Bir sinemanın karanlık salonuna doluşmuş kalabalığın ortak amacı evet film projektörden beyaz perdeye yansıyacak olan filmi seyretmektir kuşkusuz. Ancak bu izleyiş eyleminin bilinçaltında saklı yatmakta olan nedenlerinden biri de gerçek hayattan kısa bir süreliğine de olsa kaçmak değil midir? En az bir buçuk saat boyunca gerçekte var olmayan bir dünyanın içine girerek kendi hayatını unutan seyirci, işte bu gerçekten kaçış için izlemektedir filmleri. Üstelik film boyunca kendini filmdeki karakterin yerine koyarak, kendi varlığını da unutmaktadır. Belki de bu yüzden, tüm sanat disiplinleri arasında sinemanın insana varlığını, benliğini unutturarak bir etki yaratma yolunu en sıklıkla seçen olduğunu söylemek pek de abartılı olmayacak. Her şeyden önce bunun film izleme eylemi esnasından, ekranda gördüklerimizin bir film olduğunu unutuyoruz. Ardından kendimize ait bir hayatımız olduğunu… Zaten sinemanın gücü de buradan geliyor. Anlambilimsel olarak yanlış olsa da, bir filmi izlemek demek onun bir film olduğunu unutmak manasına da geliyor belki de. Ve bu diğer sanat eserlerinde görülmeyecek türden özsel bir nitelik…

Ancak “unutmak” sadece sinemanın özü ya da niteliği ile ilintili bir konu da değil. Unutma, hatırlayamama… vs. ne derseniz deyin; film öykülerinin, senaryolarının en fazla yararlandıkları konulardan bir tanesi de işte bu hatırlayamama durumu ve bunun ortaya çıkardığı olaylar, sonuçlar, deneyimler. Gelin, şu satırdan itibaren sinema tarihinde yukarıda bahsettiklerimizi “amnezi” başlığı altında özetleyip kısa bir yolculuğa çıkalım…

 

Avant-garde video işlerine attığı benzersiz imza ile tanınan Fransız yönetmen Michel Gondry’nin 2004 yapımı filmi Sil Baştan (Eternal Sunshine of The Spotless Mind) bilinçli olarak hafızasını sildiren bir çiftin öyküsünü anlatır. Arılan iki sevgili daha fazla acı çekmemek için birbirleri ile ilgili anılarını sildirme yoluna giderler. Ne var ki, sevgililerden biri silme işlemi esnasında yaptığının yanlışlığını fark edecek ve kendi bilincinin içinde bu işleme karşı çıkabilmek için sevgilisini onunla alakası olmayan anılarının içine taşıyacaktır. Gondry’nin filmi bizi biz yapanın anılarımız olduğu tezinden hareketle, her ne olursa olsun, bize acı dahi verse anılarımız olmadan “biz” olamayacağımız fikrinin altını çizer. Amerikan filmi 50 İlk Öpücük (50 First Dates) geçirdiği bir kazanın ardından her sabah uyandığında hep aynı günde uyandığını zanneden bir kız ile ona âşık bir erkeğin hikâyesine odaklanır. Ertesi gün olduğunda yaşadıklarını ertesi gün hatırlamayacak olan bu kız, bir kadın avcısı olan kahramanımız için tam biçilmiş bir kaftandır. Ne var ki işin içine aşk denilen bilinmez girince, erkek kadına her gün kendini yeniden tanıtmak ve âşık etmek zorunda kalacaktır! Harold Ramis’in 1993 yapımı filmi Groundhog Day yine aynı tür bir konuya el atar ama işi bu defa fantastik bir boyuta taşır. Bir evvelki filmde bir kaza ile açıklanan amnezi bu defa bilimsel olarak açıklanamaz sebeplerle gerçekleşir ve bir festivali izlemek için küçük bir kasabaya gelen TV muhabiri her sabah uyandığında aynı güne uyandığını fark eder. Kaçınılmaz şekilde işin içine giren aşk işleri karıştırır ve kahramanımız her geçen gün daha fazla tanıdığı sevdiği kadını her gün daha da kolaylıkla kendine âşık etmektedir. Ama sonunda bu emekten yorulacaktır…

