film de değildir. Balistik, Charlie’s Angels, Equllibrium..vs. bu trendden fayda görmeye çalışan birkaç örnek…
Burada adı geçen filmler sadece ardılları olan filmleri değil, tüm bir popüler kültürü etkilediler. Video klipler, reklamlar, giyim tarzları, konsept tasarımları, hatta mekanlara ya da yayınlara verilen isimler bile bu trendden payını alıyor artık günümüzde. Trend yaratacak yeni film hangisi bilinmez şimdiden ama; içinde en fazla tasarım ve tasarımcı barındıran en yaratıcı sanat sinemanın büyüklüğü tartışılmaz. Bu dün de böyleydi, yarın da böyle olacak…