Özgürlüğün kısıtlı olmadığı tek yer olduğundan mı, yoksa rüyaların “senaryo”larına müdahale edemediğimizden midir bilinmez; hatırlasak da hatırlamasak da hep güzeldir rüyalar. Tabii kabusları burada bu satırlara sokmanın gereği yok; çünkü adları üstünde, onlar rüya değil, “kabus”. Yorumlanır bazen geleceği gösteriyor diye, sonuna kadar irdelenir bazen de, kişiliğimizin, bilinçaltımızın biricik açık kapısı diye. Kimisi hatırlamaz, kimi günlerce anlatıp durur. “Hayırdır inşallah” denir, sonra da unutulur gider….
Sinema denen büyü, Paris’te Cafe des Capucines’de Lumiere kardeşler tarafından, şaşkın bakışlarını ve bir karış açık ağızlarını kapatmaları uzun sürecek olan biz fani insanlara tanıtıldığından bu yana hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Rüyalar, sinemadan önce bize sunulan bedava film gösterimleriydi belki de. Oysa şimdi rüyalar bile dışarıdaki ayık hayatımızın gördüğü, duyduğu şeylerle şekilleniyor: O gün yaptıklarımız, izlediğimiz filmler, dinlediğimiz şarkılar, konuştuklarımız, işte yaşadıklarımız, haberlerde gördüklerimiz… Cameron Crowe’un; Alejandro Amenabar’ın Obre Los Ojos’unun yeniden çevirimi olarak bizlere sunduğu son filmi Vanilla Sky bunu çok güzel anlatır. Tüm film aslında, filmin baş kahramanı David’in gördüğü “lucid” bir rüyadır. Ve gördüğü bu rüya sevdiği filmlerden sahnelerin, dinlediği albümlerin kapaklarının bir yansımasıdır. Her gün gördüğümüz popüler kültür ürünlerini, son derece yaratıcı bir şekilde kullanmıştır Crowe. Zaten Amenabar’ın filminden temelde ayrıldığı nokta da budur. Filme adını veren Vanilla Sky tablosu da, filmin finalinde, her şeyin açıkça ortaya döküldüğü, deux ex machina bir sonuca ulaştığımız o gökdelenin çatısında geçen unutulmaz sahnede karşımıza çıkar, ve her rüyadaki her detayın aslında bilinçaltımıza yerleştirdiğimiz ufak ayrıntılardan ibaret olduğunu vurgular.
Sinemada bilinçaltı ve rüya denince belki de akla gelecek ilk isim Luis Bunuel. Sürrealizm akımının sinemadaki en büyük temsilcisi Bunuel’in özellikle Salvador Dali ile birlikte yaptığı işler, hem bilinç altını hem de sürreal anlatım tarzını en incelikli şekilde anlatır. Gerçek mi rüya mı belli olmayan Endülüs Köpeği’nin, günümüzde bile tüyler ürperten o en etkili sahnesini hatırlayalım: Kamera bir sandalyede oturan kadına yaklaşır. Erkeğin elinde keskinliğinden emin olduğumuz bir ustura vardır. Tam ustura ile kadının gözünü kesecekken, pencereden gözüken dolunaya kesme yapar usta. İnce bir bulut ayın önünden, sanki onu kesiyormuşçasına geçer. Seyirci de, bunun usturanın gözü kesmesinin metaforu olduğunu düşünür ve rahatlar. Ama Bunuel bu kadarıyla rahat edecek biri değildir. Tekrar göze yakın çekimle döner ve usturanın gözü kestiğini en ufak ayrıntısıyla gösterir! Bunuel’e pek çok açıdan yarenlik ve ilham kaynağı olan Salvador Dali, ünlü İngiliz yönetmen Alfred Hitchcock ile Spellbound filmi için bir işbirliğine gider. Başrollerinde Gregory Peck ve Ingrid Bergman’ın oynadığı bu klasikte, Hitchcock bir rüya sahnesi için Dali’den yardım ister. Dali’nin tasarladığı rüya sekansı inanılmazdır. Ama stüdyonun gazabına uğrar ve seyirciyi kaybetme korkusuyla filmden çıkarılır. Özellikle; bacakları topuklu ayakkabı giymiş kadın bacağı şeklinde tasarlanmış masaları ile ilginçliğinden şüphe duymadığımız bu çıkarılmış rüya sahnesi, gerçek sinemasever için büyük bir kayıptır.