Hafıza kaybının en çok kullanıldığı sinemasal janrlardan biri de casus filmleri. Doug Liman’ın 2002 yılında Robert Ludlum’a ait ünlü romandan uyarladığı The Bourne Identity bunun en iyi örneklerinden biri sayılabilir. Film Akdeniz’de bir gemi tarafından bilincini kaybetmiş genç bir adamın bulunması ile başlar. Elindeki birkaç cılız ipucu yardımıyla kimliğini bulmaya çalışan adamın aslında denizde geçirdiği bir kazadan evvel işinin son derece ehli bir suikastçı olduğunu öğrenmemizle filmin temposu da beklendiği üzere daha da hızlanacaktır. Suikastçı, yıllar boyu gözünü kırpmadan insanları öldürmüş, elini kolaylıkla kana bulamıştır. Kendisine verilen en son görevde yaptığı iş ile gerçek anlamda yüzleşir ve öldürmesi gereken siyasetçiyi öldüremez. Olay yerinden kaçarken ise bir kaza geçirecek ve hafızasını yitirecektir. Bu hafıza yitimi aynı zamanda kendisinin iyi bir insan olarak yeniden doğuşu da olacaktır. Renny Harlin’in 1996 tarihli filmi İyi Geceler Öpücüğü (The Long Kiss Goodnight) ise bu defa adın bir suikastçı ile ilgilenir. Hafızasını yitirmiş bir kadın tüm çabalarına karşın geçmişinde kim olduğunu bulamaz ve ister istemez küçük bir kasabada kendine bir yaşam kurar, evlenir. Hayatından da çok memnundur. Ta ki geçmişinden birileri gelip beklenmedik gerçeği kendisine anlatıncaya kadar: Kendisi geçmişte çok azılı bir suikastçı olduğu kadar, filmin başında tanıdığımız kadından çok farklı olarak inanılmaz derecede seksi ve özgür bir kadındır. Yavaş yavaş geçmişini hatırlamaya başlayan kahramanımız sonunda geçmişindeki kötülerden intikamını alır. Harlin’in filmi iyi bir aksiyon filmi olmasının çok ötesinde, kadınlara zorla dayatılmış olan iyi/kötü, fahişe/azize ayrımlarını yıkması ve her türlü ikiliğin kadının içinde var olabileceğini göstermesi yönünden ataerkil aile yapısına da bir tür darbe vurduğu için önemli addedilmelidir.

Dahi Terry Gilliam’ın 1995 yılında çektiği 12 Maymun (12 Monkeys) unutma kavramının da ötesine geçer. Unutuş, amnezi, delilik, tarih, tesadüf, kader ve mantık konularını masaya yatırarak bir bilim-kurgu klasiğine imza atar. İleri bir gelecekte, bir virüs yüzünden dünya yüzeyi yaşanmaz hale gelmiş, milyarlarca insan ölmüştür. Geride kalan azınlık yeraltında yaşamakta ve her nedenden tutuklu oldukları anlaşılmayan mahkûmları yüzeye yollayarak dünyanın yaşanır olup olmadığını anlamaya çalışmaktadırlar. İşte bu mahkûmlardan biri sürekli geçmişi ile bir hayal görmektedir. Belki de bu nedenle geçmişe gönderilir ve virüsün yayılmasını engellemesi görevi verilir. Pek çok olaydan sonra filmin finalinde, ama geçmişte, sürekli gördüğü hayal gerçekleşir. Bu noktada film olduğu düşünülen şeyin aslında gelecek olan olup olmadığını sorgulamaktadır. Kahramanımızın unuttuğunu düşündüğü şey aslında gerçekleşmemiş olan mıdır? Zamanın lineer ilerleyişi bir mit midir? Bu soruları inanılmaz bir görsellikle perdeye taşıyan film ise aslen Avant-garde sinemacı/belgeselci Chris Marker’ın ta 1962 yılında çektiği başyapıt La Jetee’nin serbest bir uyarlamasıdır. La Jetee aslen çeşitli fotoğrafların birbiri ardına gösterildiği ilginç bir “fotoroman” olarak da düşünülebilir; ki zaten filmin girişinde de “Bu bir Chris Marker fotoromanıdır” yazar. Orijinal hikâye yine geçmişi ile ilgili bir imajı sürekli hatırlayıp duran ama bunun ne olduğunu hatırlamayan kahraman ile ilgilidir ama bu defa dünya bir virüs değil üçüncü dünya savaşı nedeniyle yaşanmaz hale gelmiştir. Ayrıca filmin finali de tamamen farklı olup; kişisel seçimleri ön plana çıkarır. Hareketli görüntülere sahip olamaması, ses kuşağının eksikliği ve sadece fotoğraflardan oluşması nedeniyle sıklıkla “sinema değil” yaftası yiyen bir film olsa da La Jetee, Avant-garde sinema/sanatın unutuş konusuna bakışı için önemli bir örnek olarak hatırlanmalıdır.