Rüyalar ve rüyavari anlatım denince akla gelen bir başka önemli isim David Lynch. Son filmi Mulholland Drive’ı hatırlayın. Cannes Film festivalinde en iyi yönetmen ödülünü almasını sağlayan bu film, aslında baş karakterin gördüğü bir rüyadan başka bir şey değildir. Yoksa rüyadan uyandıktan sonra gördükleri mi rüyadır? Maalesef bir Lynch filmi için kesin cümleler kurmak mümkün değildir ve bir kez daha usta yönetmen salondan çıktıktan saatlerce sonra bile sürecek tartışmalara çağırmaktadır bizi. Bir başka başyapıtı The Lost Highway ise; birebir rüyayı anlatmasa da, rüyavari atmosferi ve filmde gerçekleşen inanılmaz olayların gerçek mi yoksa bir rüya mı olduğuna bir türlü karar veremememize sebep olur. Filmin ilk sahnesi ile son karesi aynıdır ve tüm film doğru bir çizgi üzerinde değil, sanki bir çemberin üzerinde geçmektedir. Rüyalar uykuda görüldüğüne göre, Lynch’ın Fil Adam’ını da atlamamak gerekir. Filmin ana karakteri Fil Adam’ın uyuması yasaktır, çünkü uyumak onun için ölmek demektir. Ancak filmin sonunda, gerçek bir insan oğlu gibi hissedebilmek için uyumayı seçer ve ölür. Kim bilir rüyasında neler görmüştür?
Rüya tabirlerinde ölmek iyi bir şey olacağına işaret edermiş. Ama Elm Sokağı’nda Kabus’un en ünlü karakteri Freddy Krueger’ın bundan pek haberi yoktur anlaşılan. Wes Craven’ın yarattığı tüm zamanların en popüler ve komik seri katili Freddy, kurbanlarının canlarını rüyalarında almaktadır. Rüyalarda her şey özgürce yapılabildiğinden, kurbanı olan gençler onunla savaşmak için türlü yollar denerler ama her defasında Freddy’nin metal pençeli eldivenlerinden kurtulamazlar. Rüyalarında hunharca katledildiklerinde ise, gerçekten ölmüşlerdir. Serinin altıncı filmi olan Freddy’s Dead: The Final Nightmare’de yönetmen Rachel Talalay, öyküye rüya cinlerini sokar ve rüyalardan güç alan bu cinlerin Freddy ile işbirliği yaptığını anlatır. Tüm zamanların en büyük yönetmenlerinden Brian De Palma, Femme Fatale’de anlattığı tüm öykünün gerçek mi rüya mı olduğundan şüphe duymamızı sağlayacak şekilde anlatır öyküsünü. Güzel ama tehlikeli bir suçlu olan kahramanımızın kendisi zaten rüya gibi bir hatundur: Rebecca Romjin-Stamos! Tüm olanlar banyoda uyuya kalan kızımızın gördüğü bir rüyadan ibaret midir? Bu soruya cevap vermek güçtür çünkü, her şeyin rüya olduğunu bilsek de rüyadan uyandıktan sonra gerçekleşen olaylar rüya-gerçek arasındaki ayrımı iyice azaltır.
Terry Gilliam, bilim-kurgu klasiği Brazil’de George Orwell’in 1984 romanına benzer bir disütopya anlatır. Gelecekte neredeyse her şeyin yasaklandığı, faşizan bir yönetimin hüküm sürdüğü dünyada, tek özgürlük alanı rüyalardır. Ve filmin kahramanı Sam Lawry; rüyalarında kanatlı bir şövalyeye dönüşür ve sevdiği prensesi kurtarır. Ama gerçek dünyada da aynı şeyi yapabilecek midir? Rüya sahnelerindeki inanılmaz prodüksiyon tasarımı ve sürpriz bir rolle karşımıza çıkan Robert De Niro ile kesinlikle izlenilmesi gereken bir modern klasiktir Brazil…
Neil Jordan’ın In Dreams filminde göl kıyısında yaşayan Annette Bening, rüyalarında gerçekten işlenen cinayetleri görür, ve sonunda belasını bulur. Adrian Lyne’ın başyapıtı Jacob’s Ladder’da, delirmenin sınırına gelen Tim Robbins için tüm filmde izlediğimiz garip olaylar aslında Vietnam’da ölmeden hemen önce gördüğü bir rüyadan başka bir şey değildir. Efsanevi Japon yönetmen Akira Kurasawa; hayranları olan Steven Spielberg, George Lucas ve Francis Ford Coppola desteğiyle çektiği Dreams’de 8 ayrı rüyayı görselleştirir. Boşnak yönetmen Emir Kusturica, Amerika Birleşik Devletleri’nde çektiği filmi Arizona Rüyası’nda yine rüya-gerçek ayrımının silikleştiği bir öykü anlatır, ve rüyayı andıran bir görsellikle de bunu destekler. Tam rüya sayılmasa da; Japon anime klasiği Perfect Blue’da, genç ve güzel pop yıldızı sürekli garip hayaller görmektedir. Acaba bölünmüş bir kişilik vakası mı vardır, yoksa birileri onu delirtmeye mi çalışmaktadır? Ve tabii neredeyse her klişe gerilim filminde, bir kabustan terle ve aniden uyanan karakterler…
Görüldüğü gibi, sinema ve rüya ilişkisi çok geniş bir okyanus gibi. İki tarafında birbirinden aldığı, alacağı çok şey var. Paylaştığı şeyler de cabası. Hal böyleyken, en iyisi galiba güzel rüyaları gerçekleştirmeye çalışmak, kabusları unutmak… Çünkü rüyalar güzeldir!