Kimlik, hafıza ve buna paralel olarak da unutma/amnezinin bilim-kurgu filmlerde sıklıkla karşımıza çıktıklarını söylemekse yalan olmayacaktır sanırım. Alex Proyas’ın kültleşmiş filmi Karanlık Şehir (Dark City) uzaylılar tarafından ele geçirilmiş bir şehrin hikâyesini anlatır. Uzaylılar hafızanın önemini anlayabilmek için her sabah şehirde yaşayan her insanın anılarını silmekte ve yeni bir hafıza yüklemektedirler. Böylece her insan her yeni güne yeni anılarla başlamaktadır. Filmimiz kendisine seri bir katil olduğu anısı yüklenmiş bir adama odaklanır ve hafızalarımız değişse de aynı kişi kalabilir miyiz sorusuna cevap arar. Geçmişini hatırlamayan bu kahramanın özelliği ise, artık kendisine yeni anılar yüklenemiyor olmasıdır. Ridley Scott ustanın 1982 yılında Philip K. Dick’in romanından uyarlayarak bizlere armağan ettiği Bıçak Sırtı (Blade Runner) ise bu hafıza olayına daha farklı yaklaşır. Başkahraman Deckard acaba bir insan mıdır yoksa bir replika mı? Bunu asla bilemez çünkü o ona verilen anılarla kim olduğunu bilmektedir. Anıların yüklenmesi anına hatırlayamadığı ya da unutturulduğu için inandığı şey kendisine yüklenen şey olacaktır. Tıpkı insanın 2 yaşından öncesini hatırlayamaması gibi, Deckard da bu şüphelerle yaşamaya mahkûm kalacaktır. Hollanda asıllı yönetmen Paul Verhoeven ise, belki de en iyi işi olan ve yine bir Philip K. Dick uyarlaması olan Gerçeğe Çağrı (Total Recall) filminde unutma denizinin sularına yelken açar. Gelecekte geçen öykümüzde, sıradan bir hayat yaşayan kahramanımız aslına direnişçi bir örgütün lideri olduğunu öğrenir. Çünkü anıları silinmiş ve yeni bir hayata başlamıştır. Unuttuğu gerçeklerin bir bir gün yüzüne çıkması eski hayatının problemleri yeniden başlayacaktır. Bir şeyleri unuttuğunu fark eden kahramanımız hatırlamak için yanıp tutuşur. Çünkü hatırlarsa ancak gerçek kendisi olacaktır. Lakin filmin sonunda, bu gerçek anılarını yeniden unutup yeniden doğuşu tercih edecektir. Çünkü Verhoeven’e göre insanı insan yapan anıları değil, yaptıklarıdır…

Eğer gerçekten öyleyse, yani bizi biz yapan “yaptıklarımız” ise hemen Christopher Nolan’ın artık klasikleşmiş 2000 yapımı filmi Akıl Defteri’ne (Memento) bakalım. Lineer hikâye anlatımını ters yüz ederek öyküsünü sondan başa doğru anlatan Nolan, garip bir amneziden muzdarip bir adamı getirir beyaz perdeye. Kısa süreli ama devamlı hafıza kayıpları yaşayan filmin ana karakteri karısını öldüren adamdan intikam almak için yanıp tutuşmaktadır. Bunu amnezik olduğu halde yapabilmesi için de, hayati önem taşıyan bilgileri vücuduna dövme olarak kazımıştır. Diğer bilgilerini ise sürekli olarak küçük kâğıtlara yazmaktadır. Film sondan başa geldiğinde asıl gerçek bir tokat gibi seyircinin yüzüne çarpacaktır. Çünkü kahramanımızın unuttuğu şey gerçekten de çok ağırdır… Benzer bir amnezi yaşayan başka bir adama ise Fransız yönetmen Jean-Pierre Limosin’in 2002 tarihli yapıtı Novo’da rastlarız. Ancak bu defa; 10 dakika önce ne yaptığını bile hatırlayamayan yakışıklı kahramanımızı kadınlar bir seks objesi olarak kullanarak sömüreceklerdir!

Dahi yönetmen David Lynch hafıza kaybını çok öznel bir yaklaşımla ele alır. 1997 yılında çektiği Kayıp Otoban’da (Lost Highway) karısını öldüren müzisyen bu durumu unutmak için neredeyse bir başka kimliğe girer. Ama sonuçta, yarattığı alternatif evrende kader onu yine aynı kadınla karşılaştıracak ve sonuç pek de farklı olmayacaktır. 2001 yılında çektiği Mulholland Çıkmazı (Mulholland Drive) filmi ise, hafıza kaybına uğramış genç ve güzel bir kadınla tanışmamız ile başlar. Bu kadının geçmişini öğrenemeyiz ama Lynchyen dehlizlerde sinema tarihinin görüp göreceği en müthiş filmlerden birini seyreder ve salondan daha fazla soru işareti ile çıkarız… Bir başka dahi Alfred Hitchcock ise unutma konusuna pek çok filminde eğilmiş olsa da, başyapıtların sayılabilecek olan 1945 yapımı Öldüren Hatıralar’da (Spellbound) unutma durumunu filminin ana izleği yapar. Hafıza kaybı geçiren bir adam kendini başka birinin yerine geçirir. Ancak bu sahte kimlik öldürdüğünü düşündüğü bir adamınkinden başka bir şey değildir. Ama acaba düşündüğü gibi bir katil midir? Unutma/amnezi konulu öyküsünü bir psikiyatri kliniğine taşıyan Hitchcock, amnezik kahramanımızın rüyalarında da Salvador Dali işbirliği ile yarattığı sürreal bir ortam kullanarak sinema tarihine geçecek bir yapıta imza atar…

İşte böyle… sadece film izlerken değil, pek çok yerde unutuyoruz çoğu şeyi. Bazen fakındayken bazen değilken… Ama sonuçta unutulmaması gereken bir şey varsa sinemanın unutturduğu onca şeye rağmen hala hatırlamak için de en önemli silahımız olduğu…